AKP milletvekilleri altı buçuk fireyle tezkereyi kazasız belasız geçirdiler. Ama çok sevinçli olmadıkları ortada. Hatta çoğunun vicdanen rahatsız olduğunu kestirebiliriz. Tezkere geçti ama onların dertleri tasaları bitmedi, hatta asıl çile başladı.
Hükümet ve kraldan çok kralcı davranan bazı kanaat önderleri, sanki Türkiye Lübnan’a asker göndermek zorundaymış, başka seçenek yokmuş gibi bir hava yarattılar. Büyük oynamaktan bahsettiler ama kaçamak güreştiler. Göğüslerini gere gere,vatandaşın gözlerinin içine baka baka asker göndermeyi savunamadılar. Dört koldan gelen eleştiriler üzerine de, sanki Türk askeri pikniğe gidiyormuş gibi bir güç ve görev tarifi yaptılar. Özetle, hiç samimi davranmadılar, bizden çok şey gizlediler ve halka rağmen halk çocuklarını ateşe sürmekten çekinmediler. Bir kez daha gördük: iktidar adamı çok kötü bozuyor.
Hevesleri kursaklarında kaldı
Ne var ki Barış Gücü’nü İsrail-ABD ortak stratejisinin bir ürünü, bir komplo olarak göstermeye çalışmak ve hükümeti oradan köşeye sıkıştırmaya çalışmak da haksızlık olacaktır. Çünkü bu, ağırlıkla Avrupa Birliği’nin inisiyatifiyle geliştirilmiş bir ara formül. İsrail ve ABD, topyekûn savaş stratejisinin tıkandığı bir noktada, istemeyerek de olsa BM’nin devreye girmesine razı oldular.
Önce bir hatırlatma: İsrail’in önce Filistin’e, ardından Lübnan’a saldırısı ABD’deki neo-conları (neo-con’lar) epey heyecanlandırmıştı. Örneğin William Kristol, “bu bildiğimiz Arap-İsrail çatışmasının devamı değil, cihatçı İslamcılığa karşı beklediğimiz savaş” diye İsrail’e övgüler yolladı. Kristol tespitini iki olguya;
1) Hamas ve Hizbullah’ın milliyetçi değil radikal İslamcı örgütler olmalarına; 2) Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi önemli Arap ülkelerinin ilk kez İsrail yerine Hizbullah’ı kınamalarına dayandırıyordu.
Kristol gibiler tabii ki Amerikan yönetimini, İsrail’e, denetimsiz saldırganlığına sessiz kalarak destek vermesi nedeniyle alkışladılar. Lübnan operasyonunun ilerde İran ve Suriye’ye yapılacak harekatların ön hazırlığı olduğunu, olması gerektiğini de ısrarla vurguladılar.
Ama hevesleri kursaklarında kaldı. Hizbullah çok ağır darbeler aldı ama yenilmedi. Yenmiş de sayılmaz, ama Araplar başta olmak üzere Müslümanlar nezdinde ve hatta dünya çapında prestijini artırdı.
İsrail’in galip gelemediğiyse apaçık. Çiçeği burnunda Başbakan Ehud Olmert’in bariz beceriksizliği İsrail’i daha da sağa, yani daha uzlaşmaz bir çizgiye de savurabilir veya tam tersine barış yanlılarının önü açılmış olabilir. Bunu çok geçmeden göreceğe benzeriz.
Ne o, ne bu
Yıllardır bize veremle kolera arasında bir seçim yapmamız dayatılıyor: Önce Saddam ile Baba Bush, ardından Usame bin Ladin ile oğul Bush ve yine Saddam ile bu kez oğul Bush’tan birini seçmemiz istendi. Şimdi “ya Hizbullah, ya İsrail” diyorlar. Yarın da “ya Tahran, ya Washington” diye ısrar edecekler.
İsrail bu güce, kendisini Hizbullah saldırılarından koruma ve daha önemlisi Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir misyon biçiyor. Ama herhangi bir saldırı karşısında Lübnan’a misliyle cevap vermekten kaçınmayacağını da ısrarla tekrarlıyor.
Diyelim ki Hizbullah yine birkaç füze fırlattı ve İsrail de misilleme yaptı. Barış Gücü ne yapacak? Saldırdığı için Hizbullah ile, cevap verdiği için de İsrail’le karşı karşıya gelecek, belki de çatışacak. Sessiz kalması halindeyse, işte o an bu gücün misyonu bitmiş olacaktır.
Ne Hizbullah’a ne de İsrail’e güvenmediğim için Lübnan’a Türk askeri gitmesine karşıydım. Hâlâ karşıyım ama artık haksız çıkmayı umuyorum.
Vatan, 7.9.2006
|