Dün, seksen üçüncü Cumhuriyet Bayramı’nı idrak ettik. Gazetelerde Atatürk resimleri yayınlandı, köşe yazarları da herhangi bir lisenin Türkçe kompozisyon dersinde hocadan tam not alacak yazılar yazdılar. Öyle yazılar okudum ki, ben yazsam işten kovarlar.
Peki biz dün neyi kutladık?
Atatürk devrimlerini mi? 1923 yılında onların hiçbiri henüz yoktu ortada. 1923 yılında Atatürk bile yoktu, Gazi Mustafa Kemal Paşa vardı.
Hilafetin kaldırılmasını mı? 1923 yılının ekim ayında İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda Halife Abdülmecit Efendi top gibi oturuyordu. Ortada bir ekim ayı da yoktu, ‘teşrin-i evvel’ ayı vardı.
Herkes fesle, ‘milliciler’ kalpakla dolaşıyordu, kadınlar çarşaflıydı, birçok köylünün dört karısı vardı ve cumhuriyetin ilanı gerek meclis tutanaklarına gerekse gazetelere ‘eski yazıyla’ yazıldı. Sonra, şehirliler tek kadınla yetindiler, birçok köylü dört kadınla yaşamayı sürdürdü. Şehirliler geriye kalan üç kadın açığını ‘zamparalık’ yöntemiyle giderdiler.
Demokrasiyi mi kutladık? Ortada demokrasi de yoktu. Gazi’ye muhalefet eden ‘ikinci grubun’ yeniden meclise girebilmesi engellenmişti.
Cumhuriyet, bazı Ankara kökenli saftırık gazetecilerin sandıkları gibi demokrasi mi demekti? 83 yıllık cumhuriyetin yalnızca 57 yılı demokrasiyle geçmişti... Üstelik bu ‘kanadı kırık’ bir demokrasiydi ve örneğin Türkiye Komünist Partisi, cumhuriyetin yalnızca ilk iki yılı ve şimdi şu yıllarında ancak yasal olabilmişti...
Neyi kutladık? Seksen üç yılda dört darbe (1960, 1971, 1980 ve 1997) ve üç anayasa değişikliği (1924, 1960 ve 1982) yapmış olmamızı mı? 1937, 1971 ve günümüzün sayısız ‘rötüşlarını’ da saymadım.
Bağımsızlığa kavuşmamızı mı kutladık? Hayır, düşmanı cumhuriyetin ilanından on üç ay önce, 1922 yılının eylül ayında yenmiş (ondan sonra tek kurşun atılmadı), Lausanne Antlaşması’nı da üç ay önce, 1923 yılının temmuz ayında imzalamıştık.
Meclis, yani halk egemenliğini mi kutladık? Hayır, meclis cumhuriyetten tam üç buçuk yıl önce toplanmıştı.
Biz dün, ‘teknik’ açıdan, ‘monarşiden vazgeçmemizi’ kutladık. Devlet başkanlığı artık babadan oğula, daha doğrusu hanedanın yaşça en büyük üyesine geçmeyecek, devlet başkanını meclis seçecekti.
Peki, saltanat kaldırılmasaydı, bugün tahtta, İkinci Orhan’ın ölümünden sonra Birinci Ertuğrul otursaydı, ülkemiz de Büyük Britanya benzeri bir ‘meşrutiyet’ yönetimi altında bulunsaydı, kusursuz bir demokrasi ve insan hakları ortamı içinde gene şapka giyseydik ama kişi başına yirmi bin dolar milli gelirle Avrupa Birliği üyesi de olsaydık ne olacaktı?
Hiiiç, dün herhangi bir güneşli pazar geçecekti ve köşe yazarları da aşk yazacaklardı.
Akşam, 30.10.2006
|