Güvenlik sadece günümüzde değil, hemen her zaman toplumların öncelikli kaygılarından biri. Bu nedenle de silahlı kuvvetler tüm toplumlarda ‘en güvenilir’ kurumlardan biri olarak algılanır.
Öyle ki ordunun yoldan çıkıp kendi iktidarını topluma empoze ettiği dönemlerde bile, toplumlar utangaç bir tutumla yaşananlara seyirci kalmayı tercih edebilirler. Bilinmeyen dış tehditlerin dünyasında sizi korumakla yükümlü silahlı güçlerin gayri meşru eylemlerini bir miktar görmezden gelmek durumunda kalırsınız... Ancak toplumlar kendi ordularını ‘güvenilir’ bulsalar bile yanlışlarını unutmazlar. Nitekim günümüzde Türkiye’de yapılan tüm araştırmalarda soru ‘içi boş’ bir biçimde sorulduğunda ordu en güvenilir kurum olarak gözükse bile; ordunun siyasetle ilişkisini gündeme getirdiğinizde aynı kurumun güvenilirliğinin yaklaşık dörtte bire düştüğünü görürsünüz. Diğer bir deyişle ordunun saygınlığı siyasetten uzak kalabildiği oranda geçerlidir ve hele toplumsal manipülasyonu ima eden ideolojik yaklaşımlar sergilediğinde silahlı kuvvetlere olan ‘teveccüh’ bir anda kendisini tarihsel birikimi yansıtan eleştirel bir bakışa bırakır.
Dolayısıyla da üst komuta heyeti ve Genelkurmay Başkanı’ndan, kurumsal prestiji rencide edecek, silahlı kuvvetleri toplumdan manen uzaklaştıracak, toplumsal zeka ve vicdana aykırı gelecek tavır ve söylemlerden uzak durmaları beklenir. Çünkü güvenilirliğin temeli, hiçbir zaman yeterli olmayacak olan silah gücü değil, toplumla kurulmuş olan karşılıklı güven bağıdır... Ne yazık ki bunu becermek hiç de kolay olmuyor. Demokratikleşme adımlarının kendi hareket alanlarını sınırladığını, silahlı kuvvetleri siyasetin ve ideolojik tartışmanın dışına ittiğini gören ordu mensupları, klasik tehdit söyleminden yararlanarak siyaseti belirleme işlevlerini kalıcı kılmak istiyorlar. Bu tavrın toplumu ikincil hale getirme isteğini ima ettiği ölçüde ordunun kurumsal hedefiyle demokratlaşma arasında bir çelişkiyi ifade ettiğini, oysa demokratlaşmanın artık kabuğunu yırtmak isteyen Türkiye toplumunun ortak hedefi olduğunu fark edemiyorlar. Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasının demokratlaşmayı hazmedemeyen bir tavır olarak ‘okunacağını’ öngöremiyorlar...
Bu bağlamda söz konusu konuşmanın önemli bir kısmının TESEV’e ayrılması bu talihsiz yaklaşımın doğal sonucudur. Çünkü TESEV Almanak’ı, Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası bir sözleşmenin gereği olarak yapılan bir izleme faaliyetinden ibaret. Askerin bu etkinlikten rahatsız olması, o uluslararası sözleşmenin konusu olan ‘silahlı kuvvetlerin demokratik denetimi’nden de rahatsız olduğu fikrine neden olmakta. Dahası Almanak’ı “AB paravanası arkasına gizlenerek...”, “Bu tür raporlar kimlerin desteğiyle hazırlanıyor bilmiyorum...” şeklindeki cümlelerle takdim etmek ciddiye alınabilir bir tavır değildir. Herhalde Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye’nin altına imza attığı sözleşmenin farkındadır ve gereğini yapmaya hazırdır. Aksi halde ordunun çıkarları ile ülkenin çıkarları arasında henüz çözümlenmemiş bir çelişki var demektir ve ‘demokratik hukuk devletlerinde’ beklenen şey devletin kurumunun toplumun siyasi iradesine uyum sağlamasıdır, tersi değil...
Almanak’ı “anlamsız rapor” olarak niteleyen Genelkurmay Başkanı, kendi eleştirisinin hangi anlama geldiğini de irdelemek durumundadır. Türkiye’yi geleceğe itaat kültürü içinde taşımayı hayal eden bir devlet anlayışının bu toplumu yönetmekte düşeceği aczi öngörmekte ve bunun silahlı kuvvetleri nasıl etkileyeceğini kavramakta yarar var. Çünkü demokratlaşmaya direnmek, günümüzde topluma, ahlaka ve vicdana direnmektir. İtiraz kültürünü hazmedemeyen yaklaşımların sonuçta devletin kurumsal yapısını bir itiraz odağı haline getireceğini görmek bu kadar zor mu?
Zaman, 6 Ekim 2006
|