Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Darbeler ve siyaset

Kendinizi devletin gerçek sahibi görüyorsanız, devletin koyduğu kuralları çiğneme hakkını da kendinizde bulursunuz.

12 Eylül öncesi anarşi ortamının böyle bir yaklaşımın ürünü olduğu, kuralları çiğneyenlerin anılarında da dökülmeye başlıyor.

Zaman gazetesinin dünkü nüshasında, Psikolojik Harekât Dairesi’nin mimarlarından olduğu vurgulanan emekli kurmay albay Tahir Tamer Kumkale’nin açıklamaları vardı.

Kumkale, “Anarşi ve terör olaylarının planlama ve uygulamasında, çok profesyonelce olaylar dikkati çekmiştir. Bu işin içinde özel yetiştirilmiş kişilerin olduğu, bazı genç subayların bizzat anarşi ve terör olaylarının içinde militan gibi devlete karşı saldırıları yönettiği mahkeme tutanakları ile belirlenmiştir” demiş.

Çünkü yabancı finans kaynakları ve Türkiye eliti, ülkenin yönetilemez hale geldiği sonucuna varmıştı. Özellikle finansal alanda reform adımları atılması, ücretlilerin sesinin kesilmesi, Türkiye’nin dünya pazarıyla yakınlaştırılması gerekiyordu ve sivil yönetimler bu adımları atmaktan acizdi.

Günden güne tırmandırılan terör olayları sonucu halk, huzur olsun da nasıl olursa olsun noktasına getirildi.

Ordu yönetime el koydu, Demirel’in deyimiyle terör olayları bir günde bıçakla kesilmiş gibi durdu. (...)

AB’ye yakınlaşıyoruz dediğimiz dönemde bile kimse bu dönemin hesabını sorma cesaretini gösteremiyor, çünkü zihinlerin demokratikleşmesi açısından hâlâ Arjantin, Şili gibi ülkelerin çok gerisindeyiz.

Bunda ülkenin büyük medyasının askeri zihniyetinin ağırlığının da büyük önemi olduğunu düşünüyorum. Herkes ne kadar demokrat, ne kadar darbelere karşı olsa da son kertede sivil topluma değil, orduya sığınıyor.

Radikal’de Neşe Düzel’in konuğu olan İlter Türkmen bile, Türkiye’nin neden İran olamayacağı sorusuna, “Çünkü Türkiye’de ordu var” şeklinde yanıt veriyordu.

Dün size veya yakınlarınıza zarar vermiş olan bir müdahale, bugün yaşam biçiminizi tehdit ettiğine inandığınız kesimlere yönelebilir. Kimse bunun yolunu kapatmak istemiyor, o yüzden geçmişin üzerine gitme cesareti gösteremiyor. Toplumun eliti olduğunu iddia eden kesimler böyle davrandıkça da sivil siyasetin alanı daralıyor, bunun sonucunda da toplumun kaderini yakından ilgilendiren konularda siyaset kurumu çözüm üretemiyor.

İşte Başbakan Erdoğan’ın müthiş Diyarbakır gezisi ve arkasından gelişen olaylar. Şemdinli’de bombaların patlamaya başlamasının ardından Erdoğan’ın arkasında toplumsal destek kalmadı ve Başbakan bir daha Kürt Sorunu kelimesini ağzına alamadı.

Geçmişin darbelerine eleştirel, günümüz müdahalelerine hoşgörülü bakarsanız siyaset kurumunun geleceği nokta da kaçınılmaz olarak burasıdır.

Sabah, 13.9.2006

Ergun BABAHAN

14.09.2006


 

Kötü darbeyi asalım, iyisini besleyelim

Medya, ‘kötü darbe’ 12 Eylül’ün yıldönümünde, ‘iyi darbe’ 28 Şubat’a benzer bir hazırlığın içinde. Cinayete maruz kalan bir kesimi, şapkadan tavşan çıkarma uyanıklığıyla mağdur hale getirmek istiyorlar.

Binlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına, kaybolmasına sebep olan 12 Eylül süreci ve darbesi şüphesiz Türk insanının hem bedeninde, hem de zihninde çok derin sakatlıklar bıraktı. Bir nesil öksüz, yetim ve yitik büyüdü. Şartlar yerine gelsin, ‘netekim’ Evren Paşa iktidar olsun da bütün bir ülkeyi iki dudak arasında yönetebilsin diye kırıldı gitti, bütün bir gençlik. Büyük devletlerin yüksek çıkarları için birkaç bin kişi ölse, birkaç on bin kişi yetim ve sakat kalsa, bir o kadarının da hayatı kaybolup gitse ne olur ki?

Darbeler iyi kötü tartışıldı bu ülkede; ama darbeye giden süreç neredeyse hiçbir zaman konuşulmadı. O dönem merkezi Konya’da olan ikinci ordu komutanı Org. Bedrettin Demirel, darbeye çok önceden karar verdiklerini ancak şartların tam olgunlaşması için beklediklerini söylemişti. Söylemişti söylemesine; ama bu öylesine geçilen, üzerine hiçbir fırtına kopmayan bir açıklama olarak kaldı. Şartların oluşması ne demekti yani? “Bu şartların oluşmasına sizin katkınız ne kadardı sayın paşam?” diye sormadı kimse. Psikolojik Harekât’ın önemli isimlerinden emekli Kurmay Albay Tahir Tamer Kumkale’nin Zaman’dan Emre Soncan’a yaptığı açıklamalara da kimse kulak asmayacak ve 12 Eylül darbesine eleştiriler yağdıran medya grubu, psikolojik harbin İsmailağa tezgahına odun taşımaya devam edecekti. Kumkale, 12 Eylül döneminde anarşi ve terör olaylarının içinde özel yetiştirilmiş kişilerin olduğunu, bazı genç subayların bizzat anarşi ve terör olaylarının içinde militan gibi devlete karşı saldırıları yönettiğini ve bunun da mahkeme tutanakları ile belirlendiğini söylüyor.

Burada tartışılması gereken konu, Türkiye’nin olağanüstü şartlar yaşamasında psikolojik harekâtın etkisinin ne kadar olduğu. 12 Eylül öncesi, Türkiye darbe şartlarına hazırlanırken psikolojik harekâtın oldukça katkısı olduğu, bugünkü ve o günkü itiraflarda ortaya çıkıyor. 28 Şubat sürecindeki olaylar ise hafızalarımızda çok taze. Andıç olayıyla zirveye çıkan yalan haber ve psikolojik savaş taktikleri, ülkeyi olağanüstü şartlara hazırlayanların bütün yalanlarını ortaya döktü. Andıç olayının ve diğer yalan haberlerin sorumlusu medyanın sokağa çıkamaz hale gelmesi gerekirken, bugün aynı tezgâhı aynı üslupla yine sahneliyorlar. Önemli bir ismini cinayetle kaybetmiş bir cemaati mağdur iken mahkum haline getirdiler. “Sakallıdan mağdur olmaz” genel kabulüyle inanılmaz bir linç girişimi başlatıldı. Asıl rahatsız edici olan, malum medyanın tek soluk, tek ses gibi yayın yapıyor olması. Bu tezgâha farklı bir açıdan bakmak kimsenin aklına gelmiyor nedense. Dün Tamer Korkmaz da köşesinde yazdı; o esnada camide bulunan Remzi Koç, Fatih Cumhuriyet Savcılığı’na verdiği ifadede İsmailağa imamını öldürenin de linç edenin de cemaatten olmadığını söylüyordu. Tabii kimsenin bunu dinleyecek hali yoktu.

12 Eylül’de mağdur olmuş, işkence görmüş, yakınları öldürülmüş veya sakat kalmış birçok kimsenin 28 Şubat tezgâhında, darbeden yana tavır aldığını görmek çok acı bir şey. Bugünkü tezgâhlara da odun taşıyıcı görevi üstlenmesi birtakım aydının çift karakter taşıdığını çok açık gösteriyor. Zamanı geldiğinde demokrat, zamanı geldiğinde liberal, zamanı geldiğinde AB’ci, zamanı geldiğinde devletçi, zamanı geldiğinde de darbeci. Rüzgar nereden daha kuvvetli eserse oralı.

Zaman, 13.9.2006

Mehmet KAMIŞ

14.09.2006


 

Vurun kahpeye!

Son günlerde, Beyaz Türkler arasında hayli ilginç bir çaba göze çarpıyor. Bu çaba, dini anlama çabası.

Bu çabanın altında hangi niyet yatarsa yatsın, bugüne kadar kendi inancına uzak durmuş insanların, kıyısından köşesinden de olsa Allah’la uzlaşma çabaları takdire şayan. Ardı ardına çeşitli köşe yazarları, dinin, sakil ellere bırakılamayacak kadar değerli olduğundan dem vurup duruyorlar.

Belki bu yazıların bilinçaltında “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” yaklaşımının izleri görülebilir ama yine de kopya çeken çocuğun, kopya çekerken dersi öğrenmesi gibi bir yan faydası olduğu da muhakkak.

Dini araştırma süreci, kötü niyetli de başlasa, bu sürece girene büyük bir fayda sağlayacaktır elbette.

Bugüne kadar Müslümanları “kirli çember sakallı, ağzından salya akan, yüzünde meymenet olmayan, elinde lolipop şekerleriyle küçük kızların peşinde koşan sapıklar” şeklinde resmeden, karikatürize eden necip Türk matbuatı, bir yandan İslam’la barışmanın yollarını ararken, ne tuhaftır diğer yandan da yeni irtica senaryoları patlatmanın peşinde koşuyor.

Aslında gazeteciliğin zahmetli yollarından geçmiş ve bugünlerde yaşları kemale ermiş insanlar, gazetecilik serüveninde irtica haberleri patlatarak yükselmeyi uman genç arkadaşlarına güzel bir örnek teşkil ediyorlar.

Bugünlerde ABD’de kanser tedavisi gören Ufuk Güldemir’in Hasan Cemal’e söylediği şu sözler, ne kadar manidar mesela...

Diyor ki Güldemir: “Kansere yakalanınca ölümlü bir varlık olduğunu anlıyorsun. Halbuki o zamana kadar ölümsüz gibi yaşamışsın. Sonra öleceğini anlıyorsun ve bir eşik atlamış oluyorsun böylece... Hasan Abi, Bir şeyi daha itiraf etmem lazım. İtikatsız insanlar galiba daha çok sıkıntı çekiyor ölüm karşısında, bu eşikleri atlarken. Kadere inanan insanlar daha farklı...”

Benzer bir süreci Serdar Turgut da yaşamış ve yaşadığı zorlu günleri yenerken Allah’la da barışmıştı.

Daha birçok ismin benzer bir süreçten geçtiği söylenebilir. İnanç, kimsenin tekelinde değil. Kuran-ı Kerim de öyle. Herkes onu açıp okuyabilir, istifade edebilir.

Yani demem o ki, dini yıpratmaya çalışmanın kimseye faydası yok. Çünkü Kur’an’da ifade edildiği gibi “Ondan geldik ve ona döneceğiz”. Başka gidilecek yer yok.

Ortalık toz duman. AK Parti’ye vuracağız diye, Tayyip Erdoğan’ı yıpratacağız diye, iktidara geliriz belki diye ardı ardına manşetlere çekilen irtica haberleri, hepimize lazım olan dine, dinimize zarar veriyor en çok.

Keşke bugün irtica haberleri patlatanlar, dün “dincilerin evine yapılan baskında üç takke, beş tespih ele geçirildi” gibi ya da “bu yıl da hac, kurbana denk geldi” gibi kendi dinlerini bilmemekten kaynaklanan komik hatalar yapan ağabeylerinin, bugün geldiği noktayı görseler ve nereye vurduklarına çok dikkat etseler.

Keşke, elmalarla armutları karıştıran, habercilikte dikey limite ulaşma arzusuyla, din, iman, cemaat, tarikat, namaz, hoca, camii gibi kelimeleri, hoyrat şekilde tahrip ederek insanların inançlarıyla eğlenen insanlar, “Vurun Kahpeye” mantığıyla hareket etmeden, salim kafayla düşünebilseler...

Onların da geleceği nokta, ağabeylerinin geldiği noktadan ve elbette hepimizin varacağı noktadan farklı değil çünkü...

Bugün, 13.9.2006

Nuh GÖNÜLTAŞ

14.09.2006


 

Resmî görüş karartıyor

Hatırlarsınız, bir süre önce Milli Mücadele’nin önemli isimlerinden, Kazım Karabekir Paşa’nın ‘ İstiklal Harbimizin Esasları’ adlı kitabından söz etmiştim. ( 4 Ağustos )

Bu kitap tam basılacakken 1933 yılında yakılmış ve ancak 1951’de yayınla-nabilmişti.

Birçok okurumuz o yazıyla ilgilendi. Şaşırmışlar! Nasıl oluyordu da Doğu Cephesi Komutanının kitabı yakılabiliyordu?

Acaba kitabı nasıl bulabilirlerdi?

Bana gönderilen hemen tüm e-postalara (atladıklarım olabilir, beni bağışlasınlar) kısaca cevap verdim: Kitabı son olarak Emre Yayınevi adlı bir kuruluş basmıştı. Piyasadan bulmak kolay değildi. Belki sahaflardan alınabilirdi.

Ancak geçenlerde gelen bir telefon işin seyrini değiştirdi: Kazım Karabekir’in ailesi Yapı Kredi Yayınları ile anlaşmıştı. Artık paşanın tüm yazılarını bu yayınevi basacaktı (...)

Karabekir’in kitapları, yazıları ve notları o dönemin biraz olsun aydınlanmasına yardımcı olacak. Resmi tarih ve resmi ideoloji sık sık ‘ aydınlanmadan’ söz eder ama kendisi esaslı bir karartıcıdır .

Örneğin 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ... Bu parti hakkında sana bana ne öğretildi? “Efendim şeriatçılara prim verdiği için kapatıldı.”

Tamamen uydurma bir gerekçedir bu... İşin esası şudur: Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üçlüsüne muhalefet eden Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi Milli Mücadeleci paşaların kurduğu bir partidir. Gerici merici olduğundan değil sadece muhalefet ettiğinden (ki o da gayet cılız bir muhalefetti) kapatılmıştır.

Bana inanmadınız mı? Peki İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, demokrasiye geçiş çalışmaları yapılırken İsmet İnönü’nün, Rauf Orbay’a, “Sizin şu Terakkiperver fırkasını tekrar kursanız da Halk Partisi’ne muhalefet etseniz” dediğini biliyor musunuz? Ben ilk duyduğumda küçük dilimi yutuyordum.

İnönü gibi laiklik konusunda fevkalade titiz olan... Evinde çekilmiş bir fotoğrafın arka planında, duvarda asılı ‘ Allah’ yazılı çerçeve göründü diye gazetecilere köpüren bir siyasetçi... Kalkıp da 1925’te ‘gerici’ diye kapatılan bir partinin tekrar kurulmasını ister mi? Ama gerici suçlamasının tamamen hayali bir gerekçe olduğunu, olayların baş aktörlerinden İnönü gayet iyi biliyordu.

Resmi ideoloji tarihimizi fena halde çarpıtmış; kimi kişi ve olayları abartmış, buna karşılık kimi kişi ve olayları küçümsemiş, hatta yok saymıştır.

Karabekir’in arşivi kitaplaştıkça öncesiyle sonrasıyla Milli Mücadele’nin ‘ aslında ne olduğu’ daha iyi anlaşılacak.

Ancak ben pek iyimser değilim.

Çünkü gerçeğin ışığından rahatsız olanlar da o kadar çok ki!

Sabah, 13.9.2006

Emre AKÖZ

14.09.2006


 

Biz de tuzağa düşmeyeceğiz!

Hürriyet gazetesi iki gündür “tuzaklı” bir yayın yapıyor. Hürriyet’in Fatih Çekirge imzalı haberine göre ortada bir istihbarat belgesi var. Belge, “Vatan sağ olsun” demeyen anneler ve babalarla ilgili. Hürriyet sürmanşetten diyor ki bu aslında “sinsi bir plan”. Yani oğullarını savaşa, ölüme göndermiş annelerin soru sorması, isyan etmesi ve giderek “Bu savaş mecburi mi? Başka yolu yok mu?” diye sormaya başlaması “PKK’nın işi”. Ve gazete “uyarıyor”: “Bu tuzağa düşmeyin!”

Dün de yeni manşetle “milli mutabakatı” kuruyor annelerin ağzından:

“Bu tuzağa düşmeyeceğiz!”

Aynı kanlı cümleler, intikam yeminleri ve küfürler... Böylece, savaşın dili iki gün içinde, Türkiye’nin en çok satan gazetesi tarafından yeniden üretiliyor.

Rapor ayın kaçında?

Aslında habere dair sormak istediğim sorular var.

10 Eylül günü yayımlanan haberde bu bilginin iki gün önce kesinleştiği söyleniyor. Yani haber 8 Eylül’de alınıyor. Dolayısıyla bu raporun en iyi ihtimalle 7 Eylül’de hazırlanmış olması gerekiyor. Haberde PKK’nın planından söz ediliyor ve şöyle deniyor: “Vatan sağ olsun demiyorum, diyen anneler desteklenmeli.”

Bütün bu hadiselerin başlangıcı olan babanın isyanı ve raporda geçen “isyan cümleleri” 5 Eylül’de gerçekleştiğine göre bu rapor 24 saatte mi hazırlandı? (...)

Soran anneler

Cuma günü bir yazı yazdım. Şehit annesi Hatice Gürbüzer’le yaptığım konuşmada anne şöyle diyordu:

“Ben nasıl gurur duyayım? Çocuğumun yaşama hakkını elinden almışlar, neden gurur duyayım?”

Yazıdan sonra onlarca şehit ve asker yakınından mektuplar geldi. Hepsinin birleştiği yer şuydu:

“Acımız, korkumuz büyük ve ne soru sormamıza ne de isyan etmemize izin var.”

Yazının sonunda “Bu anneler Türkiye’de neyi titretebilir?” diye sormuştum.

Neyi titrettikleri ortaya çıktı derhal:

Savaşı ve savaşın dilini!

Soru soran anneler “vatan haini olmakla” alttan alta tehdit edilmeye başladı. PKK’nın tuzağına düşmüş olmakla itham ediliyorlar. Çocuklarını vermiş annelere “Neden?” demek bile çok görülüyor.

Başbakan’a sövmek

Hepimiz, malum “yan gelip yatma” meselesinden dolayı Başbakan’a çıkıştık. Ben de yazdım. Ama sonra baktım ki hiç yan yana durmak istemeyeceğim siyasetlerden insanlar da savaş edebiyatı üzerinden aynı şeyi yapıyor. Herkes kızıyor. Çünkü bu kolay olandı. Başbakan’a kızmak, onun üzerinden öfkeleri dile getirmek kolaydı. Şimdi işin zor kısmı geliyor. İstihbarat raporları, MİT, devlet, savaş, ordu... Kendilerine soru soramadığımız bunlar. Sorularımızın önü ise daha baştan kesiliyor: “Sakın tuzağa düşmeyin!”

Evet, tuzağa düşmeyelim bence de. Savaşın, savaşın dilinin tuzağına düşmeyelim. Çünkü barışın dilini tesis etmek, acılarımızı ortaklaştıracak yeni bir dil bulmaya çalışmak ne kadar zorsa savaşın dilini yeniden üretmek bir o kadar kolay. Acılı ve öfkeli insanları intikam tarlalarına itmek çok kolay.

Zor olan, sorumluluk hissetmek. Bu toprağın bütün çocuklarından aynı şekilde sorumlu olduğumuzu hissetmek, acılarını tepemizde hissetmek. Zor olan bu. Asıl tuzak bu. Cümle kurarken, manşetler atarken düşünmemiz gereken tek bir şey var:

Bu ülkeyi nasıl yeniden hepimizin kılabiliriz?

Biz nasıl yeniden birbirimize ait olabiliriz?

Biz bu savaşı nasıl durdurabiliriz?

Savaşın tuzağına nasıl düşmeyiz?

Milliyet, 13.9.2006

Ece TEMELKURAN

14.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004