|
|
|
Tarikat söze, cemaat yazıya dayanır |
Bazı terimleri birbirine karıştırıyoruz. Mesela ‘ tarikat’ ile ‘ cemaat’. Soner Yalçın’ın yeni kitabı vesilesiyle konu tekrar gündeme geliyor. Bu yüzden farkın altını çizmek şart.
“Canım, ne önemi var; her ikisi de dindarlardan oluşmuş topluluk değil mi?“ derseniz...
“Ha futbol, ha basketbol; ikisi de topla oynanmıyor mu?“ diyenden farkınız kalmaz.
Tarikat ile cemaat birbirinden farklı örgütlenmelerdir. Tarikatın başında şeyh bulunur. O şeyhe bağlanan kişilere mürit denir. Şeyhin görevi, müritlerini olgunlaştırmak, onların iyi bir Müslüman olmalarını sağlamaktır.
Şeyh öldüğünde yerine yeni bir şeyh geçer. Tarikatın kendine has törenleri (mesela zikir ayini), simgeleri vardır. Mesela Nakşibendilik bir tarikattır.
Said Nursi’nin izinden giden Nurcular ise cemaattir. Onlar için önemli olan Said Nursi’nin yazdığı metinlerdir ( Risalei Nur ). Kendilerine ‘ Nur talebesi’ derler. Said Nursi’nin yerine kimse geçmemiştir. Şeyhleri, özel tören ve simgeleri, tekkeleri, dergahları yoktur.
Buna karşılık cemaat içinde sözü dinlenen, saygı duyulan, kanaat önderliği yapan büyükler vardır. Bir araya gelerek risaleleri okuyup yorumladıkları yere ‘ Nur dershanesi’ derler. Tarikat söze, cemaat yazıya dayanır.
Sabah, 23 Haziran 2006
|
Emre Aköz
24.06.2006
|
|
|
Kuzuların sessizliği |
Biz, bir tuhafız.
Adımız gazeteci ama, ama mesleki bilincimizden habersiziz.
Kolektif bir işin içindeyiz gibi ama ortak bir akıl ve iradeden yoksunuz.
Sesimiz çok çıkıyor lakin en çok çıkması gereken yerde sessiziz.
Siyasi partilerden futbol kulüplerine kadar, örgütlü, teşkilatlı her türlü yapının en abuk sabuk lakırdıları dahi medyada yer buluyor, ama kendi mesleki örgütlerimize de, beyanlarına da kapalıyız.
Geçmişimiz, geleneğimiz, öyle bir kültümüz yok da diyemeyiz, çünkü bir zamanlar bu ülkede gazetecilerin “toplu mesleki tavır” aldığı dahi görülmüştü!
Gazeteciyiz ama tuhafız işte.
***
“Terör” gerekçesiyle ülkeye yeniden giydirilmek istenen “Terörle Mücadele Kanunu”, aslında “Artık yeter” denerek, manşetlerden, hem de ortak manşetlerle protesto edilecek, “kanunu açıkça desteklediğini” beyan edenler hariç, tüm sütunlarda tavır alınacak bir deli gömleği.
“Terör”ü, “terörist”i cezalandırmak için kâfi kanun ve cezanın bulunduğu ülkede...
Bunlar yetmedi; türlü bahane ve gerekçelerle, birçok muhalif, farklı, aykırı “düşünce ifadesi”ni de terörle bağlantılı kılabilecek “zihinsel cezaevi” (yeniden) inşa ediliyor.
İşte biz, bu noktada tuhafız.
3 bin üyeli büyük bir örgüt olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti yahut örgüt olmayan, demokratik de sayılamayacak ama (ayrılanlar hariç) neredeyse tüm medya hiyerarşisinin üyesi bulunduğu Basın Konseyi ve çok sayıda meslekî örgüt, sivil toplum kuruluşu bu kanuna tavır alıyor...
Medyada sadece fısıltı.
Şeyin şeyine atılmış minicik savuşturma haberleri; o kadar.
Hazindir, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, 3 bin üyeli en büyük meslek örgütünün seçilmiş başkanı o “tavır” ı örgütü adına ilan ediyor ama, yazarı olduğu gazete, bir zamanlar demokratların, solun gazetesi sayılan, çok sayıda okurunu, yazarını faşizme, baskıya, işkenceye, suikasta kurban veren gazete, “İslamcı terörün kapsam dışı olup olmadığı” ile, “Şemdinli kararının askeri yıpratma çabası olduğu” ile, “Demirel’in liderliği” ile aşırı meşgul.
Hazindir, Basın Konseyi Başkanı başyazısında tasarıya karşı çırpınıyor ama gazetesinin yönetmeninin ve nice yazarının gündeminde, Konsey’ine üye yazarların, medya kuruluşlarının dertleri arasında böyle bir mesele yok.
Hazindir, Basın Konseyi yönetiminde olanlar dahi o tavrı kendi köşelerinde ilan etmiyor.
Hazindir, o başkanın mensubu olduğu grubun sahipleri “Dünyada basın özgürlüğü” nü savunmakla yükümlü IPI, WAN gibi uluslararası kuruluşların yönetiminde oldukları halde, sesleri çıkmıyor.
Hazindir, Basın Konseyi Başkanı haklı olarak tasarıyı getiren iktidara bindiriyor ama, “Biz de isteyerek yapmıyoruz” diyen iktidara bindirirken, içinden “asker” çıkar diye, kimin istediğine dair en ufak bir merakla tepki geliştiremiyor.
Hazindir, iktidara yakın gazeteler, çok meselede özgürlük lafını ağızdan düşürmezken, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve tutarlılık adına dahi, bu kanunu yerin dibine batırmıyor.
Hazindir, çünkü al birimizi vur ötekine!
***
Biz tuhaf olmasak...
Teröre karşı, Türkiye’yi şiddet, nefret ve ihanet üçgeninde kilitleyen o kırım ve kıyıma karşı yüksek sesle haykırır...
Ve terör gerekçesiyle 70 milyonun aklını, kalbini, vicdanını, zihnini, dilini, sözünü, sesini rehin almak isteyen...
AKP iktidarına karşı da...
Bu tür kanunları talep eden Genelkurmay’a karşı da, aynı anda tavrımızı ve tepkimizi gösterebilirdik.
Öyle, içlerinden birini seçerek, ayırarak, kayırarak, birine efelenirken diğerinden korkarak değil...
Tuhaf olmasak, gerçekten terörü ve şiddeti lanetleyerek ve hakikaten tüm baskıcı zihniyetlere kafa tutarak!
Ama kafamız, ah o içten pazarlıklı, mertliğe mesafeli, ikiyüzlü yahut yüzsüz kafamız!
Sabah, 23 Haziran 2006
|
Umur Talu
24.06.2006
|
|
|
Bir sebebi olmalı |
Bediüzzaman lâkabıyla ünlü Said-i Nursi’nin vefatından sonra cesedinin uçaktan denize atıldığı haberini gördünüz mü? Görmedinizse büyük bir fırsat kaçırdınız: Büyük din âliminin cesedinin 27 Mayıs darbesi sonrasında yattığı Urfa’daki hazireden alınarak meçhul bir semte götürüldüğü biliniyordu; yeni çıkan bir kitaba göre, sanıldığı gibi Isparta’da bir semt-i meçhule gömülmemiş ceset, uçaktan denize atılıvermiş...
Geçmişte de dile getirilmiş ve yanlış hatırlamıyorsak ilgilisi tarafından tekzip edilmiş dehşetengiz bir iddia bu. Bütün kültürlerde saygı gösterilen insan cesedinin denize boca edilmesinin düşünülebilmesi bile tüyleri diken diken ediyor. İddianın yeniden piyasaya sürülmesinin herhalde ‘güncel’ bir sebebi olmalı.
Peki, 27 Mayıs darbesi sonrasında yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde Adalet Partisi’nin adayı olan Prof. Ali Fuat Başgil’in başına geleni biliyor muydunuz? Bilmeyenler veya unutanlar için geçen gün bir hatırlatan çıktı. Okuyalım:
“İşte o kritik günlerde bir isim adaylıkta ısrar etti: / Prof. Ali Fuat Başgil... / Başgil, eski DP’lilerin sevgi gösterileri arasında adaylığını açıklamaya Ankara’ya geldi. Başbakanlığa çağrıldı. Orada kendisini iki MBK üyesi bekliyordu. / Sıtkı Ulay, lâfı çevirmeden kendisine şöyle dedi: / ‘Hoca, bil ki sen cumhurbaşkanı olursan ne top atılır, ne tören yapılır. Senin cibin hazır. Koyacaklar seni bir cibe... Yukarıda bir yere götürecekler. Orada akıbetin meçhul. Belki Etlik’te mezarını bile hazırlamışlardır.’ / Hoca, o gün adaylıktan vazgeçip Ankara’yı terk etti.”
Ali Fuat Başgil Hoca o gün yalnızca Ankara’yı değil Türkiye’yi de terk edip yüksek eğitimini aldığı İsviçre’nin Lozan kentine yerleşti. Bu korkutmayı yapan darbeciler sevindiler ve Org. Cemal Gürsel’i Çankaya Köşkü’ne yolladılar...
Bu iki olayı ‘korkutup ürkütme’ amaçlı uyarılar olarak görmek de mümkün, konuya daha düz yaklaşıp “Geçmişte neler olmuştu” nostaljisi saymak da... Ancak her iki olaydan çıkartılacak dersler olduğuna hiç kuşku yok.
Yeni Şafak, 23 Haziran 2006
|
Fehmi Koru
24.06.2006
|
|
|
“Basit çete” mi? |
Ertuğrul Özkök’ün bir gün önce ortaya koyduğu “şüphe”nin bir gün sonra Genelkurmay Adli Müşavirliği imzasıyla ve resmen ifade edilmesi ilginç bir rastlantı doğrusu.
Genelkurmay Adli Müşavirliği de, tıpkı birkaç gün önce Özkök’ün yazdığı gibi mahkeme kararının “Yüksek Askeri Şur’a öncesi askeri yıpratmayı” amaçladığı vurguluyor. Ayrıca Adli Müşavirlik bu kararla “Sarıkaya’nın rövanşı alınıyor” gibi hukuk diline hiç uymayan, gayet siyasi bir değerlendirme yapmayı da ihmal etmemiş. Neyse, zaten bu davanın en başından beri, gayet siyasi bir dava olarak gittiği, hükümetin yediği ültimatomdan, Van savcısının başına gelenlerden de belli değil mi? Bir iddianamede bir kuvvet komutanının adı geçiyor diye, Genelkurmay Başkanı’nın bütün kuvvet komutanlarıyla birlikte Başbakanlık’a koştuğu nerede görülmüş?
Ama ben asıl şu “yıpratma” meselesine takıldım. İki ordu mensubu çete kurmaktan, görevli oldukları sırada bomba patlatıp adam öldürmekten mahkum oldularsa, bu zaten ordu için yeteri kadar yıpratıcı değil mi? Böyle bir çete ortaya çıktıktan sonra, mahkeme kararı Askeri Şur’a’dan önce verilse ne yazar, sonra verilse ne yazar?
Eğer asker yıpranmak istemiyorsa, mahkeme kararlarının zamanlamasıyla ilgilenmeyi ya da savcılarla uğraşmayı bir yana bırakıp, bir an önce içinden fışkıran çetelerle ve çetecilerle; askeri depolardan çetelere akan silahlarla ilgilenmeye başlasa iyi eder.
Açıkça ortaya koymakta yarar var:
Aslında şu anda kamuoyu, Silahlı Kuvvetler’den böyle “karşı saldırı” niteliğinde açıklamalar değil; durumun vahametine uygun, bir kurum olarak ordunun itibarını korumaya yönelik, içinde ortaya çıkan bu tip yapılanmaların üstüne ciddiyetle gideceği inancı yaratan açıklamalar bekliyor. Ordu mensubu iki kişi bombalı bir eylemle Güneydoğu’yu provoke etmeye kalktı ve suçüstü yakalandıysa ve bu suçları şu anda mahkeme kararıyla sabit olduysa, bu halkın da ordusundan bir açıklama beklemeye hakkı yok mu?
***
Tabii, hepimiz bütün bu olup bitenlerin rejimimizin niteliği ile ilgili olduğunu biliyoruz. Bu kavga Türkiye’de adam gibi bir demokrasi olsun isteyenlerle çocuk aldatma cinsinden uyduruk bir demokrasi olsun diyenler arasındaki kavgadır.
Bu saflaşmada bazıları, artık açık darbe savunuculuğu yapmamayı marifet zannediyor ve bu “demokratik” duruşlarını takdir etmemizi bekliyorlar! Mesela Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni bunlardan biri. Özkök artık “açık darbe” istemediğini söylüyor dünkü yazısında. Ya da mümkün görmüyor. Ama üstü kapalı bir askeri vesayetin ilelebet sürmesini istediği çok belli. Böyleleri hukuka da, demokrasiye de, insan haklarına da bir yere kadar tahammül edip, bir noktada sükut etmesini istiyorlar. İşte o noktada hemen cumhuriyetimizin özel durumu sürülüyor öne. Cumhuriyetin “kurucu unsuru”na gözünün üstünde kaşın var demenin haddini aşmak olduğuna hükmediyor. Van Savcısı Sarıkaya gibi “haddini” aşanlara haddinin bildirilmesinde amigoluk yapmaktan kaçınmıyorlar.
Evet, ülkemizin en büyük yayın organı artık açık darbe istemiyor. Onun idealindeki rejim 28 Şubat...
Allahtan ki, Türkiye kamuoyu bu noktada Hürriyet Gazetesi’nin çok ilerisinde. Adı demokrasi olan ama “iyi çocukların” güçlü odaklardan aldıkları destekle çetecilik yaptıkları, tehlikeli buldukları kişileri devlet adına “itlaf ettikleri”, canları istediği zaman provokasyonlar tezgahlayıp meşru hükümetleri devirdikleri uyduruk bir demokrasiyle yetinmiyor. Daha iyisini istiyor. Ve şükürler olsun ki, inişli çıkışlı da olsa Türkiye yavaş yavaş bu noktaya gidiyor. Böyle bir noktaya gittiği için de, Şemdinli Davası’nın bu kadarla kapanması karşısında ciddi bir hoşnutsuzluk yükseliyor kamuoyundan. Orada suçüstü yakalanan çetenin “basit” bir çete olmadığı, aksine son derece komplike ve köklü bir çeteyle karşı karşıya olduğumuz ve bu çetelerle başedemedikçe de uyduruk demokrasiden kurtulamayacağımız bilinci giderek yerleşiyor.
Bugün, 23 Haziran 2006
|
Gülay Göktürk
24.06.2006
|
|
|
Çeteler ortaya çıkartılamadı |
Şemdinli davası tahminlerden daha erken sonuçlandı ve sanık astsubaylara ağır cezalar verildi.
Kararda astsubayların ve onlarla birlikte çalışan itirafçının kendi başlarına bir çete oluşturdukları belirtildi.
Ben Pazartesi günkü yazımda, sanık astsubay Ali Kaya’nın, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi’ne nakledilmesine de değinerek, “Bu şartlarda adalet nasıl tecelli edecek?” diye sormuştum.
Endişem sanıkların ceza almasıyla değil, çetenin ortaya çıkarılması ile ilgiliydi.
Çünkü sanıkların duruşmalarda uzun uzun açıklama ya da savunma yapmamaları ve olayla ilgili tartışmaların yaşanması istenmiyor gibi bir durum ortaya çıkmıştı.
Ali Kaya bir önceki duruşmaya da hasta olduğu gerekçesiyle katılmamıştı.
Sonra, iddianamede bazı değişiklikler yapılarak sanıklara yöneltilen suçlamanın ‘örgütlü çete’ kapsamından çıkartılması ve iddianamede Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la ilgili bölümlerin okunmaması, Şemdini meselesinin öyle fazlaca büyütülmeden kapatılacağına ilişkin beklentileri yoğunlaştırmıştı.
Evet, astsubaylar sonunda mahkum oldular. Buna karşılık bu endişelerin de boş olmadığı anlaşıldı.
Çete meselesi onlarla sınırlı tutulduğu için silahlı kuvvetler içindeki çeteleşme iddiaları şimdilik ortaya çıkamadı.Bana kalırsa işin aslı bu.
Şimdiye kadar, başta Hükümet olmak üzere, “nereye giderse gitsin bu işi sonuna kadar götüreceğiz ve meseleyi aydınlatacağız” diyenlerin sözleri havada kalmış oldu.
Bunun yerine kaçınılmaz mahkumiyetler verildi ama, işin aslına inilmedi.
Bizim tahminimiz, bu dava ve Danıştay saldırısı sonrası ortaya çıkan çeteler nedeniyle, son zamanlarda gerilen iktidar-asker ilişkilerinde bu şekilde zorunlu bir konsensüs sağlanmış olabileceğine ilişkindi.
Türkiye, genelkurmayın talebi üzerine meslekten ihraç edilen savcı Ferhat Sarıkaya’nın iddianamesi aynen sürdürülebilseydi ve çete meselesinde iyice derine inilebilseydi kopacak olan fırtınaya dayanabilir miydi?
Bana göre kimse bunu göze alamadı. Oysa Şemdinli olayı, çeteler konusunda ve devletin çetelerden temizlenmesi yolunda çok önemli bir fırsat sunmuştu.
Fakat ne yazık ki ne hükümet ne silahlı kuvvetler ne yargı ne bürokrası ve kuşkusuz en başta ne de medyamız buna hazır değildi.
Çıkan komprime bu oldu.
Vatan evladı kahramanların harcanması, ama devletin saygın kurumlarının ve üst düzey yöneticilerinin kurtarılması.
Türkiye, böyle önce suçlanan, mahkum edilen, hatta asılan kahramanların daha sonra baştacı edildiği, büstlerinin genelkurmay bahçesine dikildiği, kemiklerinin yurt dışından getirilip şehitliklere gömüldüğü, kahramanlaştırılıp efsane haline getirildiği bir ülke olarak bu tarza alışıktır.
Şimdi bakın medyaya kimse işin bu tarafını tartışmıyor. Kimi ‘jet’ yargılamadan yakınıyor kimi de o ‘kahramanlar’ adına konuşup “vatan sağolsun” nutukları atıyor.
Öte yandan burası Türkiye. Daha herşey bitmedi. Işin Yargıtay faslı var.
Ayrıca mesele astsubaylara verilen 39.5 yıllık cezalar da değil.
Bu cezalarla, belki şimdi asker kişilerin de siviller gibi mahkum edilebildiği gösterilmiş oldu. Ama nereye kadar? Hangi rütbeye kadar?
Bu dava vesilsiyle mesela, belli bir rütbeden sonra yasaların işlemiyeceğini de anladık.
Orgeneral Büyükanıt’a yasalar işlemedi. Genelkurmay Başkanı’nın verdiği karar ona dokunulmazlık sağladı.
Dolayısıyla Şemdinli davasında işin aslını öğrenemedik.
Astsubaylar mahkum oldu, ama mesele de görece olarak kapandı.
Silahlı kuvvetler gibi, sadece ast-üst ilişkisine, hiyerarşi ve displine dayalı bir kurumda iki astsubayın kendi başlarına bir çete kurup bir dizi bombalamayı gerçekleştirmiş olabileceğine böyle bir mahkeme kararı olsa bile kimsenin inanmayacağı bir ülkede yaşıyoruz.
Bu kararda asıl ilginç olan, mahkumiyet kararların alınmasını sağlayan iddianamenin -bazı bölümleri değiştirilmiş de olsa- aynı zamanda savcı Sarıkaya’nın meslekten çıkartılmasına sebep olan iddianame oluşudur.
Mahkumiyetlerin dayandığı iddianame, silahlı kuvvetler içindeki çeteleşmeye işaret eden, bölgedeki patlamaların gerekçesini tartışan ve bu bu konularla ilgili bazı yüksek rütbeli subayların da ifadesine başvuruşmasını gerekli gören bir iddianame olarak davanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu gerçek bence iki kurumu yakından ilgilendirmelidir:
Başta bu iddianame dolayısıyla savcıyı meslekten çıkaran Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu. Ve tabii yargının bütününü.
Ayrıca da Orgeneral Büyükanıt’a aklanma fırsatı vermeyerek bir komutanını bu davanın sonuçları çerçevesinde hala tartışılır bir konumda bırakmaya devam eden genelkurmay başkanlığını.
Dolayısıyla, Şemdinli meselesinde mahkumiyet kararlarına rağmen tartışmaların devam etmesi kaçınılmazdır.
Yeni Şafak, 23 Haziran 2006
|
Koray Düzgören
24.06.2006
|
|
|
|