|
|
|
Kışla kültürü, demokrasi kültürü! |
Bir açık mektup!
Demokrasi kültüründen değil, ‘kışla kültürü’nden beslenenlere...
Bir açık mektup!
Eleştirel düşünceden değil, ‘ezber imalathaneleri’nden nemalananlara...
Bir açık mektup!
‘Düşünce polisleri’ne yazılan...
Bir açık mektup!
Kendi doğrularını herkese dayatmak isteyen dinci ya da laik yobazlara...
Bir açık mektup!
Entelektüel olan her şeyden ya da ‘entelektüalizm’den nefret edenlere...
Evet, bir açık mektup.
Ben yazmadım. Amerika’nın en önde gelen üniversitelerinden Columbia’nın Rektörü Prof. Dr. Jonathan R. Cole tarafından kamuoyuna yazıldı.
Rektör, İsrail’e karşı bir siyasal eyleminden dolayı Prof. Edward Said’in üniversiteden atılması için Amerika’da kampanya başlatan Yahudi Lobisi dahil bazı çevrelere karşı akademik özgürlüğü savunuyor.
Prof. Atilla Yayla’ya yönelik olarak kaynatılmaya başlatılan cadı kazanı dolayısıyla 2000 yılında yazılan bu mektubun bir özetini köşeme alıyorum, belki işe yarar diye...
* * *
Columbia Üniversitesi’nde akademik özgürlüğün anlamı nedir? Üniversite yönetmeliğinin 70. maddesi şöyle der:
“Akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır. Bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz.”
Columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz. Üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir.
Bir üniversite için, bireyin siyasi olarak egemen bir ideolojinin titretici, felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvencede olmasından daha önemli birşey yoktur.
Özgürlük üzerine...
John Stuart Mill, ‘Özgürlük Üzerine’ adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu açıkça ortaya koyar ki; o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir:
“Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz.”
Çirkin de gelse...
Bazı fikirler bize çirkin gelebilir. ‘Doğruluk’ anlayışımıza aykırı düşebilir. Yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir. Ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir.
Akademik özgürlük temel esastır.
Bu nedenle, Profesör Edward Said’in çevresinde süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir. Yeter ki bu tartışma, özgür fikir alışverişine zincir vurmasın veya Said’e yaptırım uygulama çanlarını çalar hale gelmesin!
Asıl tehdit!
Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden, Said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin ta kendisidir.
Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir. Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir.
Özgürlüğün güvencesi
Columbia olarak biz, McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak yolundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik. Bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız.
Said, bir Columbia Üniversitesi profesörüdür. Bu bizim en yüksek akademik derecemizdir ve kendisi bu mevkiye sadece bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir.
Onun politik görüşlerine atıfla, Columbia’daki sıfatının uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini sorgulamak, Said’i üniversitemizin önde gelen akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez.
Eğer Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?
Akademik özgürlük
Columbia’da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ne var ki, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur.
Nasıl Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim.
Öğrenciler ve öğretim görevlileri, benim de pek doğru bulmayabileceğim şeyler yapabilirler. Ancak bir üniversite yöneticisi olarak kendi otoritemi, onların fikirlerini üniversite idaresinin bakış açısına uydurmak için asla kullanmam.
Prof. Dr. Jonathan R. Cole,
Columbia Üniversitesi Rektörü.
Milliyet, 25.11.2006
|
Hasan CEMAL
26.11.2006
|
|
|
Linç, Yayla’nın tezini doğruluyor |
Kemalizmi ülkeyi “geri götürdüğü için” eleştiren tezi dolayısıyla Prof. Dr. Atilla Yayla’ya reva görülen linç kampanyası bu tezini doğrulamak için başka hiç bir delil aramaya gerek bırakmıyor.
Acemi bir muhabirinin getirdiği bir haberi apaçık ahlaksız bir üslupla manşete taşıyan bir gazete haberine kendi otuz yıllık profesöründen daha fazla güvenerek hemen onu harcayan üniversite bunu Kemalizm adına yapıyorsa, Atilla Yayla az bile söylemiştir.
Eğer Kemalizm’in biraz olsun Atatürk’ün sözleriyle, yaptıklarıyla bir alakası var olacaksa, Türkiye’nin aydınlık yarınlara götürülmesinde en fazla iş bilim adamlarına düşecektir. Kemalizm diye bir siyasi doktrin varsa bile, bunun siyasi performansı ve çağa uygunluğu hakkında en geçerli sözleri bilim adamlarından başka kim söyleyecektir?
Hele konu siyaset olunca, konu siyasal sistemin ideoloji ve pratiğinin uyumu konusunda Türkiye’nin yararı olunca, bu konuda en seviyeli katkıyı yapacak -tabii ki diğer bilim adamlarının katılması zorunlu olmayan özel fikirleri çerçevesinde yapacak- birkaç kişiden biridir Atilla Yayla. Bu tartışmayı bilim adamlarının zengin birikimleri değil de çaylak gazete muhabirlerinin tahriklerinin yürütmesine göz yumuluyorsa, ortada her şeyden önce Atatürk’e ağır bir ihanet sözkonusudur.
(...)
Bir ideolojinin bırakınız dondurup bırakmasını, tehlikeli bir biçimde ele ayağa dolanmış olmasının en açık göstergesi o ideolojinin sıradan insanların dilinde bir dışlama ve nefret, yargı ve infaz aracı haline gelmiş olmasıdır. Bu durumda akl-ı selim sahipleri devreden çıkar, bütün ideoloji veya bütün inanç adına ham softa bağnazlar konuşur. Ülke bağnaz bir cehaletin peşine takılır gider. O noktadan sonra akıl akılla yarışmaz, akıl akıldan üstün olmaz. Kontrolden çıkmış bağnazlıklar diğerleriyle yarışır. “Uygarlığın çağdaş seviyesini” tespit etmek ve bunu yakalamak için gerekli çabaları göstermesi beklenen bilim ve kanaat önderleri kör ve sağır bir fanatizmin karşısında kendilerini nafile bir biçimde savunmakla meşgul edilir. Aşağılanan, akıl ve bilgiden, erdem ve şahsiyetten başkası değildir.
Söyleyen çok oldu, o yüzden söylenenlere katılarak ben de söylemiş olayım, Prof. Yayla’yı davet edip de sonra tanımazdan gelen İzmir’deki AKP yetkilileri ortaya çıkan skandaldan birinci derecede sorumludur.
Siyasetin gerektirdiği asgari cesarete ve etiğe sahip değilse kimse ortalıkta siyasetçi diye dolaşmasın. Bu cesaret ve etikten yoksun olanların insanlara vereceği hiçbir şey yoktur.
Yeni Şafak, 25.11.2006
|
Yasin AKTAY
26.11.2006
|
|
|
Atatürkçü despotizm |
Atatürkçü muhalefet kendi içinde birden çok fazla parçaya bölünmüş durumda. ‘En uçta’ diyebileceğimiz kesimler, 1946’dan, hatta iddia üzerine 1938’den sonrasını ‘karşı devrim süreci’ olarak niteliyorlar. Mesela Mümtaz Soysal’a göre karşı devrim 1950’de Demokrat Parti’nin iktidarıyla başladı.
Ama rahmetli Doğan Avcıoğlu’na (ve yine rahmetli Attilâ İlhan’a) göre karşı devrimi başlatan adımı İsmet Paşa 1938’de İngiltere ile serbest ticaret anlaşmasını imzalayarak attı.
Her neyse bu tartışmalar bir yana, Atatürkçü muhalefet içinde azımsanmayacak bir kesim, Atatürk’ü ve onun kendilerine göre seçtikleri bazı sözlerini neredeyse Tanrı kelamı gibi görme, bu hayallerindeki Atatürk’le ve onların neredeyse kutsal saydıkları sözlerle uyuşmayanları da her türlü despotik yöntemle susturma eğilimindeler. O kadar ki, mesela özelleştirmeyi Atatürkçülüğe aykırı görüyorlarsa hemen meşhur gençliğe hitabeden ‘bütün tersanelerine girilmiş...’ diye başlayan bölüm yeniden ortaya çıkıyor vs.
Ben kişisel olarak Atatürk’ü yanılmaz, eleştirilemez ve daha da önemlisi aşılamaz görmenin Atatürk’ün bize bıraktığı en önemli miras saydığım kendi aklımızı kullanmamızla ilgili öğüdüne ihanet sayıyorum.
Atatürk’ü eleştirilemez görmek bizi despotizme götürür, akıl tutulmasına yol açar.
Radikal, 25.11.2006
|
İsmet BERKAN
26.11.2006
|
|
|
Bu telâşa ne gerek var? |
Dönemin şartlarında gerekli sayılarak yapılan otoriter uygulamalar ve bunları haklılaştırmak için geliştirilen ideolojik kalıplar, zamanla katı bir resmi ideoloji haline geldi!
Askeri darbelerle anayasalara, kurumlara, üniversitelere enjekte edildi. Öyle bir resmi ideoloji ki, Atatürk’ün çeşitli konuşmalarını bile sansürledi!
Liberal Prof. Atilla Yayla’yı görüşlerinden dolayı “ders vermekten yasaklamak” da aynı egemen zihniyetin bir sansür uygulamasıdır, akademik sansürdür!
Yayla’nın görüşlerine katılmayabilirsiniz. Atatürk’ü ve dönemini öven yüz binlerce yayın, tez, ders yanında Yayla’nın sözleri devede kulaktır. Bu telaşa ne gerek var?
(...) Akademik eserleri için bir şey diyemediğiniz Prof. Yayla’yı yasaklamanız, akademik değerlere ve hürriyetlere bir saldırıdır. Bağdat’tan dönecek bir yanlıştır.
Milliyet, 25.11.2006
|
Taha AKYOL
26.11.2006
|
|
|
Linç psikolojisi |
Ankara Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinden Sayın Prof. Dr. Atilla Yayla’nın, İzmir’de AKP’nin düzenlediği bir panelde; Atatürk’ten, “O adam” biçiminde söz etmesi ve Atatürkçülüğü “gerici bir ideoloji” olarak değerlendirerek, her türlü ilericiliğe kapalı olduğunu söylemesi, çok tepkiye yol açtı.
Doğrusunu isterseniz; bu haberi okuduğum zaman, çok içerledim ve geniş bir yazı yazarak, bu sözleri kınamaya karar verdim. Fakat ortaya çıkan “linç psikolojisini” görünce, hem kınama düşüncemden vazgeçtim hem de tam tersine ülkemiz, ülkemiz demokrasisi ve ülkemizdeki fikir özgürlüğü adına; bu linç psikolojisini körükleyenleri kınamaya karar verdim.
Hele Gazi Üniversitesi’nin tutumunu, doğrusu çok ayıpladım.
Bugün, 25.11.2006
|
Toktamış ATEŞ
26.11.2006
|
|
|
Son linç girişim |
Bu olayın bayağı bir ‘prosedür’ü oluştu, şu birkaç yıl içinde: ilkin bir medya organı, ‘ulusal kutsallıklar dünyamız’a yapılan bir saldırıyı tespit ediyor ve bununla ilgili bağırtkan, çığırtkan bir yayın başlatıyor. Haber en kısa zamanda başka medya kanallarına sıçrıyor ve bütün taretler, toplar tüfekler kutsallığa küfreden o vatan hainine dönüyor, bir yaylım ateşi başlıyor. Olayın niteliğine göre, bunu ya kalabalıkların sokağa fırlayıp linç edecek adam aramaya başlaması ya da bir otoritenin sahneye çıkıp suçluyu cezalandırması izliyor.
Son birkaç gün içinde Atilla Yayla olayı ana çizgileriyle bu seyri izledi.
İzmir’in Yeni Asır gazetesi bu hain adamın Atatürk’e -tabii haince- saldırdığını tespit etti ve kampanya başladı. Konuşmanın değil, bağırmanın egemen olduğu ortam böylece kuruldu. Ne söylenmiş, nasıl söylenmiş, önemli olmaktan çıktı. Derken, bu durum sokağa adam indirmeye uygun olmadığı için sahneye otorite çıktı ve Atilla Yayla’nın çalıştığı Gazi Üniversitesi’nde ders vermesi o üniversitenin rektörü tarafından durduruldu.
Peki, ne demiş bu adam, bu Atilla Yayla? Bir rektöre bu kararı verdiren suçu ne?
Dediğim, konuşmanın değil bağırmanın egemen olduğu ortamda, anlayabildiğim kadarıyla Kemalizm’in sürekli söylendiği gibi bir medenileşme projesi olmadığını, ‘medeniyetin birçok temel değer ve kurumlarının bu dönemde [yani, Kemalizm’in tam egemen olduğu 1925-45 arası dönemde] bulunmadığını’ söylemiş. Bunları ben de söylerim, niçin böyle olduğunu, ne gibi yapısal sorunların bu eksikleri ürettiğini tartışabiliriz. ‘Tartışabiliriz’den öte, tartışmalıyız.
Hele şu son dönemde, yani 12 Eylül’den bu yana, Kemalizm’in başlangıç ilkelerine ters döndüğünü, tamamen tutucu ve faşizan, kimi grupların elinde açıkça ve düpedüz faşist bir ideoloji işlevi gördüğünü de tartışmalıyız.
Bundan ötürü mü ders verme hakkı alınıyor?
İkinci -daha büyük- suç ise her yeri dolduran Atatürk resim ve heykellerine, AB’den gelen varsayımsal bir kişi ağzından değinmesi. Bu ‘Avrupalı’, konuşmada, ‘Niye bu adamın her yerde resmi var?’ diye soran. Gerekli kaydırmaca ile deyim Atilla Yayla’ya mal ediliyor ve saldırı başlıyor.
Her yerde Atatürk resmi var diye AB bizi nasıl değerlendirir, bu ayrı konu. Bunun o çerçevede belirleyici bir konu olmayacağı açık. Ama geçenlerde ‘tarlada karga kovalayan küçük Mustafa’ konusunda da söylediğim gibi, AB’den birinin gelip bu konuyu açmasını beklemeden, biz kendimiz, ‘ulusal kahraman’la kendimiz, yani toplumumuz arasında nasıl bir ilişki kurduğumuzu gözden geçirmeliyiz.
Bunu da, bağırmanın konuşmayı bastırmadığı bir ortamda yapacak medeni terbiyeye sahip olmalıyız. Bu terbiyeye sahip olan insanlar da var bu toplumda ve resmi ve gayriresmi çeşitli kurumlar ağırlığını sürekli öbür kefeye koymasa, bu medeni terbiye de hayatımızın düzenleyici ilkesi olabilir.
Ama şu sözleri söyledi diye bir üniversite öğretim üyesinin çalıştığı üniversitede ders vermesini engelleme zihniyeti egemen olacaksa, öyle bir ‘terbiye’nin oluşmasında en önemli rolü oynayacak kurum devreden çıktı ve ‘zorba yaygara’ safına geçti demektir. Bununla bir toplum nereye varır, hangi ‘medeniyet’ çerçevesine girer, bir daha düşünsek.
Radikal, 25.11.2006
|
Murat BELGE
26.11.2006
|
|
|
Dindarlık artıyor, İslâm azalıyor!? |
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Binnaz Toprak ve Sabancı Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ali Çarkoğlu’na hazırlattığı “Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset” başlığını taşıyan rapor, birkaç gün önce Türkiye’ye tanıtıldı.
Bu raporun büyük bir kesimde fazla ilgi gördüğünü söyleyebiliriz.
1999’da yine TESEV tarafından yaptırılan aynı minvalde bir araştırmanın tekrarı niteliğinde olan bu çalışma, geçen süre zarfı içerisinde ve özellikle de AK Parti iktidarında, dinin toplum ve siyaset hayatında nasıl bir evrim geçirdiğini tesbite matuf. Bir diğer ifade ile, “irtica tehdidi” merkezli iddiaların real hayatta neye tekabül ettiği hususunda toplumun nabzı tutulmuş.
(...)
Bu çalışmanın ortaya koyduğu verileri değerlendiren uzmanlar; “dindar”lığın arttığını, buna mukâbil din merkezli siyasetin gerilediğini, laikliğin güçlendiğini ve örtünen kadın sayısında 1999’a oranla yüzde 10’luk bir düşüş yaşandığını ifade ediyorlar.
Son derece önemli bir durum bu.
Kendisini “dindar” diye tanımlayan insanların bu kelimenin içini nasıl doldurdukları önemli. Dinin “dindar” tanımıyla geniş halk kitlelerinin dindar tanımı aynı olmayabilir. Hem bu çalışma hem de şahsi gözlemlerim bunu gösteriyor.
(...)
Mütedeyyin câmianın önemli bir kesiminin; kavramlar dünyasından siyasi projelere, pratik yaşamdan algı dünyasına geniş bir yelpazede İslâm’ı azaltarak ortaya çıkardığı “light İslâm”, “ılımlı İslâm” tam da bu hâli ifade eder. İnsanların günlük yaşamlarına, alışkanlıklarına, zaaflarına müdahale etmeyen bu yeni İslâm yorumu, daha geniş kesimlerde alıcı bulmakta zorlanmıyor.
İnsanlar, hem günahkâr hem de dindar olmanın yolunu keşfedince kendisini dindar diye tanımlayanların sayısı da artmıştır. Bunda, alim müsveddesi medya maymunlarının rolü azımsanamayacak kadar bir yer işgal eder.
Ama sadece bunlar mı? Elbette değil.
Bu dönüşümde, 28 Şubat baskıları önemli işlev görmüştür. Her baskıyla beraber daha fazla “takiyye”ye sığınan kimi büyük cemaatler, siyasi yapılanmalarda yer kapmaya çalışanlar ve de tesettür modacıları, bu yaşananlarda vebali paylaşmaktadırlar.
Takiyye hâli, yeni içtihatlarla, ârızî olmaktan çıkıp yaşam tarzına dönüşünce yeni bir fıkıh anlayışı yaygınlaşmıştır. Hz. Peygamber (sav)’in “Helal bellidir, haram bellidir” dediği alan flulaşmış, İslâm’ın kırmızı çizgileri bu yeni din algısında anlamını yitirmeye başlamıştır.
Bir cemaatin tv kanalında, ilgiyle izlenen haftalık bir dizide, ideal Müslüman hanım tipolojisi, öğretmenlik yaparken fedakârlık edip başını açan, sokağa çıktığında ya da evinde başını kapatan olarak resmedilebiliyor.
Daha önce serdedilmiş şu yargı cümlesi; “Başörtüsü furudur”, kanaatime göre “itikad esasları”na kıyasen söylenmişti. Ama bu tür yayınlar sayesinde bu beyan, genç zihinlerde, “başörtüsü teferruattır”a evrilmektedir. Böylece, hem başını açıp, hem de kendini dindar gören, öyle tanımlayan bir olguyla karşı karşıyayız.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Ama şu da âşikâr ki, dindarlığın içi boşaltıldıkça kendisini dindar olarak tanımlayanların sayısı da çoğalmaktadır.
V
Vakit, 25.11.2006
|
Serdar DEMİREL
26.11.2006
|
|
|
|