Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Dün Bosna’ydı, bugün Filistin

Yine bir 11 Temmuz’du.

Sıcaktı.

Hasan panik halinde Birleşmiş Milletler’in Bosna’daki askeri karargâh binasına girdi.

Hollandalı Binbaşı Franken’in odasına daldı.

Elindeki listeyi Binbaşı’ya verdi.

Binbaşı, listeyi önüne çekip incelemeye başladı.

Bu, Srebrenica’daki Potoçari kampında görevli personelin listesiydi.

* * *

Kampı kuşatan Sırplar içeri sığınan Boşnak mültecilerin kendilerine teslimini istiyorlardı. “Sadece kamp görevlileri içeride kalabilecek, aksi takdirde kamp bombalanacak”tı.

Hollandalı komutan bu baskıya direnememiş ve hemen personelin bir listesinin hazırlanmasını istemişti.

Listedekiler kalacak, diğerleri Sırplara teslim edilecekti.

* * *

Kamptaki 25 bin mülteci arasında Hasan’ın annesi, babası ve kardeşi de vardı. Hasan kampta tercüman olarak çalışmaya başlayınca onları da kampa aldırmıştı.

Burada güvende olduklarını düşünüyorlardı.

Ama şimdi Hollandalı komutan onları Sırplara teslime karar vermişti. Kararı mültecilere bildirme işi de Hasan’a kalmıştı.

Hasan, “Sizi teslim edecekler” deyince mültecilerden feryatlar yükseldi. Kimi isyan ediyor, kimi Sırplara verilmektense ölmeyi tercih edeceğini söylüyordu.

Ama, Hollandalı komutan kararlıydı.

* * *

13 Temmuz günü kamp boşaltılmaya başlandı. Boşnaklar, Hollandalı askerlerin gözetiminde tek sıra halinde kamptan çıkarılıyor ve kapıda Sırp askeri araçlarına bindirilip götürülüyorlardı. Götürülenlerin hemen öldürüldüğü haberleri geliyordu.

Hasan panikteydi.

Kendisi görevli olduğu için kampta kalabilirdi, ama ailesi gidecekti.

Hiç olmazsa kardeşini kurtarabilmek için bir formül düşündü. Komutana götürdüğü personel listesinin sonuna 19 yaşındaki kardeşi Muhammed Nuhanoviç’in adını yazdı.

Listeyi inceleyen Hollandalı komutan parmağını listenin sonundaki bu isme basıp sordu:

“Kim bu?”

“Yeni alınan temizlikçi” dedi Hasan, “İki hafta önce alınmıştı, ama Sırp kuşatması nedeniyle işe giriş formaliteleri tamamlanamadı.”

“Hayır. Bizde böyle biri çalışmıyor” dedi Komutan...

Pembe bir kalem aldı ve listeden “Muhammed” ismini sildi.

Bu kalem hareketiyle onu hayattan da silmiş oluyordu.

* * *

Hasan kanı donmuş bir şekilde ayrıldı odadan...

Çılgın gibi sağa sola koşturdu. Bütün yetkililere yalvardı.

Olmadı.

Ailesiyle birlikte kamptan ayrılmaya karar verdi. Ancak babası vazgeçirdi onu bundan:

“Sen kalmalısın ve bu yaşananları tüm dünyaya anlatmalısın” dedi.

Kucaklaştılar.

Hasan, babasının, annesinin ve kardeşinin kamp çıkışında bir otobüse bindirildiğini gördü.

Bu, onları son görüşü olacaktı.

* * *

Hasan, babasının vasiyetine uyup ömrünü Bosna katliamını dünyaya duyurmaya adadı.

Sonunda başardı. Ama çok geçti.

Srebrenica katliamında, aralarında Hasan’ın ailesinin de bulunduğu 8 bin Boşnak katledilmişti.

Katliama seyirci kalan Hollanda hükümeti istifa etti.

Kamptan alınanların kurşunlanıp gömüldüğü toplu mezarın olduğu yere yıllar sonra Clinton tarafından bir anıt dikildi.

Hasan, katliamın 11. yıldönümü olan bugün, Saraybosna’da halkının mücadelesine devam ediyor.

Dünya, Bosna’yı unuttu bile...

Şimdi İsrail’in Filistin’deki katliamını seyrediyor.

* * *

Not: Hasan Nuhanoviç, yaşadıklarını 1999’da BM Bosna-Hersek Polis Görev Gücü’nde birlikte görev yaptığı Türk Emniyet Müdürü Ali Dikici’ye anlattı. Dikici de bunları kaleme aldı. Ali Dikici’nin bu konudaki makalesinin tam metnine (www.candundar.com.tr) adresinden ulaşabilirsiniz.

Milliyet, 11.7.2006

Can DÜNDAR

12.07.2006


 

Oranlar ve rakamların dili!

Cumartesi gazetelerinin büyük bölümünde iki önemli haber vardı.

İlk haberin özeti şöyle:

İsrail Maarif gazetesinde yayımlanan bir ankete göre, İsraillilerin % 82’si Hamas liderlerinin öldürülmesinden yana. Aynı ankete göre, -ki bu bilgi Türk gazetelerinde yok-, İsraillilerin %52’si sivilllerin ölümüne neden olsa bile Filistin hedeflerinin bombalanmasını onaylıyor. Ve %53’ü İsrail’in yılbaşında çekildiği Gazze bölgesini yeniden işgal etmesini istiyor.

İkinci haber ise Amerikan Pew araştırma şirketinin Türkiye’de yaptığı bir kamuoyu yoklamasının sonuçları ile ilgili.

Bu yoklamanın sonuçlarına göre Türklerin % 63’ü Filistinillere, %5’i İsrail’e olumlu bakıyor.

Aynı araştırmaya göre, Türklerin % 44’ü Hamas’ın seçimlerden zaferle çıkmasının Filistinliler için olumlu olduğuna inanıyor.

Araştırmayı bir Amerikan şirketi yaptığına göre bu sonuçlara şüphe ile yaklaşılması gerektiğine inanmakla birlikte var olan verilerin ne anlama geldiğine bakalım.

Bir tarafta insanlarının % 82’si öldürmeyi yıkmayı ve yok etmeyi destekleyen bir İsrail, öbür tarafta vatandaşlarının %5’i böyle bir İsrail’e olumlu bakan bir Türkiye.

Özetle Pew araştırmasına göre Türklerin %5’i İsrail’in yıkım ve ölüm politikasına destek veriyor.

Olacak iş değil.

Mademki; bu insanlar İsraillilerin yaptıklarını hoş görüyor o zaman onları sevindirecek biraz daha rakam verelim.

28 Eylül 2000’de dönemin muhalefet lideri Şaron, iki bin askeriyle Akasa Camii’nin avlusuna girerek Filistinlileri kışkırtmıştı.

Bunun üzerine ayaklanan Filistinliler işgale karşı 39 yıllık mücadelerinde İkinci İntifada’yı başlattılar.

İşgalci İsrail ise doğal ve geleneksel olarak bildik yöntemlerle karşı koydu.

Taş atan Filistinli çocuklara İsrail tankları füzelerle karşılık verdi. İsrail askerleri, Cenin Kasabası’na girerek en az bin kişiyi bir günde öldürdü. Dönemin başbakanı Sayın Ecevit dayanamayıp İsraillilerin yaptıklarını soykırım olarak niteledi. Bir yıl süreyle Yaser Arafat’ın konutunu kuşatan İsrail askerleri, dünya televizyonlarının önünde konutun duvarına işedi. İsrailliler bununla da yetinmeyerek Hıristiyanlar için en kutsal yer olan Beyt Lehim’deki Meryem Ana Kilisesi’ni bile bombaladı.

Buna benzer olayları çoğaltabiliriz.

Ancak ben burada sizlere son 5 yılın toplam bilançosunu vermek istiyorum.

Bu süre içinde İsrail askerleri 4420 Filistinli’yi öldürdü. Tabii son hafta öldürülen hariç.

Bu 4420’nin 450’si suikastlarla ...

Örneğin Hamas kurucusu ve lideri 77 yaşındaki ve sakat olan Ahmet Yasin 22 Mart 2004’te namaz çıkışında caminin önünde uçaktan atılan bir füze ile öldürüldü.

4420’nin 282’si kadın, 850’si çocuk ve bebek ve 850’si öğrenci.

İsrail askerleri aynı süre içinde Filistinlilerin 75 bin evini, 359 okulunu,17.836 işyerini, 21 cami ve kilisesini, aralarından itfaiye ve ambulansın bulunduğu 8829 aracı bombaladı ve 200 binden fazla narenciye ve zeytin ağacını yaktı.

Sanıyorum bu rakamlar İsrail’in Filistin halkına ne tür acılar çektirdiğini gözler önüne seriyor. Umarım İsrail’e olumlu bakan %5’lik Türkler durumlarını gözden geçirir ve İsrail karşı her mantıklı ve vicdanlı insanın vermesi gereken tepkiyi gösterirler. Belki bu %5 aslında %2’dir.

Çünkü Pew yetkilileri %3 ‘lük yanılma payını peşinen kabul ediyor.

Ama İsrail’e olumlu bakanların oranı %2 olsa yine de fazla. Çünkü ben onları yalnızca bazı gazete ve televizyonlara yazan ve konuşan birkaç kişiden ibaret olduklarını sanıyordum.

Ama mademki daha fazlalar o zaman onlara Radikal gazetesinden yine oranlı bir haber aktarayım :

“1,4 milyon insanın yaşadığı ve 39 yıldır İsrail işgali altındaki Gazze Psikiyarti Hastanesi Bölüm Başkanı Dr.Muhammed Ebu Sabah’a göre korku ve ümitsizlik akut stres bozukluklarına yol açıyor. İçine kapanma, görme ve konuşma bozuklukları ve çocuklarda güven kaybı had safhada. 15 yaşın altındakilerin %30’ü idrarını kaçırıyor ve binde biri de akıl hastası’’.

Son not, şu anda sürekli bombalanan Gazze’nin yüzölçümü 400 kilometrekaredir ve yaklaşık olarak Bakırköy kadardır!

Akşam, 11.7.2006

Hüsnü MAHALLİ

12.07.2006


 

Marş

Marş

“Marş” kelimesi, Fransızca “yürümek” (marche) kelimesinden dilimize geçmiştir ve iki kullanımı vardır: İlk olarak, uyum içinde yürüyen bir topluluğun adımlarını hatırlatan müziğe bu isim verilmektedir.

İkincisi, askerlikte verilen komutun başlangıç anını bildirir: “Uygun adım, marş!” gibi. Bu kelimeyi, Fransızcadan alarak kullanan sadece biz değiliz; hemen bütün dillerde, yürüyüş adımlarına uygun askerî müziğe “marş” adı verilir. Biz fazladan, millî müziğimizi de “marş” olarak isimlendiriyoruz. Dikkat edilirse “İstiklâl Marşı” diğer marşlar gibi yürüyüş adımlarına uygun değildir. Diğer milletlerinki de böyledir; bu yüzden bunlar için marş yerine “şükran ve sevinç duası” anlamına gelen “anthem” deyimi kullanılır. Bizde de, herhalde bu farkın altını çizmek için dilde arılaşma hamleleri sırasında “millî marş” yerine “ulusal düttürü” deyimi önerilmiş, ama kabul görmemişti.

Askerî düzende, bütün fertlerin bir saatin dişlileri gibi uyum içinde birbirini tamamlaması ve eşzamanlı hareket etmesi savaşta zaferin ilk ve vazgeçilmez şartıdır. Uzun ve yorucu askerî eğitimin en temel amaçlarından biri de budur. Hiyerarşinin en üstünden gelecek komutlara harfiyen uyacak ve bazen binlerce insanın tek bir kişiymiş gibi davranmasını gerektirecek savaş düzeni, askerlik mesleğini disiplin ve düzen mesleği haline getirir. Millî bayramlarda, askerî birliklerin bir ip gibi dizilerek, tam bir düzen ve disiplin içinde hareket etmeleri, savaşma yeteneklerinin de bir göstergesi kabul edilir. Bu düzen ve disipline uygun müzik, yürüyüş adımlarına uygun bestelenen marşlardır. Marş çalan askerî bandoların kuruluşu da, düzen ve disiplin içinde hareket eden modern orduların ortaya çıkışı iledir. Düzen içinde hareket eden piyadenin savaşların ana unsuru olması, bunun için de piyade eğitiminin askerî eğitimin temel ekseni haline gelmesi, yürüyüş ritmine uygun müziğin, yani marşların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Meselâ bizdeki Mehter Müziği, piyade eğitimine ve savaşına uygun olmadığı için yerini bando-mızıkaya terk etmiştir. Fransız İhtilali sonrasında, özellikle Napolyon Savaşlarının sembolü haline gelen Marsailles Marşı, bütün dünya ordularına örnek olmuştur. Marşlar, şüphesiz ortak hareket ritmi yanında, bir coşkuyu, savaşan askerlerin ortak ruhunu yansıtmışlardır.

Toplumu, en ince ayrıntısına kadar düzenlemeyi amaç edinen totaliter ideolojiler, ilk elde askerî düzen ve disiplini örnek alırlar. Askerî düzen ve disiplin, aynı model içinde toplumun bütününe teşmil edilir, herkesin yerinin ve görevinin belli olduğu ideolojik düzen içinde bir toplumsal seferberlik ilan edilir. Bu sefer marş, toplumun bütününün ritmini, ortak coşkusunu ifade etmek üzere söylenir. Toplumdaki düzen, disiplin ve ortak ruh, bir ibadet vecdi içinde söylenen marşlarla ifade edilir.

Marş, düzenin-disiplinin ritmini yansıtır. Modern toplum ise, düzen ve disipline sığmaz. Yarışan, rekabet eden, tartışan, muhalefet eden, üreten, düşünen, yenilik peşinde koşan modern toplum, kendisine süreklilik sağlayan ritmi, çok derinlerde ve çok karmaşık notalarda yakalar. Bu ritmi yakalayacak, bu karmaşayı ifade edecek bir marş ise bestelenemez.

Faruk Nafiz Çamlıbel ile Behçet Kemal Çağlar’ın birlikte yazdığı 10. Yıl Marşı, 10 yaşını idrak eden Cumhuriyet’in halini hatırlamamız için bir belge hükmündedir. 1933 yılında ancak 15 milyon olan bir nüfusu, aynı yıl Sivas’a kadar uzanan demiryollarını en büyük iftihar vesilesi olarak bu marşın güftesine geçirenlerin dünyasını, katettiğimiz yolla birlikte saygıyla hatırlamalıyız. Ama sadece o kadar. Çamlıbel ile Çağlar’ın şairliğine ağır bir darbe vuracak ölçüde bu marşın güftesi, Türkçe dilbilgisi ve ifade hataları ile doludur. Meselâ “Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi,” nakaratına anlam verecek kimse henüz çıkmamıştır. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz. /Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz;” mısralarındaki hata, dikkatli bakanlar için gözden kaçmaz. Bu marşın güftesi, konusu bir kenara, gerçekten kötüdür. Beste, yeni versiyonları ile başarılıdır. Tehdit eden, zorlayan, itiraza fırsat vermeden herkesi içine alıp sürükleme iddiasında bir bestedir bu. Totaliter bir toplumu ve totaliter düzenlemeleri özleyenlerin disiplinli-düzenli dünyasına uygundur.

Marşlarda vücut bulan düzenli ve disiplinli dünyayı, askerlik mesleği dışında aramak beyhude bir çabadır. Zira bu dünya basit, sığ ve ilkel bir dünyadır. TBMM Başkanı’nın ev sahipliği yaptığı Dolmabahçe Sarayı’ndaki programda “Neden 10. Yıl Marşı çalınmadı?” sorusu, ancak bu basit dünyada anlam kazanabilir. Halbuki, yaşadığımız gerçek dünyada var olmak ve var kalabilmek için, aklın ve sağduyunun sorduğu karmaşık ve gerçek sorulara ihtiyacımız var.

Zaman, 11.7.2006

Mümtaz’er TÜRKÖNE

12.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004