Atilla Yayla’ya saldıranların çoğunun yazıp söylediklerinin arka planında iki temel varsayım saklı. Birincisi şudur: ‘Atatürk ve Atatürk dönemi tartışılamaz. Atatürk ne eylemişse güzel eylemiştir. Bu konuda övgüden başka söz söylemek vatana ihanettir.’ İkinci varsayım ise, Atatürkçü olmanın her yurttaş için zorunlu olduğudur.
Belirtmek zorundayım ki, bunların ikisi de, özgür ve kendisine saygısı olan -yani, kul ya da köle olmayan- insanların kabul edemeyeceği varsayımlardır. Aslında bunlar Türk çağdaşlığının batıl inaçlarıdır.
Yayla’yı eleştirenlerin çok daha küçük bir kısmına göre ise, Atatürk’le ilgili konuların tartışılmasına, son derece dikkatli ve saygılı bir üslupla olmak kaydıyla, müsaade edilebilir. Gerçi bu konuda tartışılacak bir şey de yoktur. Çünkü onun dönemi her bakımdan üstün bir başarıdır.
Mamafih bu iki grubun ortak bir yanı da vardır. Bunlar, aynı zamanda kendilerinin ‘çağdaşlık’ın temsilcileri -ilk grup söz konusu olduğunda, münhasır temsilcileri- oldukları yolunda bir hüsn-ü kuruntu içindedirler.
Şimdi, birinci kesimi rasyonel tartışma yoluyla ikna etmek hiçbir şekilde mümkün görünmüyor. Esasen bunlarla Cumhuriyet tarihi konusunda soğukkanlı bir şekilde konuşmanın da imkânı yoktur. Çünkü bunlar, daha önce yazdığım gibi, bu meseleleri bilgi konusu olarak değil de iman konusu olarak görüyorlar. Bu bakımdan onların tutumu, çok eleştirir göründükleri ‘dinci bağnazlık’tan farksızdır.
İkinci gruba gelince, bunlar için en azından teorik olarak bir şans vardır. Çünkü, Atatürk döneminde prensip olarak tartışılacak bir yan görmemekle beraber, yine de belli kayıtlarla da olsa bu konunun tartışılmasına izin verilebileceğini söylüyor ve hiç değilse küfür etmiyorlar.
Şükür ki böyle ‘medeni’ Atatürkçüler de var, ama onlar da çok önemli iki noktayı gözden kaçırıyorlar: (1) Medenî bir toplumun kendisini ilgilendiren konuları tartışabilmesi bir lütuf meselesi değildir. (2) Medenî bir toplumda bireylerin önceden belli edilmiş şu veya bu ideolojiyi benimseme zorunluluğu yoktur.
Medenî bir toplumun ayırt edici özelliği barış ve özgürlüğe ve bunlara bağlı değer ve kurumlara bağlılığıdır. Bunun günümüzdeki ifadesi, kısaca, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile farkılıkların barışçı birlikteliğine dayanan demokrasidir. Medenî toplumlar ayrıca, kendi işlerini atalarının ruhundan istimdat ederek değil, fakat kendi akıllarına güvenerek yürütebilen toplumlardır. Medenî toplumlar elbette atalarına ve kurucularına saygı duyabilir, onları takdir de edebilirler, ama aynı zamanda onları aşmak zorundadırlar da. Bu da kaçınılmaz olarak geçmişle yüzleşme ve eleştiri demektir.
Dolayısıyla, Türkiye sahici anlamda medenî bir toplum olacaksa, Atatürk’ün de onun döneminin de tartışılmasına kendimizi alıştırmak zorundayız. Ayrıca, medenî bir Türkiye’de kimse Atatürkçü olmak zorunda değildir. Başka pek çok şey yanında, kurucularının tartışılmasının da yasak olduğu ve belli bir ideolojinin herkes için bağlayıcı bir norm durumunda bulunduğu yerler, açıktır ki, medenî rejimlerin değil diktatörlüklerin ve totaliter rejimlerin mekanıdır. Yurttaşların resmî görüşe aykırı düşünceler seslendirdiği için hain veya meczup ilan edilip bu sıfatlara uygun yerlere tıkılmak istendiği veya sözde ‘ihanet’ suçunu itirafa ve alenî nedamet beyanına zorlandığı durumlara medenî toplumlarda değil fakat sadece totaliter sistemlerde rastlanabilir.
Star, 30.11.2006
|