|
|
|
AB yoksa reform da yok |
AB yolculuğu başlarken Turgut Özal, “Uzun ince bir yola çıkıyoruz” yorumunu yapmıştı. Görünen o ki yol giderek uzuyor ve üzerinde yürünemeyecek kadar “ince”liyor.
***
AB konusuna vakıf üst düzey bir bürokratla konuştum.
Umutsuzdu.
“Bürokrasi tamamen durdu. Çünkü siyasi irade yok” diye dert yandı.
Hükümet ısrarla “Yavaşlama yok” dese de bürokratlardan işadamlarına, üniversiteden medyaya kadar her kesimde işin durma noktasına geldiğine inananlar çoğunlukta...
Gerçi tarama sürecinin 3’te 2’si tamamlandı; AB ile görüşülecek başlıklarda müzakereler için heyetler Brüksel’e gidip geliyor; giden heyetlere önce o fasıldaki AB mevzuatı anlatılıyor, sonra ikinci turda Türkiye’deki durum ve yapılacak değişiklikler görüşülüyor.
“Ancak Başmüzakereci, bürokratlara ‘Hiçbir konuda taahhüde girmeyin’ talimatı verdiği için ilerleme sağlanamıyor.”
Türkiye, başlıkların açılabilmesi için gereken önkoşulları tamamlayamıyor.
Daha 35 başlıktan sadece 1’i, üstelik en kolayı açılıp kapandı. O bile çok zor oldu. Tarım vs. gibi zorlu başlıklarda rampa daha da dikleşecek.
***
Neden durdu reform süreci?
Bir bürokrat, bunu “Hükümette ve bürokrasideki reform yorgunluğu”na bağlıyor. “50 yılda yapılamayanları bu kadar kısa zamana sıkıştırınca halsiz düştük” diyor.
Başta AB’nin siyaseti sivilleştirip kendileri için de siyasî kazanç getireceği beklentisinde olan AKP bu inancını yitirmiş görünüyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin türban yasağını meşrulaştıran kararı burada bir dönüm noktası oldu. O karardan bu yana işler ağırdan alınmaya başlandı.
Örneğin Meclis tatile girmeden çıkması gereken Vakıflar Kanunu çıkarılamadı. Mali yardımların alınabilmesi için kurulması gereken birimler kurulamadığı için hibe yardımları bile alınamıyor.
Elbette AB’nin ikircikli tavrı, her seferinde Kıbrıs’ı ve yeni tavizleri gündeme getirmesi, Rumlara boyun eğmesi, AB’yi bir “Hıristiyan kulübü” gibi görmesi de işi zora soktu.
Kamuoyunda AB’ye fazla taviz verildiği yönünde bir kanaat oluştu. Serbest dolaşım umutlarının suya düşmesi “Alacağımızdan çok vereceğiz” kaygısını tetikledi. Bu da duraksamada etkili oldu. AB’ye destek yüzde 70’lerden 50’lere düştü. AB karşıtı cephe genişledi ve seçim yaklaşırken hükümet frene basmak zorunda kaldı.
***
Şimdi Ekim sonunda İlerleme Raporu açıklanacak. Aralıkta da devlet ve hükümet başkanları bir araya gelip değerlendirme yapacak. Her ikisinde de mutlaka yine Kıbrıs konusu gündeme gelecek.
İşin ilginci, bu duraksamadan kimse şikâyetçi görünmüyor.
Zaten Türkiye’nin tam üyeliğine sıcak bakmayan Avrupa sıkıştırmıyor.
Muhalefet ise bu konuda AKP’den daha da isteksiz; yapılanları bile fazla buluyor.
O yüzden de ortada AB süreci için ısrarcı olacak kimse görünmüyor.
Son dönemde yapılan araştırmalarda Türkiye kamuoyunda Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığının yayıldığı ve çoğu Arap ülkesinden daha fazla olduğu ortaya çıkıyor.
“AB çatısı altında medeniyetler buluşması” umudu söndükçe medeniyetler çatışmasına kapı aralanıyor.
Tam üyeliğin riske girmesinin, hem Türkiye hem Batı açısından tehlikeli sonuçlarından biri de bu...
Daha da kötüsü, ortada bir B planı da yok.
“Bu reformları AB için değil, kendimiz için yapıyoruz” deniliyordu ya...
Göreceğiz bakalım AB motivasyonu olmadan reform filan kalacak mı ortada...
Milliyet, 27 Haziran 2006
|
Can DÜNDAR
28.06.2006
|
|
|
Yasak nasıl kalkar? |
ÖDP’nin Kadıköy’de yaptığı 3 bin kişilik miting, Türkiye ölçülerine göre bakılırsa pek önemli bir etkinlik değil. Ne sayı fazla kalabalık ne de düzenleyen parti Türkiye’nin güçlü partilerinden.
Ama eylemin gözlerden kaçırılmaması gereken çok önemli bir yanı var. Belki de tarihi bir yanı... Bu mitingte, zamanında Moskova’ya yollanmaya çalışılanlar, bugün Arabistan’a gönderilmeye çalışanlara ilk kez açık destek verdi.
ÖDP Genel Başkanı Hayri Kozakçıoğlu mitingte yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Türküz, Kürtüz, Ermeniyiz, Çerkeziz ama bir aradayız. Başörtülüyüz, başı açığız, mini etekliyiz ama bir aradayız. İşte Türkiye bu olmalı... Bazıları ‘git’ diyorlar. Bazı vatandaşlarımıza ‘Suudi Arabistan’a, Kuzey Irak’a git’ diyorlar. Biz onları iyi tanırız. Biz solculara da bir dönem ‘Moskova’ya git’ diyorlardı.”
Bu konuşmada yapılan Kürt ya da Ermeni vurgusunun üzerinde durmuyorum. Önemli görmediğimden değil; sadece yeni görmediğimden. Zira Türkiye’de sol kanat, ben bildim bileli Kürt meselesinde demokratik ve özgürlükçü bir tutum almıştır. Ermeni meselesinde de devletin inkâr politikasına karşı çıkmış, gerçeğin peşine düşmüştür.
Ama yeni olan bir şey var: Kendini sol olarak tanımlayan bir örgüt, Komünistleri Moskova’ya gönderen zihniyetle başı örtülüleri Arabistan’a gönderen zihniyet arasında paralellik kuruyor. Dolayısıyla komünist olma hakkıyla başörtülü bir dindar olma hakkını özdeş görüyor. Her iki hakka da demokrasi açısından sahip çıkıyor.
İşte burada başörtüsünün bir kez daha simge haline geldiğini görüyoruz. Özgürlükçü sol ile totaliter sol arasındaki ayrımın simgesi!
Hatırlıyorum da, Nokta Dergisi Yazıişleri toplantısında yaptığımız ilk türban tartışmasından bu yana 20 yıl geçti. O toplantıdaki herkes bir derece solcuydu ve o şiddetli tartışmada solcular türbana özgürlük isteyenlerle yasak isteyenler şeklinde neredeyse yarı yarıya bölünmüştü.
Ne yazık ki, aradan geçen yirmi yıl boyunca o toplantıdaki dengeler özgürlük aleyhine bozuldu. Sol cenahta yasakçılık eğilimi git gide güç kazanırken, türban takma hakkını savunmak giderek “marjinal” bir tutum halini aldı. Savunanlar şeriatçılıkla, Milli Görüş işbirlikçiliğiyle, en hafifinden gaflet ve dalalet içinde olmakta suçlandı. Bu suçlamalara karşı durup din ve ibadet özgürlüğünü savunmak—özellikle de 28 Şubat gibi demokrasinin Sırat köprülerinden geçerken—iyice cesaret isteyen bir iş halini aldı.
Bu ülkede tarihi olarak, demokrasi mücadelesinde genellikle başı çeken sol kanat, inanç ve ibadet özgürlüğü söz konusu olduğunda topyekun sınıfta kaldı. Kendine ilerici, liberal, solcu, komünist, sosyalist, sosyal demokrat gibi çeşitli adlar veren düzinelerce parti, dernek, sivil toplum örgütü Türkiye’deki bu en yaygın ve en uzun süreli insan hakkı ihlali karşısında yan çizdi. Kimi konuyu susarak geçiştirdi, kimisi sadece mızırdandı, kimisiyse azgın laikçilerle birlikte saldırıya geçti. Ama neredeyse hiçbir sol örgüt dindar insanlara yapılan haksızlıklara cepheden, açık seçik karşı çıkmadı.
Oysa taa en baştan beri sorunun çözümünün anahtarı buydu.
Türban takma hakkı, türban takmayanlar tarafından da savunulmadan çözülemezdi.
Nitekim çözülemedi ve kendisi çözülememekle kalmayıp rejimimizin yumuşak karnı, provokasyona en açık, en zayıf noktası haline geldi. Demokratik rejimi tatil etmek isteyen herkesin istediği anda bir tırmık attığı ve kanattığı açık bir yara oldu.
Bugün geldiğimiz noktada çözüm hâlâ aynı yerde yatıyor ve ÖDP’nin tutumu da zaten bu yüzden önem taşıyor.
Şimdi umudum, ÖDP’nin bu tutumunun, sol kesimde hâlâ son derece etkili olan ideolojik şartlanmanın kırılışının başlangıcı olması... Sol cemaat tarafından afaroz edilmekten çekinip de şimdiye kadar bu temel özgürlüğe sahip çıkmaya cesaret edemeyen kimi sol çevreler ÖDP’nin tutumundan cesaret alabilir. Baş örtme hakkını savunmanın solcu olmakla, ilerici ya da sosyal demokrat olmakla çelişmediği, tam tersine bunun gereği olduğu belki daha rahat kavranabilir. Bu işte bir haksızlık olduğunu hissettiği halde sesini çıkarmaya cesaret edemeyen; aile içinde başka, solcu dost çevrelerinde başka konuşmak zorunda kalan geniş solcu-sosyal demokrat kesimler, üzerlerindeki ideolojik baskının hafiflediğini hissedebilirler.
Fazla mı iyimserim bilmiyorum ama ben bundan sonraki çıkışı KA-DER’den bekliyorum. Zira, kadın haklarını savunan bir kuruluşun, kadınları eğitimden, siyasetten ve kamu alanından dışlayan bu yasak karşısında susmakla içine düştüğü vahim çifte standartla daha uzun süre bir arada yaşayabileceğini sanmıyorum.
Bugün, 27 Haziran 2006
|
Gülay GÖKTÜRK
28.06.2006
|
|
|
Millete sadakat şerefimizdir |
(...) 28 Şubat’ın önemli isimlerinden Çevik Bir, Birinci Ordu Komutanlığı yaparken, İstanbul’un her yerini “Orduya Sadakat Şerefimizdir” yazısı ile donatmıştı. Bu söz, arı-duru bir militarizmin sloganı olarak okunabilir. Nitekim orijini de Alman Nazilerine aittir. SS Flamalarında ve Nazi kasaturalarında “Unsere Ehre heisst Treue”, yazısı bulunurdu: “Sadakat Şerefimizdir”.
Sorgusuz itaat etmek, derin bir bağlılık hissetmek, sadakatin üzerinde hiçbir ahlakî değer kabul etmemek hiyerarşik bir kurumda doğal karşılanabilir. Soru şudur: “Kime sadıksınız?”, “Kime sadakati bir şeref olarak görüyorsunuz?”. Bu soruya verdiğiniz cevap, daha yukarda bir sadakat odağı kabul etmediğiniz anlamına gelir. “Orduya sadakat şerefimizdir” dediğiniz zaman başka bir sadakat odağını kabul etmiyorsunuz demektir. Halbuki, millî devlet sınırları içinde herkesin, bu arada ordunun da sadakat göstermesi gereken odak milletin kendisidir. Militarizmi, Alman Nazilerini de sollayarak savunabilir, herkesin orduya sadakat göstermesini isteyebilirsiniz. Ama, bu dünyada, insanlık âlemi içinde kendinize ve milletinize “şerefli” bir yer bulamazsınız. Hâlâ Kraliçe’ye sadakat yemini eden Büyük Britanya Ordusu’nun yanına, milletine sadakat yemini eden bütün itibarlı devlet ordularını yerleştirdiğiniz zaman, durduğunuz yeri daha net görebilirsiniz.
Bir süredir, kulislerde ve medyada “darbe” fısıltısına dayalı spekülasyonlar üretiliyor. M. Ali Birand’ın ifadesi ile “AK Parti’ye muhalefet etme, Türkiye’yi bir din devletine dönüştürmeme adına, adeta bir darbe kışkırtıcılığı yapılıyor.” (Hürriyet, 22 Haziran 2006) Darbe peşinde koşan bir ordunun mevcudiyetinden bahsetmek, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve onun mensuplarına hakaret etmektir. Ekonomik alanda küresel rekabetin kıyasıya sürdüğü bir dünyada, bugününüzü ve geleceğinizi tek bir dış merkezin ipoteği altına koymak istiyorsanız darbe yaparsınız. Sonra da, size sabah akşam beddua eden birkaç nesle, bu darbenin faturalarını ödetirsiniz. Kendine konuşacak konu arayan işsiz-güçsüz emekliler ile, ancak bir darbe ile köşeyi döneceğini hesaplayanlar dışında bu dedikoduları üreten ve itibar eden de bulamazsınız.
Şemdinli Davası’nda mahkemenin verdiği kararın, ordu ile hesaplaşma olduğunu, rövanşist davranıldığını söylemek de, hem Ordu’ya, hem de Yargı’ya haksızlıktır. Üstelik, bir demokratik toplumda var olması gereken asgari ölçülerde mutabık olmadığımızı gösterir. Ne ordu yargıya, ne yargı orduya hizmet etmek veya düşmanlık göstermek durumunda değildir. Her ne şekilde olursa olsun Yargı doğru karar verirse, kamu vicdanı tatmin edilirse Ordu itibar kazanacaktır. Ordumuza, milletimize ve devletimize itibar kaybettirecek tek şey yargının baskı altında görülmesidir. Böyle bakarsanız, bakmayı denerseniz kimsenin itibarı da, onuru da zedelenmez. Yanlışlıklar ayıklanır ve herkes yoluna devam eder.(...)
Hepimiz ülkemizi seviyoruz. Herkesi hatadan koruyacak olan şey, sadakat odağını şaşırmamaktır. Birlik ve bütünlük içindeki bir toplumun, dünya çapında rekabet eden bir teşebbüs gücünün ve itibarlı bir devletin formülü, farklı kurumların çatısı altında görev yapanların, aynı odağa yani millete sadakat göstermesidir.
Zaman, 27 Haziran 2006
|
Mümtaz’er TÜRKÖNE
28.06.2006
|
|
|
İstikrarsızlık darbelerin eseri |
DYP lideri Mehmet Ağar, “Cepheleşmelerde yokuz” diyor; belli ki Ağar hem siyasi tutarlılığa dikkat ediyor, hem toplumsal akımları çok iyi okuyor.
28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanı Demirel, milletvekilleriyle teker teker görüşerek DYP’den 40 milletvekili istifa ettirip “merkezde” olduğunu ilan eden Demokratik Türkiye Partisi’ni kurdurmuş, hükümete de ortak etmişti. Ne oldu? Hiç! (...)
Merkez sağ ve sol
Siyasette sağlıklı yapılanma, merkez sağ ve merkez solda birer büyük parti olmasıdır. Bizde darbeler partileri kapatarak bunu mahvetti! Siyasi istikrarsızlığın en önemli sebebi budur.
Fakat geçmişte CHP ve DP çatıları altında ortaya çıkmış duyarlıklar ana hatlarıyla devam ediyor. Bunları yok sayarak “teknokratik” kılıklı bir “merkez” hareketi oluşturmayı kimse başaramadı, kimse başaramayacaktır!
Milliyet, 27 Haziran 2006
|
Taha AKYOL
28.06.2006
|
|
|
|