Mustafa Kemal’le ilgili dolaşıma girmeyi başarmış en kişisel hikâye, ilk karşılaşmalarında Mustafa Kemal’in kısa boyunu görüp, ince sesini duyduktan sonra kahrolan, ancak bağrına taş basan Demirci Mehmed Efe’nin, paşanın kahvesini çok şekerli istemesi üzerine dayanamayıp “işte bunu bana etmeyecektin Paşam!” demesidir herhalde. İçinde Safiye Ayla, Zsa Zsa Gabor veya içki, eğlence gibi kelimelerin geçtiği zararsız dedikodular ise kaşların havaya kalkmasına yeter de artar. Azılı Mustafa Kemal düşmanı Rıza Nur’un, ‘Bozkurt’ kitabının yazarı Amerikalı H.C. Armstrong’un, hatta nispeten beğenilen ‘Atatürk’ kitabının yazarı Lord Kinross’un yenilip yutulması hakikaten zor iddialarını ağza almak için ise kelleyi koltuğa almak gerekir. Yıllardır tartışılır: Mustafa Kemal o kadar güçsüz bir şahsiyet midir ki, bu tür iddialarla imajı sarsılsın?
Mustafa Kemal’in imajını korumak için yapılan en müthiş icat ise 31 Temmuz 1951’de yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun olmalı. Türk Ceza Kanunu’nda bu konuda yeterince madde varken neden ihtiyaç duyulduğu anlaşılmayan beş maddelik kanunun ilk maddesi “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir, bu suça azmettirenler asli fail gibi yargılanır” diyor. 2. Madde ise “bu suçun iki veya daha fazla kimseler tarafından toplu olarak veya umumî veya umuma açık mahallerde yahut basın vasıtasıyla işlenmesi halinde verilecek cezanın iki kat artırılacağını” söylüyor. Büyük Doğu hareketinin lideri, İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek 1960’ların başında bu maddeden 1,5 yıl hapis yatmıştı. Geçen yıl, Milli gazete yazarı Hakan Albayrak ‘Bir Cenaze Namazı’ başlıklı yazısında Atatürk’ün cenaze namazının kılınmadığını öne sürdüğü için 15 ay hapse mahkum oldu. Aykırı Yayınları’nın sahibi Seyfi Öngider, ‘İki Şehrin hikâyesi/Ankara-İstanbul Çatışması’ adlı kitabından, John Tirman’ın ‘Savaş Ganimetleri: Amerikan Silah Ticaretinin İnsani Bedeli’ adlı kitabını yayımlayan Aram Yayıncılığın sahibi Fatih Taş, “Atatürk ulusçuluğunu faşizmin bir versiyonu olarak tanımladığı” gerekçesiyle hem bu kanundan hem de “Türklüğü, Türkiye Cumhuriyetini, Askerleri, güvenlik güçlerini aşağılamak” iddiasıyla 301.maddeden yargılanıyor. Kanun, Bağcılar Başsavcılığı’nın, ‘Latife Hanım’ kitabının yazarı İpek Çalışlar ve onunla röportaj yapan Hürriyet gazetesinin sorumlu müdürü Necdet Tatlıcan hakkında 4,5 yıl hapis cezası istemiyle açtığı dava ile tekrar gündemde.
Celal Bayar
Kanunun mucidi Celal Bayar, buna neden ihtiyaç duyduğunu gazeteci Erkin Umsan’a şöyle anlatmış: “İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası içinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu’ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk’e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu... Atatürk’ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanun karşısında yer aldı. Demokrat Parti içinden bazı milletvekilleri de, şahsi düşüncelerine bağlı kalarak bu kanunun çıkmasını engelliyordu... Kanun müzakeresi aylarca sürdü. Bir gecede 17 Atatürk heykeline birden saldıranlar, o gün bugün ortada yoktur.” (Yeni Asır, 10 Kasım 2003)
Bayar’ın sözünü ettiği “gizli komünistleri” çoğumuz biliriz ama “Kemal Pilavoğlu’nun tarikatı” da ne ola? Bilindiği gibi, 1940’lar, Kemalizmin gayri-meşru ilan ettiği İslami hareketlerin tekrar kamusal alana çıkma çabalarının hız kazandığı yıllar. 1946’da çok partili döneme geçişle birlikte güç kazanan bu hareketlerden en önemlileri, her ikisi de Nakşibendilikten gelen, Said-i Nursi’nin önderliğini yaptığı Nurculuk ile Süleyman Hilmi Tunahan’ın önderliğini yaptığı Süleymancılık tarikatları idi. Kemal Pilavoğlu adlı, hukuk fakültesinden terk şahıs tarafından 1930’larda Ankara’nın Çubuk ve Keskin ilçeleri ile Çankırı Şabanözü’nde örgütlenen üçüncü büyük tarikat ise Ticanilik diye anıldı. Adını, Şazeli-Halveti kökenli Ahmed et-Ticani (1737-1815) tarafından, Cezayir’in güneybatısındaki Ain Madi kasabasında kurulan Ticaniye tarikatından alan hareketin asıl tarikatla ilişkisi oldukça şüpheli. Güya rüyasında Ahmed Et-Ticani`ye intisap ettiğini gören ve ondan tarikat ruhsatı alan Pilavoğlu ve müridleri 1943’te, tarikat faaliyetleri suçundan mahkemeye verildiler ancak kısa bir süre sonra serbest bırakıldılar. Bir süre sonra “heykel puttur”, “laiklik dinsizliktir”, “Hilafeti kaldıran Atatürk mel’undur”, “Türkçe ezan küfürdür” sloganları ile tekrar ortaya çıkan Ticanilerin ilk büyük eylemi 1949 Şubatında TBMM genel kurulunda Arapça ezan okumak oldu. Ardından, Bayar’ın dediği gibi, çeşitli yerlerdeki Atatürk heykellerine saldırmaya başladılar.
Ticaniler CHP üyesi
O dönemde Nurcular Demokrat Parti’yi destekliyordu. Peki Ticanilerin siyasi bağlantısı var mıydı? Bu konudaki inanması güç iddialar şöyle: İktidarının son yıllarında dinci çevrelere sempatik görünmek için din derslerinin yeniden konmasına, yeni ilahiyat fakültelerinin, imam hatip okullarının ve Kuran kurslarının açılması için hazırlıklara başlayan CHP hükümeti seçimleri yenileme kararını aldığı 1 Mart günü, tekke ve zaviyeleri kapatan 5566 sayılı kanunda değişiklik yaparak bazı türbelerinin ziyaretine izin vermişti. 26 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde çıkan bir habere göre ise, Ticanî Tarikatı’nın Şeyhi Kemal Pilavoğlu ve müridlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar, köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Gazetenin iddiası, seçim gürültüsü içinde kaynayıp gitti. 14 Mayıs’ta “Yeter söz milletin!” diyen DP iktidara gelince, gazete konuyu tekrar gündeme getirdi. Pilavoğlu’nun avukatlığını yapan Yılmaz Akpınar’ın CHP Balıkesir milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu olması dedikoduları destekliyordu. (Daha sonra, Yakup Kadri de ‘CHP ve Genel Başkanı-Siyasi İncelemeler ile Politika’da 45 Yıl’ adlı eserlerinde, CHP ile Pilavoğlu ilişkisine değinecekti.) Ancak, Ticanilerin seçimden sonra iyice gemi azıya alması CHP’ye pozisyon değiştirme fırsatı verdi. Kırılan heykellerin sayısı arttıkça, CHP’nin “mürtecileri ve iktidarı kınayan” protesto mitinglerinin sayısı arttı. Sonunda, Celal Bayar Atatürkçülük şampiyonluğunu kazanması için altın tepside sunulan fırsatı fark etti ve 5816 sayılı kanunu çıkardı. Pilavoğlu ve 74 müridi, kanun uyarınca 5 Mart 1952’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde mahkum oldu. Anlaşılan DP’ye özenen cin fikirli CHP’liler bu konularda acemi oldukları için yanlış ata oynamışlardı çünkü ileride daha iyi görüleceği gibi, Nakşibendiler, desteklerini Nurcular ve Süleymancılara, dolayısıyla DP’ye vereceklerdi.
Unvanları deli
1952’de Malatya’da gazeteci Ahmet Emin Yalman’ı yaralama suçundan 10 yıl hapis yatan İslamcı-milliyetçi eylemci Hüseyin Üzmez, ‘Şu Bizimkiler’ adlı kitabında aynı hapishaneyi paylaştığı Ticanileri bakın nasıl anlatıyor: “Bir de Kemal Pilavoğlu vardı, hapishanede. Kimine göre sahtekâr, yalancı ve ahlaksız; kimine göre de büyük veli... Şalvarlı, poturlu, sakallı, sakalsız tipler. Başlarında takke ile kalpak arası başlıklar, ayaklarında çarıklar, lastikler. Paçaları dizlerine kadar uzanan yün çorapların içine sokulu acayip kılıklı insanlar. Orta Anadolu insanları. Çoğunun adının başında bir de ‘deli’ eki var. Deli Sadık, Deli Yusuf, Deli Mevlut... Delilik onlarda bir unvan gibi... Hapishane idaresi onları çok ezerdi. Çok acırdık. Ama onlar hallerinden şikayet etmezlerdi. Hatta ölmedikleri için hayıflanırlardı. Şu zalim gardiyanların dayaklarıyla ölseler şehit olacaklardı...”
27 Mayıs İhtilali’nden sonra İhtilal Komitesi tarafından Bozcaada’ya sürülen Pilavoğlu, iddialara göre Orta Anadolu’dan getirttiği 130 kadar müridiyle ada ekonomisine egemen oldu. Adanın pastanesi, kasabı, manavı, fırını hep onundu. ‘’Şarap üretmek günahtır, üzümlerini şarapçılara verenler cehennemde cayır cayır yanar” diyerek Müslüman bağcıların yüreğine korku salan Pilavoğlu, adayı terk eden Rumların bağlarını teker teker satın alarak pekmezcilikten servet edindi. Adada kaymakamlık yapan Kutlu Aktaş’ın anlattığına göre, karısının ihbarı üzerine Bozcaada’daki evinin üst katında üç oğlan çocuğuyla basıldı ve “elle fiili livata” suçuyla yargılandı. (http://www.yeniasir.com.tr/a/dizi/siluet/siluet4.htm) ...
Ticani tarikatının bize bıraktığı miras ise, dinci akımlara yönelik saldırılarda sık sık tekrarlanan “mürteciler, Ticaniler” repliği ile 5816 sayılı Kanun oldu.
Radikal2, 27.8.2006
|