|
|
|
‘İhanet’ demeden konuşamaz mıyız? |
Siyaset dilimizin geçer akçesi ‘ihanet’ yaftası son günlerde yeniden dolaşıma girmiş görünüyor. Hükümetin, Lübnan’da konuşlandırılacak olan BM ‘Barış Gücü’ne katkıda bulunacağını açıklaması ana muhalefet partisinin sert tepkisine yol açtı. CHP sözcüleri, ihanet demekle aşağı yukarı aynı anlama gelebilecek sözlerle, hükümetin bu kararını protesto ettiler. Buna ve söz konusu kararı eleştiren başkalarına hükümetin sert cevabı da gecikmedi; bu sefer Başbakanın kendisi Lübnan’a asker göndermeye karşı çıkanları ihanetle suçladı.
Oysa, kim yaparsa yapsın, muhalif veya muarızlarına ‘hain’ vb. ağır ithamlarda bulunmak tehlikeli bir kolaycılıktır ve aslında ‘siyaset’i imkánsız hale getirmekten başka bir işe de yaramaz. Bunun gibi, şu veya bu nedenle tasvip edilmeyen yasal veya idarî bir girişimi hemen ‘anayasa ihláli’ olarak nitelemek de bizde yaygın olan bir tutumdur ve o da ayni işlevi görür. Çünkü, bu gibi tutumlar bir yandan demokratik politik aktörlerin meşruluğunu zayıflatır, öbür yandan da kamu meselelerinin sahici anlamda tartışılmasını engeller. Açıktır ki soğuk kanlılığımızı yitirirsek, bırakınız tartışmayı, konuşamayız bile. Bu gibi suçlamalar, ayrıca, sivil toplumun hem -partizan anlamda- aşırı politikleşmesine yol açarak demokrasinin altını oyar, hem de toplumsal gerilim ve kutuplaşmayı artırır.
Muhataplarına bu kabil saded harici ağır ithamlar yöneltmenin nedenlerinden biri, itham edenin, kendi pozisyonunu akılcı yoldan soğukkanlı bir şekilde savunabilecek bilgi ve fikir donanımından yoksun olması olsa gerektir. Malum, buna kısaca ‘acz’ deniyor. Hatta bazı durumlarda, ‘ihanet’ten veya ‘anayasa ihlali’nden dem vurmak doğrudan doğruya kendine güvensizlikten veya kendi görüşünden emin olmamaktan da kaynaklanıyor olabilir.
Bir de şu var: Yabancı işgaline uğramış olmak gibi, gerçekten çetin şartlar içinde bulunan ülkelerde ihanet yaftasının dolaşıma girmesi genellikle kolaylaşır. Böyle bir ortamda rakipler birbirlerinin belki sadece politik olarak isabetsiz, hatalı veya ‘yerinde’ olmayan tutumlarını kolaylıkla ve samimiyetle ihanet olarak görebilirler. ‘Vatana ihanet’ kavramı bu nedenle de politik rolleri samimî ve sahici bir tanımlama çabasıyla ilgili değildir. Aynı nedenle, Türkiye’nin bugünkü şartlarında rakiplerini ihanetle suçlamak anlamsızdır da.
Görülüyor ki, ‘vatan haini’ kavramının objektif bir anlamı olduğu çok şüphelidir. Ama, Türkiye’de buna politik mücadele aracı olarak sıkca ve kolaylıkla başvurulması belki de bundan dolayıdır. Demek istediğim, eğer bununla ‘vatana kötülük etmek’ kastediliyorsa, böyle bir kötülüğün gerçekten de var olup olmadığını ‘vatanın iyiliği’yle ilgili politik düşüncelerimizden ve içinde bulunulan şartlardan bağımsız olarak belirlemeye imkân yoktur. Daha da önemlisi, kimin ‘vatan haini’ olduğunu belirleyebilme konumu bilgiye ve gerçeklere dayanan moral bir otoriteyle ilgili olmayıp, çok kere, doğrudan doğruya iktidar mevkiinde bulunmanın bir fonksiyonudur.
Daha sade bir anlatımla, ‘hainler’in kim olduğunu veya kimlerin hain olduğunu her zaman galipler belirlerler. Tabii burada ‘iktidar’ derken şu veya bu hükümeti veya çoğunluk partisini değil, sahiden iktidar olanı -açıkcası, ‘egemen’i- kastediyorum. Bu açıdan, meselâ Başbakan Erdoğan’ın Lübnan’a asker gönderme konusunda kendisinden farklı düşünenleri ihanetle suçlaması çok uygunsuz ve açıkca yanlış bir tutum olsa da, sonuçları bakımından, aynı ithamda bulunabilecek başka bazı aktörlerinki kadar ürkütücü görünmeyebilir.
Asıl korkmamız gereken, ‘vatan haini’ ithamını sözde bırakmayıp, devletin ‘kahredici’ gücü marifetiyle onun ‘gereği’ni de yapabilecek konumda olanlardır. Ama bu, vatana ihanet suçlamasının her halukârda demokratik siyaset için ‘hayra alamet’ bir şey olmadığı hükmünü geçersiz kılmaz.
Star, 4.9.2006
|
Mustafa ERDOĞAN
05.09.2006
|
|
|
Oylama öncesi son muhasebe |
Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi sadece “Hizbullah’ın silahsızlandırılması”yla ilgili değildir. Asker göndermeden yana olanlar, olayı salt Hizbullah veya Lübnan’la ilişkili tutarak aslında önümüzdeki dönemde bizi bekleyen büyük tehlikenin üstünü örtüyorlar (veya kendileri de bunun farkında değiller).
Fadlallah, “Türk askerinden rahatsızlık duymadıklarını, aksine diğerlerine göre farklı ve üstün bir konumda tuttuklarını” söylüyor. Nasrallah da, “Eğer silahlarımızı elimizden almayacaklarsa Lübnan’a asker gelsin.” diyor ve ekliyor: “Ama savaşçılarımızı silahsızlandırmaya kalkışırlarsa karşı koyarız. Ayrıca İsrail, Lübnan’ın herhangi bir yerinde kalacak olursa ona karşı savaşırız.”
Durum açık: Barış Gücü, saldırgan İsrail’i durdurmak veya Hizbullah ile İsrail arasında tampon bir bölge -mesela iki ülke sınırı üzerinde 10 km’lik bir alan- oluşturup konuşlanmak üzere gitmiyor, aksine Litani Nehri ile İsrail arasındaki bölgeye gidiyor. Bu, kaçınılmaz olarak çatışma olacak demektir. Abdullah Gül’ün dediği gibi gerektiğinde “süngü savaşı” bile olabilir.
Bütün bunların ötesinde “çok ciddi bir durum” söz konusu; bu, kamuoyunun dikkatinden kaçırılıyor. Durum şu: ABD, İran’ı vurmaktan vazgeçmiş değil, bütün gelişmeler ABD ve İsrail’in nükleer silah kullanarak İran’ı vuracağı yönünde. İsrail ve ABD’nin veya her ikisinden birinin Suriye veya İran’a saldırması durumunda Hizbullah’ın tavrı ne olacak? Tabii ki anında İsrail’e saldıracak ve muhtemelen bu sefer füzelerini yerleşim birimlerinin tam ortasına atacaktır. Sadece Hizbullah değil, Irak’ta üç büyük Şii grup (Sistani, A.Aziz el Hekim ve Mukteda es Sadr) da Amerikan kuvvetlerine saldıracaktır. Sünni dünyanın oturup olayları seyredeceği veya ABD’ye amigoluk yapacağı beklenemez. Bu, bütün bölgeyi içine alacak bir ateşin tutuşturulması anlamına gelir. Bu bir fantezi veya paranoya değildir. İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz, Hava Kuvvetleri Komutanı General Elyezer Shekdy’yi İran’la savaşacak kuvvetlerin başına atadı bile.
Soru şudur: İsrail ve Amerika İran’a saldırdığında Barış Gücü, Hizbullah’ın İsrail’e saldırmaması için elinden geleni yapacaktır. Böylesine kritik bir zamanda Türk askeri ne yapacaktır? Sayın Başbakan, “Askerimizi geri çekeriz.” diyor. Bunu önemsiyorum, inşallah dediğini yapar. Ama İsrail ve Amerika’nın ısrarla Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesini istemelerinin gerisinde başka niyetler var. Türk askerinin çatışma dışında kalmasının hiçbir garantisi yoktur; askerimiz istemese bile önceden planlanmış provokasyonlar onu ateşin içine çekmeye yeter. Böyle bir durumda Türkiye, resmen Suriye ve İran’a karşı oluşan cephede yer almış olacaktır ki, İsrail’in de istediği budur. Açık olarak Türkiye kendi inisiyatifiyle değil, İsrail-ABD zorlamasıyla bu işe bulaşıyor. “Büyük devlet” kendi inisiyatifiyle hareket eder; Rusya, Hindistan ve Çin küçük devletler değildir. Bugüne kadar BM’nin hiçbir kararını takmamış olan İsrail’in 1559 ve 1701 No’lu kararlara dört elle sarılmasının sebepleri üzerinde düşünmek lazım.
Hizbullah’la çatışacağız; Arap ve Müslüman dünyanın husumetini kazanacağız; beklenen savaşta İsrail ve ABD’nin yanında İran’a ve Şii dünyaya karşı yer almış olacağız, oysa Türk kamuoyunun ezici çoğunluğunun gönlü ve desteği aksi yöndedir. Türkiye’nin karambole getirilip ateşin içine çekilmesinin diğer bir sebebi, sistemli bir biçimde oluşturulmak istenen “Sünni-Şii çatışması”nda, Türkiye’ye “Sünni blokun hamisi” rolü verip büyük bir fitnenin ateşini tutuşturmaktır. Bugün mezhep savaşlarının veya mezhepler temelinde kültürel-politik kimlik oluşturmanın hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur. Herkes kendi mezhebine göre amel etsin, ama mezhepçilik fitne, ölüm ve yıkımdır. Umarım, yarınki oylamada iktidar-muhalefet, bütün milletvekilleri durumun vahametinin farkında olarak davranır ve oylarını öyle kullanır. Bu, lider ve parti çıkarından, yaklaşan seçim hesaplarından, parti ve bürokrasi içindeki güç odaklarının angajmanlarından çok daha önemli bir konudur. Kritik günlerin içinden geçiyoruz, her adımın bir değeri vardır. Durum hiç de öyle propaganda edildiği gibi değildir.
Zaman, 4.9.2006
|
Ali BULAÇ
05.09.2006
|
|
|
DYP’nin şansı |
AK Parti’ye karşı muhalefetin soldaki ana eksenini CHP oluşturuyor. İktidarın ‘merkez sağdaki ana muhalefet zeminini’ ise DYP oluşturuyor.
İddiamızı tekrarlayalım:
‘AK Parti yüzde 25-30 oranında oy alsa bile (ki bunun gerçekleşme olasılığı yüksek gözüküyor) sol veya sağ, muhalefetten bir partinin de bu civarda bir seçmen desteğine ulaşma potansiyeli yüksektir.’
Burada ‘anti-AKP blok’ ve bunun karşısındaki ‘toplanma-birikme’ kastediliyor. AKP, 3 Kasım’da sağladığı toplumsal kesimlerin desteğini bünyesinde hala tutmaktadır. Bu kesimler bellidir ve orada bir çözülme yoktur. Karşı blokta bir arayış ve bekleyiş yükseliyor. Merkezdeki bir partinin ‘güçlendiği algısı’ yerleşir ve bu partinin AKP’ye karşı iktidar şansı yakalayacağına inanılırsa, oraya doğru bir seçmen akışı yaşanabilir. Bunu, CHP’nin hangi koşullarda gerçekleştirebileceği bellidir. Bu noktada CHP kadar, belki daha fazla bir şansa DYP sahip olabilir.
DYP’nin ilk seçimde barajı aşarak ‘Meclis’e girmeye muhalefetteki partiler içinde en yakın noktada pozisyonlandığı’ genel kabul görüyor. Mehmet Ağar’ın son bir yıldaki ‘diğerlerinden ayrılan muhalefet anlayışı’ dikkatli gözlerden kaçmıyor. Terörle mücadele, Güneydoğu Anadolu politikası, Lübnan’a asker gönderme kararı gibi kritik politikalardaki sürpriz çıkışları Ağar’a ‘sağduyu puanı’ kazandırıyor.
DYP her şeyden önce ‘büyük ve köklü bir gelenekten’ geliyor. Kırsal kesimde şu anda bir yükseliş ivmesi yakaladılar. Geçen yıl Manisa’da 100 bin, bu yıl Ordu’da 50 bin çiftçinin toplanarak gösterdiği tepkilerin ilk bakacağı adres DYP’dir. DYP eğer, büyük kentlerde belli bir trend oluşturabilirse alacağı oy oranı ile pek çok kişiyi şaşırtabilir. Bunun için ‘partinin modernleşmesi’ gerekiyor. 1946’nın Türkiyesi değişti. Köylerden kentlere göçler yaşandı. DYP, buna ilişkin sosyal politikaları üretebilmelidir. Şehir teşkilatları ise yenilenmelidir.
Ağar, parti vitrinini rahatsız edici gürültülere rağmen yeniledi. Listelerinde aynı başarıyı gösterir ve parlak isimler, tanınmış akademisyenler, başarılı işadamları, deneyimli bürokratlar ve sivil toplumun önde gelen şahsiyetlerini kadrolarına katabilirse büyük kentleri de kazanabilir. Aksi halde DYP, İstanbul, Ankara ve İzmir’de son seçimlerdeki oy yüzdeleriyle ancak barajı aşan bir parti olarak kalır.
Ağar, aynı zamanda milliyetçi oyları çekebilme potansiyeline sahip görünüyor. ‘Terörü Ağar yener’ gibi bir algıdan beslenebilecek politikalar üretilebilir. Milliyetçi bir partiyi yükseltmek yerine merkezdeki bir partinin milliyetçi duyarlılığını geliştirmek bir grup seçmene ve hatta devlete cazip gelebilir. Bir Kürt-Türk çatışmasını istemeyen ama teröre karşı etkin mücadele arayanlar, Ağar’ı çare olarak düşünebilirler.
Mehmet Ağar’ın, seçim sonrası muhtemel bir AKP-DYP koalisyonuna yeşil ışığı şimdiden yakması ise olağanüstü başarılı bir hamledir. ‘AKYOL olasılığı’ şimdiden dışlanamaz.
Ağar’ın kadro, politika, söylem ve imajıyla bir rüzgar yakaladığı doğrudur. Ağar için belki de en doğrusu ‘çok çalışıyor’ tespitidir. Milletimiz çalışanı ödüllendirir. Seçimlere bir yıldan fazla var. Ağar’ın bu temposunu sürdüreceği bellidir. Kadrolarına bakıldığında bir ışıltı yakalanıyor. İş listelere kalıyor. ‘Gençliğin ateşi ile deneyimin bilgeliğini’ listelerine ve önümüzdeki bir yıldaki politikalarına (Cumhurbaşkanlığı seçimi buna dahildir) yansıtırsa, Kırat 2007 seçiminin sürprizini yapabilir.
Akşam, 4.9.2006
|
İsmail KÜÇÜKKAYA
05.09.2006
|
|
|
Eksik olan |
Tek başına iktidar olmuş bir parti vardır Türkiye’de.
Eksik olan, AK Parti’ye alternatif olacak ve hem bu partiye karşı olanların hem bu partinin tabanının da gerektiğinde oy vereceği muhalefet partileridir. Mesela “Laik Cumhuriyeti” kutsayan ama başı örtülü olanları da kamu alanı dışına itmeyen bir parti... Dış politikada risk alabilirken, iç politikanın riskli konularının çözümünü sürekli ertelemeyen bir parti. Hem AB üyeliği için kendini ortaya atıp, hem de içeride tabanına hoş görünmek için sürekli AB’ye rest çekmeyen bir parti.
Önceki gün DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın basın toplantısında söyledikleri, bana yine gerçek ve gerçekçi muhalefete duyulan ihtiyacı hatırlattı. Ağar, Lübnan’a asker göndermeyi ak ve kara çizgisinde ele almak yerine kararı TBMM görüşmelerine bırakacaklarını söylerken, “Risk almak” konusunda da şu haklı düşünceleri seslendirdi:
-Meseleyi, Türkiye’nin dış politika meselelerini riskler vardır, bu riskleri alıyoruz diyenler iç politikada hangi riski aldınız ki siz? Türkiye’nin Güneydoğu meselesinden mi bir risk aldınız? Türkiye’nin üniversiteler meselelerinden mi bir risk aldınız? Demokratikleşmesinden mi bir risk aldınız? Yasaklar meselesinden mi bir risk aldınız? Yönetimin hangi konusunda risk aldınız? Uluslararası meselelerde risk üzerinden siyaset kahramanlığı yapmak kolaydır.
Evet... Türkiye siyasetinin eksiği, iktidarı bu açıdan eleştiren bir muhalefetin güçlü biçimde TBMM’de bulunmamasıdır şu anda.
Sabah, 4.9.2006
|
Mehmet Barlas
05.09.2006
|
|
|
Karanlık mihraklara |
Dün, “Demirciler Çarşısı Cinayeti”ni çağrıştırır gibi “İsmailağa Camii Cinayeti” başlıklı bir haberin ayrıntıları aktı gün boyu.
Camide cemaatin önde gelen isimlerinden biri vaaz verirken, 27 yaşındaki bir adam tarafından bıçaklanarak öldürülmüş. Bunun ardından çıkan arbedede katil de öldürülmüş.
Daha önce de aynı cemaatin önemli bir ismi camide kurşunlanarak öldürülmüştü. O cinayetin sır perdesi hálá aralanamadı.
Eğer işin içinde başka bir iş yoksa...
Acaba diyorum, bazı “karanlık mihraklar”, bu cemaatin üyelerinin sıra dışı görünümlerinden yararlanarak bir provokasyona mı imza atmak istiyorlar?
“Galeyana gelmiş Aczmendi tipi bir hareket” falan mı bekliyorlar?
Eğer bunu bekliyorlarsa bilsinler ki, bu cemaatten böyle bir infial çıkmaz.
Çünkü bu cemaat, politik bir cemaat değildir.
Kendilerine göre bir “İslam gettosu” kurmuşlardır ve kendi hallerinde yaşayıp gitmektedirler.
Yani işin içinde gerçekten karanlık mihraklar varsa...
Onlara şöyle seslenmek istiyorum:
Bu yapıdan size iş çıkmaz, boş yere mabette kan dökmeyin!
Hürriyet, 4.9.2006
|
Ahmet Hakan
05.09.2006
|
|
|
|