|
|
|
Demokrasiye karşı bürokrasi |
Öteden beri yazıp söylediğim bir şeyi yine tekrarlamak istiyorum: Türkiye’de aslında bir değil iki devlet var. Birisi, iyi-kötü demokratik meşruluğa dayanırken, diğeri -kimi yasal dayanakları bulunmakla- beraber asıl ‘meşruluğu’nu resmî ideolojiyle harmanlanmış bir ‘hikmet-i hükûmet’ felsefesinden alır. İlkine ‘demokrasi/siyaset’, ikincisine ise ‘bürokrasi/devlet’ denebilir. Bu manzara, birçok bakımdan alışıldık demokrasilerinkinden çok farklıdır.
Bir kere, Türkiye’deki demokratik meşruluğu temsil eden seçilmiş çoğunluklar sistem içinde iğreti konumdadırlar. Halkı temsil etmeleri onların sistemin gözünde meşru sayılmalarına yetmez. Sahiden ‘muktedir’ olabilmeleri için ise temsil etmek iddiasında oldukları halktan uzaklaşmaları ve ‘Devlet’e yanaşmaları gerekir. Bunun için ise, onların hem ‘(demokratik) siyaset’ten feragat etmeleri hem de ideolojik olarak başkalaşmaları beklenir.
İkincisi, başka demokrasilerdekinden farklı olarak, Türkiye’de ‘bürokrasi’ politika oluşturma bakımından ‘demokrasi’ye tabi değildir. Demokratik iktidar karşısında bürokrasinin özerkliği vardır. Nitekim, bir demokraside seçilmiş çoğunlukların yetkisinde sayılan temel politik tercihlerin çoğu Türkiye’de bürokratik devletçe belirlenir; hükûmet ve parlamentonun yaptığı ise bunları şeklen onaylamaktan ibarettir. Demokratik çoğunluğun bu durumu kabullenmeyip ‘devlet alanı’na karışmaya kalkması haddini bilmezlik sayılır.
Üçüncü olarak, Anayasa’nın ‘yetki haritası’nın bilerek yaratılmış olan belirsizliği bürokrasinin durumunu güçlendiren bir faktördür. Şöyle ki: Anayasa bir yandan kamu işleri konusunda parlamentoyu tam yetkili kılar ve hükümetin yetkisini de genel terimlerle tanımlarken, öbür yandan kendi inisiyatifiyle icra-yı faaliyet edecek ve yetki alanları demokratik çoğunluğunkiyle büyük ölçüde örtüşen özerk bürokratik yapılar oluşturmuştur. YÖK ve MGK bu durumun tipik örnekleridir. Cumhurbaşkanlığının adeta ikinci bir hükûmetmiş gibi düzenlenmiş olması da bu manzarayı tamamlamaktadır. Bu arada belirtmek gerekir ki, Türkiye’de cumhurbaşkanı seçiminin başka hiçbir parlamenter demokraside olmadığı kadar ‘kritik’ bir mesele addedilmesinin sırrı da burada yatmaktadır.
Bu gibi özerk güç odaklarının resmî ideolojinin bekçiliğiyle ilişkilendirilmeleri de bu alanlara demokratik siyasetin müdahale etmesini veya bu alanlar üzerinde yetki iddiasında bulunmasını zorlaştırmaktadır. Bu durum, söz konusu özerk güç odaklarının, YÖK’ün son tasarrufunda olduğu gibi, açık ‘yetki gasbı’nda bulunmaları halinde bile değişmez. Bütün demokrasilerde açıkça politik bir yetki olan Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağını belirleme işinin askerlerin kendi başlarına kararlaştırdıkları rutin bir idari işleme dönüşmüş olması da aynı sebepledir. Bu bağlamda hatırlamamız gereken başka bir örnek de yüksek yargının durumudur. Bu mahkemeler teknik-hukukî kararlar yerine politik bildiri niteliğinde kararlar yazabiliyor ve Anayasa’nın açık yasağına rağmen yasama veya yürütme niteliğinde kararlar verebiliyorsalar, bu gücü ‘Türk Milleti’nden değil Anayasa’nın ideolojik kimliğinden aldıklarına şüphe yoktur.
Böylece, halka karşı hiç bir sorumluluğu bulunmayan ama basbayağı politika yapan ve bunun maliyetini halka yükleyebilen ucube kurumsal yapılar ‘Türk modeli’nin karaktersitik özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Kimileri hokkabazlık yaparak bu durumun ‘anayasal demokrasi’nin gereği olduğunu söyleseler de, gerçek durumun böyle olmadığını onlar da pekala biliyorlar. Çünkü anayasal demokrasi, devleti demokrasiden değil, yurttaşları devletin aşırılıklarından korumak için vardır. Anayasal demokrasinin, devlet ideolojisine yaslanarak yerleşik düzenin olduğu gibi muhafazası uğruna sivil hakları ve demokrasiyi budamakla hiç bir ilgisi yoktur.
Star, 24.08.2006
|
Mustafa Erdoğan
25.08.2006
|
|
|
‘Mazlûm edebiyatı’ var tamam da, zalim yok mu? |
Medyadaki kimi meslektaşlarımızda yeni bir tavır dikkat çekmeye başladı. Batı’nın Orta Doğu’ya reva gördüğü şiddet, savaş, adaletsizlik insanı isyana kışkırtacak boyutlara ulaştığında bunlar “Aman ha, mazlum edebiyatı yapma!” diye hemen karşı çıkıp frenlemeye çalışıyorlar.
Zalimin pişkin şiddetinden çok mazlumun “edebiyatı”nı problem olarak gören garip bir tavır bu...
Tabii bir yanıyla “artık işin asıl bu yanını düşünmemiz gerekir” havasında medyatik-entelektüel bir çaba havası var.
Ama biraz daha yakından bakarsanız bu tavrın yavaş yavaş çok ciddi bir tahakküm siyasetinin tuğlalarını ördüğünü görüyorsunuz.
İlginçtir; mümkün mertebe bugünkü şiddeti tartışmaktan kaçınıyor fakat mazlumun yarın nasıl da zalim olabileceğini anlatmaya bayılıyorlar.
Sorarsanız, “gerçekçiyiz” diyorlar; “ne yazık ki gerçek bu!”
Ama size bu gerçeğe karşı insani bir öfke ve haykırışla başkaldırma hakkı tanımıyorlar.
Bunu yaparsanız da onların gözünde “gariban ve mazlum edebiyatı yapan sözde aydınlar” arasına karışmış oluyorsunuz.
“Hangi taraftan olursa olsun hiçbir çocuk ölmesin; çocuklar ölmesin” diyorsunuz, içlerinden biri kalkıp “bunlar saçı sakalı ağarmış aşk meşk yazarlarının ucuzluklarıdır” diye laf dokundurmaya çalışıyor.
Yetmiyor, aklı sıra Orta Doğu’yu çözümlemeye kalkıştığı yazısını “kardeşim savaşta çocuklar ölür, hiç zırlamayın” anlamına gelen leş bir “gerçekçilik”le bitiriyor.
***
Bu tavır karşısında zaman zaman “pes artık!” dediğim oluyor.
Ben de biliyorum ki, zalimle mazlum bir aynanın iki yüzü gibidir. Asıl olan o aynayı kırıp tuzla buz etmektir.
Fakat önce zalime zalim, haksızlığa haksızlık, şiddete şiddet, bombaya bomba, rokete roket, ölüme ölüm, katliama katliam demek gerekmez mi?
Neden önce bunların adını koymaktan kaçınıyorsunuz?
Hepsi bir yana, benim bu arkadaşlarda anlayamadığım şey şu: Şarkılar, türküler, filmler, romanlar ve kendi gençlik yıllarındaki dünya hakkında tatlı hayaller kurararak yazmayı seviyorlar da neden konu siyaset ve uluslararası ilişkilere gelince hayalleri kuruyuveriyor?
Güzel hayalleri olmayan ve bizi sürekli pragmatizme çağıran bir siyaset dünyayı güzelleştirebilir mi?
Vatan, 24.08.2006
|
Haşmet Babaoğlu
25.08.2006
|
|
|
Önce el kaldıranların oğulları gitsin |
Bu ülkede askerlik zorunlu hizmet. Ancak bunca ölüme rağmen insanlar bunu vatan hizmeti olarak görüyor.
Şehit cenazeleri bile çocukların askere yolculuklarının bir şenlik havasına dönüşmesini engellemiyor.
Adı üzerinde vatan hizmeti.
Şimdi bu zorunlu hizmetin kapsamını değiştirip vatan hizmetinden başka bir şeye çevireceksiniz, vatan savunması diye silah altına aldığınız gençleri Lübnan’a göndereceksiniz ve onun fikrini bile sormayacaksınız.
Üstelik eşit koşullarda yapılması gereken bu hizmeti sadece garibanların üstüne yıktığınızı bilerek yapacaksınız.
Bu ülke yıllardır terörle mücadele savaşı yürütüyor.
Genç bedenler Türk Bayrağı’na sarılı tabutlarla geliyor. Bu uğurda kaybettiğimiz can sayısı binlerle ifade ediliyor.
Peki size soruyorum?
Bunca kayıp arasında bir tane bakanı bırakın, milletvekili, general, üst rütbeli subay, işadamı, etkili gazeteci oğlu var mıdır?
Veya Teşvikiye Camii, Bebek Camii, Levent Camii’nden kalkan şehit cenazesi var mıdır?
Türk erkeğinin en kutsal saydığı bu görevi bile torpille kirlettikten sonra aralarında kendi evladınızın bulunmadığını bildiğiniz gençlerin başka ülkelerin sınırını koruması için bir göreve göndereceksiniz.
Vicdanınız rahat edecek mi?
Kendi oğlunuzu sakındığınız bir göreve başkalarının oğullarını gönderirken eliniz titremeyecek mi?
Ne uğruna?
Türkiye’nin bölgedeki etkinliğini artırmak diye palavralar sıkmayın.
Hepimiz biliyoruz ki Amerika’yı memnun etmek adına yapacaksınız.
Böylesi kritik bir yılda Bush kızıp Çankaya yollarına taş döşemesin diye elinizi kaldıracak, torpilsiz Mehmetler’i İsrail sınırını korumaya yollayacaksınız.
Bitmedi...
Bir göreve iç siyasi mülahazalarla talip olacaksınız ama görevin hukuki tanımlarını bile doğru düzgün yapmayacaksınız.
Şimdi, Türkiye BM kararı doğrultusunda Lübnan’a asker gönderirse, Hizbullah’a terörist diyen Batılı ülkelerin askerleriyle omuz omuza görev yapacak.
Onlar Hizbullah’a terörist diyor, görev tanımları belli. Peki siz Hizbullah’a ne diyeceksiniz?
Terörist mi, özgürlük savaşçısı mı?
Özgürlük direnişçisi olarak görüyorsanız, oraya giden Türk birliğinin görev tanımını nasıl belirleyeceksiniz?
Önce bu soruların cevabını verin, sonra içinizden en ateşlilerin oğullarının birkaçını bu birliğe gönüllü olarak koyun, biz de sizin samimiyetinize inanalım, kararınızı sonuna kadar destekleyelim.
Yoksa bize palavra sıkmayın.
Sabah, 24.08.2006
|
Ergun Babahan
25.08.2006
|
|
|
YÖK için mevzuat YOK mu?!. |
YÖK yani, Yüksek Öğretim Kurulu bütün sınırları zorlayan karar ve eylemleri ile âdeta devlet içinde devlet gibi... Herhalde Cumhuriyet tarihi boyunca, Türkiye’de hiçbir kurum, bilhassa Teziç başkanlığı döneminde; YÖK’ün sergilediği cinsten başına buyruk hareket etme, hükümete meydan okuma ve hukuku hiçe sayma gibi yanlış, zararlı ve tehlikeli uygulamalara başvurmamıştır. Hukuk devletinde, böylesine garip bir durumun tezahürü, üzerinde ciddiyetle durulması gereken konudur! Anayasa Hukuku Profesörü başkanı olduğu YÖK yönetimi, bu iktidarın iş başına geldiği günden beri; son derece agresif bir üslupla; radikal bir muhalefet partisi tavırları ile; ülke eğitimi için atılması gereken pek çok adımı engellemiştir, yararlı olabilecek projeleri sabote etmiştir. Yine bu dönemde YÖK, devletin yürütme organı olan hükümeti, tanımazlıktan gelerek; buraya sunması gereken teklifleri daha önce hiç benzeri görülmemiş tuhaf bir uygulama ile Cumhurbaşkanına götürmüştür!
YÖK’ün garip, tuhaf ve hukuk düzeninde izahı zor kararları ile eylemlerinin sayısı o kadar kabarık ki, hangi birini yazacaksınız... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü ile ilgili davanın seyrini etkilemeye yönelik toplu eylemleri hatırlardadır. YÖK bu eylemleri, laiklik ve rejimi koruma iddiasıyla gerçekleştirmiştir. Ancak bir taraftan rejim koruyuculuğuna soyunan YÖK, diğer taraftan bazı üniversitelerle ilgili olarak ayyuka çıkan yolsuzluk iddiaları, ideolojik kadrolaşmalar ve hukuk dışı uygulamalar karşısında derin bir sessizliğe gömülmüştür!.. Türkiye’de rejimi koruma ve laikliğe sahip çıkma o kadar istismara açık ki; pek çok kanunsuzluk pekala bu kisve altında sürdürülebiliyor.
YÖK son olarak yeni kurulan, daha doğrusu kurulmakta olan 15 üniversiteye son derece acayip bir yöntemle rektör atadı! Teziç’in “tedviren” diye izah ettiği bu yöntem; ne asalet, ne de vekalet prosedürüne uyuyor! Başka zamanlarda, sıradan bir devlet memurunun tayinini bile deve yapıp; ülkenin en önemli meselesi haline getiren medya; YÖK’ün bu son garabetini nedense hiç ele almadı. Her halde bunu da rejimin korunmasına matuf bir eylem olarak gördüğü için... Öyle ya, yeni kurulan üniversitelerin rektör adaylarını belirleme yetkisi hükümete aitken (daha önce bütün uygulamalar böyle yapılmıştır...); Anayasa Mahkemesinin çok tartışmalı bir kararı ortaya bir belirsizlik çıkardı. YÖK bu durumdan vazife çıkarıp, mevcut rektörlere, ikinci hatta bazılarına üçüncü rektörlükler tevdi ederek el çabukluğu ile hükümetin önünü kesmiş oldu!.. Şu memleketin haline bakınız!
Peki bütün bunlar karşısında, bu ülkede yasama organının, yürütme organının yapacağı bir şey YOK mudur? Yani YÖK’ün bu tarz yasal dayanağı olmayan uygulamalarını durduracak bir mekanizma YOK mudur?
Hukuk devletinde çözümsüzlük düşünülemez!.. Bize kalırsa yeni yasama yılında öncelikle ele alınması gereken konulardan biri de YÖK olmalıdır. Bunun için Anayasa değişikliği başta olmak üzere, gerekli her türlü yasal düzenleme yapılarak, keyfiliğe artık bir son verilmelidir. Bu hükümetin önündeki en önemli iki icraattan biri YÖK meselesidir. Diğeri de kısaca 2-B olarak bilinen orman vasfını kaybetmiş arazilerin statüsünün belirlenmesi ve satışı konusudur. Devletin önemli bir kurumunun yönetimi, mevzuattaki boşlukları kötüye kullanarak, hukuk düzenini ve devlet işleyişini zora sokan bir tutumu bu kadar kolayca sürdürememelidir.
YÖK’ün bir başka soru işaretleri ile dolu kararı da; yurt dışında tıp ve eczacılık eğitimi gören öğrencilerin diploma denklik meselesidir. Şimdiye kadar bu alanda çok çelişkili karar ve uygulamalara imza atan YÖK, son olarak denklik için seviye tespit sınavlarını kaldırdı ama, onun yerine sübjektif uygulamalara açık kapı bırakacak bir değişiklik getirdi. Buna göre, yeterliğinden kuşkulanılan bireyler için, kişi bazında denklik sınavı uygulamalarına gidilecek... Acaba kimlerin yeterliği hakkında kuşkulanılacak?!. Bekleyip görelim.
Türkiye, 24.08.2006
|
İsmail Kapan
25.08.2006
|
|
|
AKP kendini ateşe atıyor |
Hükümet Lübnan’a asker yollama konusunda kararlı. Bunun ilk nedeni Ortadoğu’da çokyanlı ve aktif bir rol oynama arzusu. Bunun gerçekleşmesi için Barış Gücü’nün, Türkiye’nin tartışmasız liderliğinde tam anlamıyla başarılı olması gerekiyor. Her türden başarısızlık Türkiye’nin bölgedeki işlevini olumsuz etkiler.
Kuşkusuz “Biz Lübnan’a asker yollarsak ABD de kendisini Kuzey Irak’taki PKK varlığına karşı bir şeyler yapmak zorunda hisseder” düşüncesi de hükümet çevresinde etkili oluyordur. Bu beklenti üzerine fazla konuşmak gereksiz; “yapacağı varsa çoktan yapardı” demek yeterli.
Daha önemli bir nedense, AKP’nin, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler öncesi, başta ABD olmak üzere Batı dünyasıyla ilişkilerini alabildiğine iyi tutmak istemesi. Daha açık ifadeyle, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2 Ekim’deki Beyaz Saray ziyareti öncesi Başkan George W. Bush’a jest yapmak istiyor.
Bu strateji birçok açıdan zaaflı:
1) Bush’un popülaritesi hızla azalıyor. Özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikaları yakın çevresinde bile çok sert eleştirilere maruz kalıyor.
2) Şu günlerde, dünyada ve özellikle Ortadoğu’da ABD ile birlikte hareket etmek veya öyle gözükmek pek akıl kârı değil.
3) Cumhurbaşkanlığı seçimi için doğrudan ya da dolaylı olarak Amerikan yönetiminin (en çok da TSK ile doğabileceksorunları engelleme konusunda) desteğini aramak ilk bakışta makul görünüyor. Ama bu arayış tam zıt sonuçlara da yol açabilir, örneğin ne zamandır Washington’da etkili olmaya çalışan AKP karşıtı lobinin eline birtakım kozlar verebilir.
Tam bir macera
Barış Gücü’nün oluşumu, görev ve hedefleri; Türkiye’nin bunun içinde kaç askerle nasıl yer alacağı belirsiz. Çatışan ve onları destekleyen tarafların hiçbiri güven vermiyor. Üstelik Lübnan buzdağının şimdilik görünen kısmı. İşin içinde Filistin sorunu, İran’ın nükleer silahlanması, Irak’ın geleceği, Kürt sorunu, kısacası Ortadoğu’nun kangren olmuş tüm hastalıkları var.
Kısacası risk çok fazla. Her ne kadar asker gönderilmesine kesinlikle karşı çıkanların sesleri cılız çıkıyorsa da kamuoyunun gelişmeleri yakından ve hassasiyetle takip ettiği seziliyor. Dolayısıyla iç siyasetin alabildiğine önem kazanacağı bir dönemin arifesinde AKP tam bir maceraya sürükleniyor.
Ya Hizbullah ile çatışılırsa
Lübnan’daki Türk askerinin sıcak çatışmaya girmesi durumunda, ülke olarak Türkiye, iktidar partisi olarak AKP ciddi bir fatura ödeyecektir. Hele çatışılan tarafın İsrail değil de Lübnanlılar (Hizbullah) olması tam bir kâbus olur. Kimse böyle bir çatışma olmayacağının garantisini veremez.
Böylesi bir ihtimal sadece geleneksel tabanda değil, TBMM Grubu, hatta hükümet içinde bile ciddi çalkantılara, yarılmalara ve kopmalara yol açabilir. Bunun sonucunda radikal İslamcılık yeniden güçlenecektir.
Hal böyleyken, daha önce tezkereye karşı çıkmış bazı muhafazakâr yazarların bu sefer “neden olmasın” tarzı bir tavır içinde olması epey yadırgatıcı.
Hükümet asker yollama sorumluluğunu tek başına üstlenme yerine, doğal süreci işletip asker yollama kararını TBMM’ye bırakacağa benziyor. AKP yönetimi 1 Mart 2003 tezkeresindeki hüsranı bir kez daha yaşamamak için daha dikkatli ve planlı hareket ediyor. Eğer hükümet tezkere yollarsa, bu, büyük bir ihtimalle AKP’den yok denecek kadar az fireyle geçer. Geçer geçmesine de her haber, yeniden seçilme derdindeki milletvekillerini heyecana sevk eder. Sonuçta her AKP milletvekili birer Lübnan (Ortadoğu) uzmanı olur çıkar.
Vatan, 24.08.2006
|
Ruşen Çakır
25.08.2006
|
|
|
|