Genç kız sabah gözlerini açtığında nerde olduğunu düşündü bir an. “Ne işim var burada?” Sorusuna cevabını hemen verdi: “Tabiî, Ankara’dayım ben. Gazetecilik seminerine geldim.”
“O zaman” dedi, “dün yaşadıklarım gerçekti”. Rüya zannetmişti oysa hepsini. Aylardır beklediği programa, seminerleri gazeteden takip ettiği YASEM’e gelmişti, büyülü bir saatte. Hepsi, hepsi gerçekti! Yüzünde bir tebessüm belirdi gayr-i ihtiyarî. Tanışalı yirmi dört saati dolduramadığı insanlarla yaşadıkları da rüyadan bir kesitti sanki. Bolu’dan, Niğde’den, Eskişehir’den, İstanbul’dan…
Neydi onları Ankara da buluşturan? Hiç çekinmeden, tereddüt etmeden yıllardır tanışıyormuşçasına koyu sohbetle dolduran neydi?
“Evet, evet bu bir rüya olmalı” dedi. Sonra kendine karşı geldi. “Neden rüya olsun ki? Rabbimiz bizim böyle olmamızı istiyor zaten. Fıtratımıza uygun hareket ettiğimiz için bu samîmî sohbet.”
Tüm bunları yüzünü yıkarken düşünmüştü. Bu kadar kısa bir sürede, kendiyle yaptığı sohbete güldü. Daha gün yeni başlıyordu ve o günün ne getireceğini bilmiyordu.
Kendini sorgulaması farklı bir yerde başlamıştı şimdi. Birden çardağın altında ki masada, çay içerken yine o derin sohbetlerden birinde olduğunu fark etti. Kişiler değişmişti. Gülmeler, konuşmalar, gel-gitler…
Durdu ve sadece izledi. Bir filmin karesi miydi? Yoksa bunlar. “Ama ortada ne bir kamera var, nede kameraman” dedi kendi kendine ve “hayır” cevabını verdi. Bu bir filmin sahnesi değil! Bugün sorduğu sorulara daha çok hayır cevabı veriyordu. Tatmin ediyor muydu onu, yetiyor muydu? Bunun cevabını ise bilmiyordu. Gerçekliğine inanmakta zorlansa da yaşayarak tadına varmak istiyordu. “Bence” diye başladığı konuşması da dersin başlamasıyla bitiyordu.
Daha farklı sorularla, daha farklı sahnede, aldığı derslerinde etkisiyle iç dünyasında birçok şey yer değişmişti yine. Biraz önce “bir filmin karesi değil” demişti yaşadıklarına. Oysa her şeyin bir anlamı olduğunu biliyordu ve inanıyordu. Yıllar önce izlediği bir filmi hatırladı: Bebekken alınıp sahnenin ortasına konulan başrol oyuncusu dışında her şey kurguydu filmde. Şehir, iş, okul …. ve kullanılan her üründe bir reklâm vardı.
Olayın farkındaydılar ya da değildiler bilmiyordu, ama şov diye yayınlanan bu programın izleyenleri de aslında hayat sahnesinde kullanılan birer figürandı. Şov uğruna, reklâm uğruna sahibinin o zamana kadar fark etmediği en önemli şeyini çalmışlardı 30 yılının…
“30 yıl” diye tekrarladı genç kız, “30 koca yıl boşu boşuna…”
Kız da herkes gibi filmin sonunda fark etmişti, gerçeği ve sevinmişti tıpkı başrol oyuncusu gibi. Çünkü olayın farkına varan oyuncu tüm engelleri aşarak sahnenin sonuna gelmişti. Merdivenlerden çıkarken sorduğu “kimim ben?” sorusuna cevabını, sahneden çıkarak, vermişti aslında.
Şimdi kız daha emindi. Sorularına cevabı daha net ve kesindi: “Evet” dedi.
“Tüm bu yaşadıklarım, bir gün izletilmek üzere kaydedilen bir filmin karesi. Ve biz kendi hayatımızda, filmdeki gibi, başroldeyiz aslında” dedi. “Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise ahiret yurdudur” diye buyrulması da bundan olsa gerek diye düşündü.
Kendi yazdığı, başrolünü özgürce oynadığı bu sahnede kendini bulmalı önce insan ve dolayısıyla Rabbini…
İçinde bir şükran duygusu belirdi;
“Yazmalı insan” dedi.
İnsan olmanın gerektirdiği gibi, yazmalı ve yaşamalı. Yaşarken de yazmalı ve yazdırmalı. Bir gün seyrederken hayatını gerçek bir lezzet almalı.
Artık düşüncelerinin önüne geçemediğini fark etti ve duygularının. Hikâyesini mutlu bir şekilde bitirirken o gün bir soru daha belirdi zihninde; bu hikâyenin sonu ne?
|