|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Cinler, Süleyman'a yüksek saraylardan, suretlerden, havuz gibi çanaklardan, yerinden kaldırılmayacak kadar büyük kazanlardan ne isterse yaparlardı.
Sebe’ Sûresi: 13
|
11.07.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim ki, ümmetime iletmek üzere kırk hadis ezberlerse, Kıyâmet Günü ben onun şefaatçisi ve şâhidi olurum.
Câmi'ü's-Sağîr c: 3-3629
|
11.07.2006
|
|
Ölüm, insanın kendi kıyametidir
İkinci hakikat: Ey nefs-i emmare! Kat’iyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki, âmâl, ümit, taallûkat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa, esastan fâsit ve zayıftır. Daima harap olmaya hazırdır.
Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret birşeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mâzi, senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin.
Arkadaş! Bildiğimiz, gördüğümüz dünya bir iken, insanlar adedince dünyaları hâvidir. Çünkü, her insanın tam mânâsıyla hayalî bir dünyası vardır. Fakat öldüğü zaman dünyası yıkılır, kıyameti kopar.
Üçüncü hakikat: Şu gördüğün dünyayı, bütün lezâiziyle, sefahetleriyle, safâlarıyla pek ağır ve büyük bir yük gördüm. Ruhu fâsit, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez. Çünkü, bütün kâinatla alâkadar olmaktansa ve herşeyin minnetine girmektense ve bütün esbab ve vesaite el açıp arz-ı ihtiyaç etmektense, bir Rabb-i Vâhid, Semî ve Basîre iltica etmek daha rahat ve daha kârlı değil midir?
Dördüncü hakikat: Ey nefis! Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâniin ispatına deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak: Senin o kulübenin duvarlarına asılan icad silsilelerinden, hilkatin mucizelerinden ve harika san’atlarından, kulübeden harice uzatılan ihtiyaç ellerinden ve pencerelerinden yükselen “Ah!”, “Oh!” ve enînler lisan-ı haliyle istenilen yardımlarından anlaşılır ki, o kulübeyi müştemilâtıyla beraber yaratan Hâlıkın, o ah u enînleri işitir, şefkat ve merhamete gelir, hâcât ve âmâlin ne varsa taht-ı taahhüde alır. Zîra, sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına “Lebbeyk!” söyleyen o Sâni-i Semî ve Basîrin, senin duâlarını işitmemesi ve o duâlara müsbet cevaplar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?
Binaenaleyh, ey bu küçük hücrelerden mürekkep ve ene ile tâbir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika icadlarını gör, îmana gel! Ve “Yâ İlâhî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ Men Lehü’l-Mülkü ve’l-Hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim” de; o bâtıl temellük dâvâsından vazgeç. Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemlere mâruz bırakır.
Mesnevî-i Nuriye, s. 59
|
11.07.2006
|
|
Anarşistliğin kaynağı dinsizliktir
—Dünden devam—
Önemli olan İslâmı doğru bir şekilde öğrenmektir. Bu açıdan bazı kesimlerin ısrarla görmezden geldikleri Risâle-i Nurlar asrımızda doğru İslâmiyet’in anlaşılmasında çok önemli bir referanstır. Said Nursî yazmış olduğu eserlerinde, “Dahilde cihad manevîdir” diyerek, kendisine tabi olanları, bütün Müslümanları asayişi korumaya çağırmış, kendisini mevcut idareye karşı isyana çağıran Şeyh Said gibi kimselerin bu dâvetini anarşiye sebep olur düşüncesiyle reddetmiştir. Bu açıdan Said Nursî ve onun eserlerini okuyarak Allah’a, ailelerine ve topluma karşı görevlerini yerine getiren samîmî Müslümanlar teşvik ve tebrike lâyık iken hiç de hak etmedikleri ithamlara maruz kalmışlardır. Bu ithamlar yüzünden yüz binlerce genç insanın İslâmı doğru öğrenmesinin de önüne geçilmiş, bilerek ya da bilmeyerek bu gençler anarşiye, ahlâksızlığa, asayişi bozmaya yönlendirilmişlerdir. Son günlerde üniversitelerde ve liselerde meydana gelen ya da getirilen olaylara âlet olan gençler araştırıldığında, bunların sağlam dinî inançlardan mahrum oldukları görülecektir. Bu mahrumiyet onlardaki merhamet ve şefkat duygularını dumura uğratıyor. Bu da başkalarına haksızlık yapmaktan zevk alır bir duruma gelmelerine sebep oluyor.
Asayişin olmazsa olmaz beş esası
Bütün bu izahlardan anlaşılmaktadır ki, anarşinin sebebi dinsizlik ve inançsızlıktır. Nursî, dinsizliğin “medeniyeti tahribe ve anarşistliğe yol açtığını” söylüyor. (Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, 1994, s. 70-72) Çünkü din ve inanç insana Allah’a, kendisine, topluma ve çevresine karşı bir sorumluluk duygusu veriyor. Zaten Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan bir insan, Allah’a ve diğer iman esaslarına sağlam bir şekilde inanan bir insan, Allah’ı sever, bütün insanları ve diğer canlıları da Allah’ın yarattığı varlıklar olduğu için sever. Başkasının hakkını gasbettiğinde, malına, canına zarar verdiğinde bunun hesabını vereceğini düşünür, Allah’ın sevgisinden ve rahmetinden mahrum olacağını aklına getirir ve mümkün olduğu kadar hiçbir kimseye zarar vermez. Eğer bazen hataları olursa da, bu hatasından çabuk döner. Bu yüzden inancı sağlam olan bir insan sevgi dolu ve merhametli bir insan olur. Toplumun huzuru da bunlara bağlıdır. Bu toplumun huzurlu olmasını isteyenlere, İslâm dinini yaşamak isteyen insanlara “mürteci damgası”nın vurulması, insanların dinden uzaklaştırılmak için planların yapılması, hep teröristlerin, anarşistlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu yüzden Nursî’ye göre, İslâmın insana verdiği şefkat, merhamet, hak ve hakikat, bir Müslümanın asayişi bozacak davranışlara girmesini engelliyor. Ona göre, bu millet ve vatanın sosyal ve siyasî hayatının anarşilikten kurtulması için beş esas zarurîdir. Bunlar da, merhamet, hürmet, emniyet, haram ve helâlı bilip haramdan çekilmek, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Zaten Risâle-i Nur da, bu beş esası temin etmeye çalışarak, asayişin temel taşını sabitleştiriyor. (Nursî, Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 1994, s. 186.)
Burada bildirilen beş esası insanların kalplerinde yerleştirecek olan da sağlam imandır. Sağlam bir inanca sahip olan insanlar, merhametli olur. Zayıflara, acizlere, masumlara acırlar. Kimseye kötülük yapmazlar. Hürmetli olan bir kimse de, başkalarının hakkına, hukukuna saygı gösterir. Emniyet sahibi olan, yani güvenilir olan bir insan, elinden ve dilinden insanların zarar görmediği bir insandır. Bir insanın helâl olanları bilmesi, helâl olan fiillere yönelmesi, haramları bilip onlardan çekilmesi zaten onun kendisine de, topluma da faydalı bir insan olduğunu gösterir. Bütün bu dört özelliğe sahip olan bir kimse ise, serseriliği bırakır ve itaat eder. Anarşist ve terörist olmaz. İşte bütün bu özellikleri insana kazandıran İslâm dinidir. İslâm dininin toplumla yerleşmesini, yayılmasını istemeyen insanlar, toplumun huzur ve mutluluğunu da dinamitleyen insanlardır.
Anarşiyi önlemede Risâle-i Nur örneği
Bediüzzaman Said Nursî’nin telif etmiş olduğu Risâle-i Nurları okuyan, bununla imanlarını kurtaran insanlar, bu beş esası öğreniyor ve tatbik ediyorlar. Nursî bunun örneğini de kendisi veriyor ve şöyle diyor:
“Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü ammeyi kırmak kastıyla tahkirkârâne, aldanmış mahdut adamların bed muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin ve nesl-i atinin takdirkârâre alkışlamaları var diye ihtar edildi.
—Devam edecek—
|
Dr. Abdullah HAKİMOĞLU
11.07.2006
|
|
Nâfi’
Allah (c.c.), Nâfi’dir. Yani her şeyde bir fayda gözeten, hikmet ve maslahat sahibi olandır. Mahlûkâtını umulmadık şeylerden faydalandırır. Her canlının menfaatini ve maslahatını bizzat ister ve ikrâm eder. Allah dilemedikçe hiçbir şey hiçbir şeyi, kendisine gelecek faydadan alıkoyamaz. Cenâb-ı Hak dilerse zararları faydalara ve iyiliklere çevirir. Allah her canlının vücuduna sayısız menfaatler takmıştır.
Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Nâfi’ ismi, Kur’ân’da muhtelif fiiller halinde mevcuttur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Bir kasaba halkı îman edince, îmanları kendilerine fayda vermeli değil miydi? İşte Yûnus’un kavmi îmân ettiği zaman, dünya hayatında rezilliği gerektiren azabı onlardan kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada geçindirdik.”1 Bir diğer âyette, “veya öğütlenecekti de, öğüt kendisine fayda verecekti”2 buyurulur. Diğer bir âyette, “Kimsenin kimseye bedel ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, hiç kimseye şefaatin fayda getirmeyeceği ve kimsenin yardım görmeyeceği günden sakının!”3 buyuran Cenâb-ı Hak, bir başka âyette, “Yakınlarınızla çocuklarınız kıyâmet günü size fayda veremezler. Allah onlarla sizi ayırır. Allah yaptıklarınızı görendir”4 buyurmaktadır.
Her geçici güzelliğe bedel, sonsuz güzellik ve rahmet sahibi olan Cenâb-ı Hakkın bize kâfi olduğunu, bu güzel varlıkların, her yeni mevsimde, asırda ve devirde Onun cemâl tecellîlerinin tâzelendiğini gösteren birer ayna vazifesi gördüğünü beyan eden Bedîüzzaman, bahar ve yaz mevsimlerinde bir biri ardı sıra gelen meyvelerin ve peş peşe devam eden nîmetlerin Cenâb-ı Hakkın mülkü olduğunu, mahlûkatın, günler ve yıllar geçtikçe ihsan mertebelerinin yenilenmesi için birer mazhardan ibâret bulunduklarını kaydeder.
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre îman ve Kur’ân yolunda hiç zarar olmamakla beraber, onda dokuz menfaat vardır. Küfür yolunda ise hiç menfaat olmamakla beraber, yüzde doksan dokuz zarar söz konusudur. İnsan, sonsuz şeylere muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye hiçbir şekilde eli yetişmemektedir. Çünkü, gücü ve kuvveti dar, iktidârı kısa, irâdesi zayıftır. Oysa emelleri, arzûları, elemleri ve belâları, gözünün ve hayâlinin gittiği yere kadar uzundur, geniştir, büyüktür. Böylesine zayıf, fakîr, âciz ve muhtaç olan insan ruhuna ibâdet, tevekkül, tevhid ve teslim ne kadar büyük bir kâr, ne derece büyük bir saadet, ne ölçüde eşsiz bir nîmet ve ne misilsiz, bulunmaz bir menfaat olduğunu görmek için kör olmamak yeterlidir. Genel kabule göre, zararsız yol, zararlı yola, onda bir ihtimâlle de olsa, tercih edilir. Halbuki meselemiz olan ibâdet yolu hem zararsızdır, hem de bu yolda onda dokuz ihtimâl ile ebedî bir saadet hazinesi vardır. Kötülük yolunda ise-günahkârın itirafiyle dahî-menfaatsiz olmakla beraber, onda dokuz ihtimal ile ebedî tehlike ve azap helâketi bulunmaktadır. Demek, âhiret gibi dünya saadeti dahî ibâdette ve Allah’a kul olmaktadır.
Allah’a îman, itaat ve ibâdet yolunda beş mertebe kâr, menfaat ve maslahat olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bunları şöyle sıralar:
1. Sahip olduğumuz fânî malımız ve canımız, Allah yoluna sarf edildiğinde bâkîleşmiş, fenâdan kurtulmuş olur.
2. Cennet hayatını ve ebedî saadeti netice verir.
3. Allah için kullanıldığında, her âzâ ve duygumuzun kıymeti bin kat yükselmiş olur.
4. Zayıf, fakîr ve âciz olan, belâları, ihtiyaçları çok olan ve hayat yükünün altında ezilen insan Allah’a tevekkül ettiğinde vicdânen rahat ve huzur içinde yaşar.
5. Bütün âzâ ve duygularının tesbîhleri, zikirleri ve husûsî ibâdetlerinin yüksek ücretleri, en muhtaç olduğu bir zaman dilimi olan kabir ve âhiret hayatında, kendisine Cennet yemişleri sûretinde ebedî olarak ikram edilir.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Yunus Sûresi: 98;
2- Abese Sûresi: 4;
3- Bakara Sûresi: 123;
4- Mümtehine Sûresi: 3.
|
11.07.2006
|
|
Evrâd-ı Kudsiye'den
109. Allah’ım, Seni, meleklerini, Arşının taşıyıcılarını, peygamberlerini ve bütün yaratıklarını şuna şâhid tutarak sabahladık: Sen Allah’sın, Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Teksin, ortağın yoktur. Hz. Muhammed (asm) Senin kulun ve resûlündür. Kötülükten sakınma ve iyiliklere kuvvet verme sadece yüce ve büyük olan Allah’ın yardımıyladır.
110. Ey dünyada Rahman ve âhirette Rahîm olan; bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et; Sen bizim efendimiz ve sahibimizsin. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.
|
11.07.2006
|
|
Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden
Kur’ân talebelerinin özellikleri - 7
Onlar Cenâb-ı Hakk’a mânen kurbiyet (yakınlık) şeref-i âlîsi ve nimet-i uzmâsı içinde mesrur ve memnundurlar. Lüzumunda şehit olmak iştiyakıyla yanmaktadırlar.
Her gün ilm-i iman ve marifet-i İlâhiyenin kaynağı ve hazinesi olan parlak tefsir-i Kur’ân’ı büyük bir şevkle ve derin bir zevkle ve sevgiyle okumaktadırlar. Okudukça tefekkür kabiliyetleri tekâmül etmektedir. Marifet-i İlâhiyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında (zevklerinde) ve envârında (nurlarında) ilerleme ve yükselmeye mazhar olurlar. Hak ve hakikat yolunu güneş gibi aydınlatan bu İlâhî meş’alenin şuâ ve ziyalarıyla (ışıklarıyla) nurlandıkça, dalâlet ve bid’at karanlıklarına, şüphe ve vesvese girdabına düşmekten kurtulurlar.
|
11.07.2006
|
|
Kendisine yapılan büyüyü bozdu
Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, muzır bir sâhir olan Lebid-i Yahudi, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı rencide etmek için acip ve müessir bir sihir yapmış. Bir tarağa saçları sarmış, üstünde sihir yapmış, bir kuyuya atmış. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’ye ve Sahabelere ferman etmiş: “Gidiniz, filân kuyuda bu çeşit sihir âletlerini bulup getiriniz.” Gitmişler, aynen öyle bulup getirmişler. Herbir ipi açıldıkça, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dahi rahatsızlığından hiffet buluyordu.
Mektubat, s. 110
|
11.07.2006
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Molla Hamid Ekinci Bediüzzaman Hazretlerini küçüklüğünde tanıdı. Bir gün ağabeyi ona:
“Nurşin Camiine büyük bir hoca gelmiş. Orası çok soğuktur. Bir parça odun götür” der.
Küçük Hamid de bir kucak odun alır ve Nurşin Camiine gider. Odunları camiin kapısına bırakır ve camide hayalini süsleyen yaşlı ve sakallı bir hoca aramaya başlar.
Yaşlı ve sakallı birisini bulamaz, ama orada gençten sarıklı bir zât görür ve sorar.
O genç sarıklı da aradığının kendisi olduğunu söyler.
Ardından aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Bediüzzaman:
“Namaz kılıyor musun?” diye sorar.
Küçük Hamid:
“Kılıyorum” der.
“Peki, öğle namazını kıldın mı?”
“Hayır, kılmadım.”
“Öyleyse ezan oku gel de birlikte kılalım.”
“Ben ezan okumasını bilmem ki.”
Bunun üzerine Bediüzzaman ezan okur ve namazı birlikte kılarlar. Huşu içinde kıldıkları namazdan sonra tane tane tesbihat yaparlar.
Küçük Hamid bu namaz ve tesbihattan öylesine etkilenmiştir ki, vakit bir hayli geçtiği halde Bediüzzaman’ın yanından ayrılmak istemez. Bunu anlayan Bediüzzaman:
“Haydi, şimdi git. Namaz vakitlerinde gel. Cemaat olalım” der.
O gün Bediüzzaman’a doymadan ayrılan Küçük Hamid, takip eden günlerde artık Bediüzzaman’ın yanında daha sık görünmeye başlar. Ve nihayet Bediüzzaman’ın talebesi olur.
(Bediüzzaman’ın İlk
Talebelerinden Hatıralar, s. 69)
|
Süleyman KÖSMENE
11.07.2006
|
|
|
|