Eski ABD Büyükelçisi Charles Sherrill’in 1933 yılında, Cumhurbaşkanı’yken Atatürk’le dine bakışı üzerine yaptığı söyleşi tarihçiler, aydınlar ve siyasetçiler arasında tartışma yarattı. Araştırmacı Rıfat N. Bali’nin ABD arşivlerinde bulup Toplumsal Tarih dergisi’nde yazdığı ve dün Radikal’in manşetten duyurduğu söyleşide Atatürk, ‘agnostik olmadığını, tektanrıya inandığını’ söylüyor, Türk halkının da dindar olmadığını, alışkanlıktan camiye gittiğini belirtiyordu.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Baskın Oran: Sherrill’in yazdığı bana çok makul geldi. Mustafa Kemal konusunda aynı tahminleri yürütüyorum. Deisttir (tanrıya inanan, dini reddeden). Tanrıcıdır fakat dinle pek iştigal etmemiştir. Bunun bir uzantısı olarak Fransız devriminin o çok radikal antiklerikalizminin (ruhbaniliğe karşıtlık) etkisi altındadır. Bu aleyhtarlığı belirgindir. Sherrill’in izlenimini paylaşıyorum. Ancak Mustafa Kemal’e desteği şu veya bu biçimde azaltacak her bilgi saklandı. Bu bilgilerin açıkça sansür edildiğini sanmıyorum. Çünkü korku ve saygı iç içe geçmişti. Ancak Mustafa Kemal, çoğu asker ya da asker kökenli gibi, meşruiyetçidir. Meşruiyet aramaya, bulamazsa da meşruiyet göstermeye çalışır.
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Halil Berktay: Musafa Kemal bir Jön Türk ve o nesil içinde, Abdullah Cevdet gibi, aynı düşünceye sahip başkaları da var. Pozitif bilimlere çok inanan, dini inanışları iskonto eden bir nesil bu. Hepsi ateist değil. Enver Paşa belirgin biçimde dindar örneğin.
Ama yetişme tarzları ve 19. yüzyıl sonlarının düşünme sistemi çereçevesinde pozitif bilimciliği yücelten ve dini iskonto eden bir yerde duruyorlar. Bazıları için ateizm, bazıları için de deizm denk düşüyor. Kafasında ve ruhunda İslami inanış ve ibadet pratiklerini gösteren bir bilgi yok.
Hayatı, siyasal pratiği, çeşitli uygulamaları en azıdan İslam kökenli kurumlarına karşı radikal bir tavır alışı var. Genel bir tanrı inancının insanlığa yararı olduğunu söylemekle beraber İslami kurum ve geleneklere karşı ortadan kaldırıcı politikalarını savunur. Ruşeni’nin kitabında geçen ‘Din yok, millet var’ ifadesinin yanına ‘Çok doğru, bravo’ ifadesini düşmüştür. Kolektif ibadet eylemine, camide namaz kıldığına da rastlamıyoruz. Varsa bile resmi uygulama tarafından silinmiş durumda. Ateist olduğunu söylemiyorum. Ama dindar biri değil. Sonuç olarak, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ sözü dine alternatif olarak ve ona karşı söylenmiştir.
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek: Atatürk hiçbir görüşünü gizlememiş, el yazısıyla yazmıştır. 1930’ların lise 1, 2, 3 ve 4. sınıf tarih kitaplarında, el yazısıyla not tutmuş, din hakkındaki görüşlerinin kitapta yer almasını istemiştir. Medeni bilgileri kitabında da var bunlar. Özetle şunları söyler: ‘Allah fikri, Mısır’da belli toplumsal süreçlerde ortaya çıktı. Kabilelerin allahları vardı. En son biri hâkim olunca kendi allahını kabul ettirdi ve siyasi süreçlerde allah fikri doğdu. Hazreti Muhammet, devrimciydi fakat Kuran, vahiy yoluyla gelmedi, kendi fikirlerinin ürünüydü.’
Sherrill’in raporunda geçen, ‘Tiksinirler’ ifadesini kullanacağını sanmıyorum. Bu bir çevirmen hatası olabilir. Çünkü Atatürk ile Sherrill tercüman aracığıyla görüşüyorlar. Rapordaki, Atatürk’ün ‘inandığı’ yönünde bilgiler hatalı. Çünkü ders kitaplarında, doğanın üstünde hiçbir varlık olmadığını yazıyor. Rapordaki, dinin sosyolojik bir olgu olduğu görüşü ise doğrudur.
Yazar Erdoğan Aydın: Mustafa Kemal’in ‘ateist’ olduğunu düşünüyorum. 1930’lu yıllarda çıkan tarih dersi kitaplarında, Hazreti Muhammet için ‘Döneminin önder kişiliğidir ve İslam’ı düzenlemiştir, Arap peygamberidir’ denir. Kendisi bir yönetici olarak, her türlü dini ve şeriatçı yorumu tasfiyeye uğraşırken, dini sosyal kontrol mekanizması olarak korudu. Kişisel hayatında dine ait en küçük bir öğe bulunamaz. Kurtuluş Savaşı’nda ve sonrasında İslami basınçla karşı karşıyaydı. Kendi yoldaşları bile dindardı. Cumhuriyet’in organize edildiği süreçte, dindar olmadığı halde, onu dine sahip çıkar gibi gösterirler. ‘Bizim dinimiz en ileri dindir’ ifadesi buradan gelir. Burjuva demokratik reformların etkisini kırmayacak bir Mustafa Kemal imajı yaratıldı.
Yazar Ayşe Hür: Biyografisini yazacağını düşündüğü adama böyle bir imaj çizdiğini sanmıyorum. Aslında Mustafa Kemal din konusundaki görüşlerini, İzmir Konferansı’nda aktarır. Kendisi Fransız sosyologlarından etkilenmiştir. Dini modernleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olarak görüyor.
Radikal, 7.9.2006
|
AKP milletvekilleri altı buçuk fireyle tezkereyi kazasız belasız geçirdiler. Ama çok sevinçli olmadıkları ortada. Hatta çoğunun vicdanen rahatsız olduğunu kestirebiliriz. Tezkere geçti ama onların dertleri tasaları bitmedi, hatta asıl çile başladı.
Hükümet ve kraldan çok kralcı davranan bazı kanaat önderleri, sanki Türkiye Lübnan’a asker göndermek zorundaymış, başka seçenek yokmuş gibi bir hava yarattılar. Büyük oynamaktan bahsettiler ama kaçamak güreştiler. Göğüslerini gere gere,vatandaşın gözlerinin içine baka baka asker göndermeyi savunamadılar. Dört koldan gelen eleştiriler üzerine de, sanki Türk askeri pikniğe gidiyormuş gibi bir güç ve görev tarifi yaptılar. Özetle, hiç samimi davranmadılar, bizden çok şey gizlediler ve halka rağmen halk çocuklarını ateşe sürmekten çekinmediler. Bir kez daha gördük: iktidar adamı çok kötü bozuyor.
Hevesleri kursaklarında kaldı
Ne var ki Barış Gücü’nü İsrail-ABD ortak stratejisinin bir ürünü, bir komplo olarak göstermeye çalışmak ve hükümeti oradan köşeye sıkıştırmaya çalışmak da haksızlık olacaktır. Çünkü bu, ağırlıkla Avrupa Birliği’nin inisiyatifiyle geliştirilmiş bir ara formül. İsrail ve ABD, topyekûn savaş stratejisinin tıkandığı bir noktada, istemeyerek de olsa BM’nin devreye girmesine razı oldular.
Önce bir hatırlatma: İsrail’in önce Filistin’e, ardından Lübnan’a saldırısı ABD’deki neo-conları (neo-con’lar) epey heyecanlandırmıştı. Örneğin William Kristol, “bu bildiğimiz Arap-İsrail çatışmasının devamı değil, cihatçı İslamcılığa karşı beklediğimiz savaş” diye İsrail’e övgüler yolladı. Kristol tespitini iki olguya;
1) Hamas ve Hizbullah’ın milliyetçi değil radikal İslamcı örgütler olmalarına; 2) Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi önemli Arap ülkelerinin ilk kez İsrail yerine Hizbullah’ı kınamalarına dayandırıyordu.
Kristol gibiler tabii ki Amerikan yönetimini, İsrail’e, denetimsiz saldırganlığına sessiz kalarak destek vermesi nedeniyle alkışladılar. Lübnan operasyonunun ilerde İran ve Suriye’ye yapılacak harekatların ön hazırlığı olduğunu, olması gerektiğini de ısrarla vurguladılar.
Ama hevesleri kursaklarında kaldı. Hizbullah çok ağır darbeler aldı ama yenilmedi. Yenmiş de sayılmaz, ama Araplar başta olmak üzere Müslümanlar nezdinde ve hatta dünya çapında prestijini artırdı.
İsrail’in galip gelemediğiyse apaçık. Çiçeği burnunda Başbakan Ehud Olmert’in bariz beceriksizliği İsrail’i daha da sağa, yani daha uzlaşmaz bir çizgiye de savurabilir veya tam tersine barış yanlılarının önü açılmış olabilir. Bunu çok geçmeden göreceğe benzeriz.
Ne o, ne bu
Yıllardır bize veremle kolera arasında bir seçim yapmamız dayatılıyor: Önce Saddam ile Baba Bush, ardından Usame bin Ladin ile oğul Bush ve yine Saddam ile bu kez oğul Bush’tan birini seçmemiz istendi. Şimdi “ya Hizbullah, ya İsrail” diyorlar. Yarın da “ya Tahran, ya Washington” diye ısrar edecekler.
İsrail bu güce, kendisini Hizbullah saldırılarından koruma ve daha önemlisi Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir misyon biçiyor. Ama herhangi bir saldırı karşısında Lübnan’a misliyle cevap vermekten kaçınmayacağını da ısrarla tekrarlıyor.
Diyelim ki Hizbullah yine birkaç füze fırlattı ve İsrail de misilleme yaptı. Barış Gücü ne yapacak? Saldırdığı için Hizbullah ile, cevap verdiği için de İsrail’le karşı karşıya gelecek, belki de çatışacak. Sessiz kalması halindeyse, işte o an bu gücün misyonu bitmiş olacaktır.
Ne Hizbullah’a ne de İsrail’e güvenmediğim için Lübnan’a Türk askeri gitmesine karşıydım. Hâlâ karşıyım ama artık haksız çıkmayı umuyorum.
Vatan, 7.9.2006
|