Kazım Güleçyüz ( Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni )
Meşveretin Tanımı ve Tarifi
Bediüzzaman Said Nursi’ ye göre, Bu Zamanda 4 Parti var
Türkiye’nin Avrupa Birliği Süreci
28 Şubat ve Sosyal Yaşamdaki Dejenerasyon
Nurcular’ ın Naşir-i Efkarı Yeni Asya Gazetesi
Cemaatlerin Bilerleştirilmesi
İttihad, ilim ve fikirle olur 23.03.2012
“İttihad cehil ile olmaz. İttihad imtizac-i efkârdir (fikirlerin birbiriyle kaynaşmasıdır). İmtizac-i efkâr, marıfetın şuÂ-ı elektriğiyle (bilginin aydınlığı) ile olur” diyen ve fikirlerin de ancak bilginin ışığında kaynaşabileceğini vurgulayan Said Nursî bunu ifade ediyor.
İttihad-ı İslâm
İhtilâfü tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni
İttihadken savlet-i a’dâyı def’a çaremiz
İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni
(Eski Said Dönemi Eserleri, s. 128).
Bunlar, ömrünü ittihad-ı İslâm, Müslümanların birlik ve beraberliği idealine adayan Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in meşhur beyitleri.
Sultan bu beyitlerde, milletin ihtilâf ve ayrılıklara düşeceği endişesinin kendisini kabirde dahi tedirgin ve rahatsız edeceğini; düşman saldırılarını püskürtmenin tek çaresi yükvücut halde birleşip sarsılmaz ve aşılamaz bir ittihad oluşturmak iken milletin bir araya gelememesi ihtimalinden duyduğu ıztırabı dile getiriyordu.
Bu mânâlar, son çağın büyük İslâm âlimi, mütefekkiri ve müceddidi Bediüzzaman Said Nursî’nin lisanında da etkili bir üslûpla ifadesini buldu.
Mü’minleri tevhid inancının getirdiği müşterekliklerde birleşmeye çağıran Bediüzzaman’ın en çok üzüldüğü hususlardan biri, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı kitaba inanan insanların sudan sebeplerle ihtilâfa düşmeleriydi.
Bu ihtilâfın ortaya çıkardığı manzaraya tepkisini ise bilhassa Uhuvvet ve İhlâs Risalelerinde dile getirmişti.
Söz gelişi, haricî düşmanların hücumu zamanında dahilî ihtilâf ve düşmanlıkları bir kenara bırakmak kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu ve en bedevi kavimler dahi bunun gereğini yaparak, en azından düşmanın taarruzunu def edinceye kadar ittifak ettikleri halde, İslâm cemaatine hizmet dâvâ edenlerin, İslâma ve Müslümanlara hücum etmek için birbiri ardı sıra dizilmiş pek çok düşman varken, dahilî anlaşmazlıklarını sürdürüp düşmanın işini kolaylaştırmalarını, “sukut, vahşet ve hıyanet” olarak niteleyen ağır ifadelerle eleştirdi.
İslâmı ve Müslümanları hedef alan taarruzların her birine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti alma mecburiyeti varken, adeta düşman İslâm kalesine girsin diye içeriden kapıları açmaktan farksız bir tavırla iç ihtilâfları sürdürme inadı için “Hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?” diye sordu.
Ve hariçten gelen saldırılara karşı en kuvvetli silâh, siper ve kalenin İslâm kardeşliği olduğunu, bu kaleyi sıradan ve küçük bahanelerle sarsmanın vicdanla da, İslâmın yüksek maslahatlarıyla da asla bağdaşmadığını vurgulayarak, bu tavır içindeki her bir Müslümana “Bunları bil, ayıl!” uyarısında bulundu ve şöyle seslendi:
“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘Mü’minler ancak kardeştir’ (mealindeki Hucurat Sûresi 10. âyetinin) kal’a-i kudsiyesi (mukaddes kalesi) içine giriniz, tahassun ediniz (sığınınız).”
Said Nursî, hadis-i şeriflerin işaretlerini yorumlarken, ahirzamandaki dehşetli şahısların, Müslümanların ve yanı sıra diğer bütün insanların hırs ve ihtilâflarından istifade ederek, az bir kuvvetle dünyayı alt üst edip koca âlem-i İslâmı esaret altına aldıklarına da dikkat çekti (Mektubat, s. 454-5).
Ve Müslümanların, ancak “Mü’min için mü’min, sağlam yapılmış bir binanın birbirine kuvvet veren elemanları gibidir” mealindeki hadis-i şerifte (Buharî, Salât: 88) ifade edilen ölçüyü hayat prensibi haline getirdikleri takdirde dünyada sefaletten, ahirette de ebedî ziyana düşmekten kurtulabileceklerini vurguladı.
Ona göre, “Bu zamanın en büyük farz vazifesi, ittihad-ı İslâmdır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, Makalât, s. 67) “Azametli, bahtsız bir kıt’a’nın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi ittihad-ı İslâmdır.” (Mektubat, s. 793)
Peki, Said Nursî ittihad-ı İslâm derken neyi kast ediyordu?
1908-9’da yayınladığı makalelerine—ve 31 Mart isyanından sonra haksız ithamlarla çıkarılıp beraat ettiği Divan-ı Harb-i Örfî’de (sıkıyönetim mahkemesinde) yaptığı müdafaaya—baktığımız zaman, onun, ittihad-ı İslâm tabiri ile, bütün mü’minler arasındaki birlikteliği murad ettiğini ifade ve bu ittihadın ana unsurlarını şöyle tesbit ediyordu:
* Bu ittihadın alanı, doğudan batıya, kuzeyden güneye, Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalara uzanır.
* Merkezi Kâbe ve Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu Haremeyn-i Şerifeyndir (İslâmın mukaddes şehirleri olan Mekke ve Medine’dir).
* Bu ittihadın esası, tek bir Allah’a imandır.
* Nizamnamesi, tüzüğü Peygamberimizin (a.s.m.) Sünnet-i Seniyyesi; kanunnamesi dinin emir ve yasaklarıdır.
* Kulüp ve encümenleri bütün medrese, mescit ve okullardır.
* Bu birliğe dahil olan cemaatin yayın organları, Kur’ân tefsirleri başta olmak üzere bütün İslâmî kitaplar ve i’lâ-yı kelimetullah hedefiyle çıkıp bu istikamet üzere yayın yapan bilumum dinî gazetelerdir.
* Bu ittihadın mensupları bütün mü’minlerdir. Reisi de Peygamberimiz Fahr-i Âlemdir (a.s.m.). (Tarihçe-i Hayat, s. 105)
Peki, bu ittihadın tahakkuku ne gibi şartlara bağlı?
Bediüzzaman, eserlerinin muhtelif yerlerinde bu sualin cevaplarını da veriyor.
Bazılarını kısaca arz etmeye çalışalım:
İTTİHAD İLİMLE OLUR
Herşeyden önce, ittihad bir fikir birliğini gerektiriyor. “İttihad cehil ile olmaz. İttihad imtizac-ı efkârdır (fikirlerin birbiriyle kaynaşmasıdır). İmtizac-ı efkâr, marifetin şuâ-i elektriğiyle (bilginin elektrik ışığı) ile olur” diyen ve fikirlerin de ancak bilginin ışığında kaynaşabileceğini vurgulayan Said Nursî bunu ifade ediyor (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 280). O halde, bu ittihadın ilim ve fikir temellerini sağlam atmak, mü’minlerin önündeki öncelikli görevlerden biri. Bu da eğitim meselesini gündeme getiriyor.
Bediüzzaman, hayatının en büyük ideallerinden biri olan Medresetüzzehra projesinin getireceği olumlu neticeleri sıralarken bu noktaya da işaret ediyor. Ona göre, dinle bilimi kaynaştıran bu projenin hayata geçirilmesi, ayrı kulvarlar halinde yürüyen medrese, mektep ve tekkeyi barıştırır; fikirleri birbirine yakınlaştırır ve ilk aşamada, maksatta birliği temin eder. Oysa Osmanlının son dönemindeki tablo, bunun çok uzağındadır. Fikirler arasındaki zıtlık uçuruma dönüşerek birliği ortadan kaldırmış, her türlü gelişmeyi durduracak noktaya varmıştır. Ve farklı eğitim kanallarında yetişen her bir fert, kendi yoluna taassupla bağlanırken, başkalarının yürüdüğü yola sathî nazarlarla bakmış; bu durum tefrit veya ifrat neticelerini, tarafların birbirlerini sapıklık ya da cehalet ve yobazlıkla suçlamaları şeklinde göstermiştir.
İslâm beldelerinde hâlâ aşılamayan aydın-halk uçurumunun temelinde, bu teşhiste dile getirilen acı gerçek yatıyor. “Mektepli” aydınlar, “medreseli” din âlimleri ve “tekkeli” tarikat ehli arasındaki çekişme ve anlaşmazlık devam ettiği müddetçe de, arzulanan birlik ve beraberliğin yolunu açmak mümkün değil.
İşte Said Nursî, din ve fen ilimlerinin beraberce ve birbiriyle kaynaştırılarak okutulacağı üniversite projesiyle, bu üç kesim arasındaki kopukluğun giderilebileceğini ifade ediyor.
***
Birliğin temelini inşa edecek üniversite
Bediüzzaman’ın en büyük ideallerinden biri, doğuda Medresetüzzehra adıyla bir üniversitenin kurulmasıydı. Bu husustaki teklifini proje haline getirerek 1908’de İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’e bizzat takdim etmek istedi, ama önüne konulan bürokratik engelleri aşamadığı için bu mümkün olmadı.
Ancak Said Nursî yılmadı. Sultanı deviren 31 Mart olayından sonra gittiği şarkta aşiretleri dolaşarak bu projeyi halka mal etmeye çalıştı.
Bilâhare Münâzarât adıyla kitaplaştırılan sohbetlerinde, üniversite projesi için şöyle diyordu:
“Camiül-Ezher’in kızkardeşi olan Medresetüzzehra namıyla darülfünunu mutazammın (üniversiteyi içine alan) pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini istiyoruz.” (a.g.e., s. 290)
Ardından İstanbul’a tekrar döndü ve Sultan Hamid’in yerine gelen Sultan Reşad’la, refakaten katıldığı Rumeli gezisinde görüşmeye muvaffak oldu ve o günlerde Kosova’da kurulması düşünülen, ancak Balkan Harbinde burası istilâ edildiği için akim kalan üniversite projesine ayrılmış 19 bin altın liralık tahsisatın, doğuda kurulmasını istediği Medresetüzzehra’ya aktarılmasını kabul ettirdi.
Sonra da Van’a giderek göl kıyısında üniversitenin temelini attı. Ama Birinci Dünya Harbi patlak verince, temel, atıldığıyla kaldı.
Akabinde Bediüzzaman talebeleriyle vatan müdafaası için cepheye koştu. Esir düştü. Esaret dönüşü İstanbul’da İngiliz işgaline karşı mücadele verdi. Anadolu’daki Kurtuluş Savaşını destekledi. M. Kemal’in ısrarlı davetleriyle gittiği Ankara’da, yeni devletin idarecileriyle Birinci Meclis üyelerine de, harp yüzünden yarıda kalan üniversite projesini anlatarak destek istedi. Çoğunluğu ikna edip M. Kemal’in de imza verdiği bir tahsisat çıkarmayı başardı, ama yeni yönetimin medreseleri kapatma kararıyla bu teşebbüsü de sonuçsuz kaldı.
Bunun üzerine Bediüzzaman, idealindeki üniversiteyi kurmak için çok farklı ve orijinal bir yolu denedi ve başarılı oldu: Maddeten tesis edemediği Medresetüzzehra’yı, telif ettiği Risale-i Nur Külliyatıyla manen inşa etti.
Binası, tesisleri, resmî kadro ve bütçesi olmayan, ama eserlerin okunduğu her ev ayrı bir şube, derslerin yapıldığı her salon müstakil bir anfi gibi hizmet veren, gönüllülük esasına dayalı, risaleleri okuyan herkese hem talebe, hem de—anlama derecesine göre—hoca vasfı kazandırarak kısa zamanda toplumun derinliklerinde kök salan bir üniversiteydi bu.
Said Nursî Risale-i Nur üniversitesini dinamik, seyyal ve sivil bir temel üzerine inşa etti, ama kurumsal anlamda bir üniversite projesinin de peşini bırakmadı. Ve CHP diktatörlüğü 1950’de yıkılıp DP’nin iktidara gelmesinden sonra Reis-i Cumhurla Başvekile yazdığı mektuplar ve gazetelere gönderdiği açıklamalarla, yeni hükümetin doğuda üniversite kurma girişimlerini destekledi. Kürtleri de kucaklamasını istediği bu üniversitenin ayrıca İran, Arap âlemi, Hint yarımadası, Kafkasya ve Türkistan’ı içine alacak geniş bir coğrafyaya, uluslar arası boyutta hizmet vermesini önerdi.
Üniversitede verilecek eğitimin temel prensibini ise “dinî ilimlerle modern bilimleri kaynaştırmak” olarak tesbit ederken, ırkçılığa karşı İslâm kardeşliğine vurgu yapılmasını istedi.
Onun bir asır önce “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” sözüyle dile getirdiği orijinal yaklaşım çerçevesinde geliştirdiği Medresetüzzehra projesi, bugün hâlâ kıyısına dahi yaklaşılamamış engin bir ufuk ve vizyonun somut ifadesiydi.
Asırlık gecikmesi Türkiye’ye de, İslâm âlemine de, tüm dünyaya da çok pahalıya mal olan bu son derece özgün proje hâlâ anlaşılmayı ve samimiyetle uygulanmayı bekliyor.
KÂZIM GÜLEÇYÜZ
[email protected]
http://www.euronur.tv/cemaatlerin-birlestirilmesi/
Yeni Asya EuroNur