Millî Mücadele yıllarıydı. Ankara’da ümitler yeşermiş, yedi düvel tabir edilen ve ifsat komitelerinin başı, cibilli İslâm düşmanı İngilizlerin taşeronu Yunanlılar dünyaya rezil edilmişlerdi. Ellerinde İngiliz hükümetinin verdiği son sistem silâhlarıyla, özünde İslâmî değerlerini esir almayı hedeflediği Son Osmanlı tarafından Anadolu’nun bağrından adeta tırnaklarıyla mücadele edilerek adım attırılmıyordu.
Ankara Meclisi, Millî mücadelede İstanbul’da İngilizlerin dessas fikirlerine, ehl-i imanı ifsat çalışmalarına kahramanca neşrettiği kitaplar ve makalelerle karşı koyan Bediüzzaman’ı Ankara’ya dâvet eder. Dâvete icabet eden Bediüzzaman Ankara’ya büyük ümitlerle gider, ancak “1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah,’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!’”1 diye görür.
İman, dünya ve ahiret saadetinin bağlı olduğu en önemli esastır. Bu yüzden dinin en yüksek mertebesidir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imanı tanımlarken altı erkânının tasdik edilmesini esas alır. Çünkü, Cebrâil (Aleyhisselâm) Resûlullah’a gelip de imanın ne olduğunu sorduğunda Resûlullah (asm) “İman, Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmandır” diyerek cevaplamıştır (Müslim). Buradan da anlaşılacağı üzere imanın altı rüknü vardır. Bunlara imanın erkânı denir. O halde bu rükünlerden birinin yokluğu bile kişinin imanlı olmasına engeldir. Kişi bu durumda iman esaslarından birini eksiltmiş bulunur. Bir yapı, nasıl onu oluşturan temellere dayanıyorsa, iman da ancak ve ancak onu oluşturan temeller üzerine bina edilir.
Kişinin imanlı olması görüldüğü gibi bu altı esasa inanmasıyla mümkündür. O halde bu altı esası öğrenmek, imanî bir görevdir.
TABİAT RİSÂLESİ İMAN CEPHESİNİN İLK SIĞINAĞI
Bediüzzaman imanın erkânına ilişildiğini görmesi üzerine en temel imanî erkân olan Allah’a iman üzerinde tahşidat yapar ve ayağının tozuyla geldiği Ankara’da öncelikli olarak yeni rejimi ve yeni devleti kurmayı düşünen lider kadronun eline Ankara Yenigün Matbaası’nda neşrettiği “Tabiat Risâlesi”ni tutuştururur. Tabiat Risâlesi, Allah’ın varlığını inkâr eden ehl-i zındıkanın başına balyoz gibi iner. Arapça neşredilen risâle kimin eline geçmişse en zındıka olanı bile şüpheye düşürmüş, ehl-i vicdan sahiplerini ise kısa yoldan imanın erkânına çevirmiştir.
Ankara’da kalamayacağını anlayan Bediüzzaman, Mecliste tarihî görevini yapıp Anadolu’nun bağrına çekilip halkın imanının erkânını takviye çalışmaları yaparken bu defa tamamen kanunsuz, hiçbir adlî gerekçeye, hukuka dayanmayan Batı Anadolu’ya sürgün edilir. 1927 yılında Barla’ya mecburî ikamete tabi tutulur. Burada “kuş konmaz kervan geçmez mekânda unutulsun gitsin, sosyal hayata karışmasın. Halkın kendisine olan hüsn-ü zannı dolayısıyla hâlâ ümit olarak kendisini görmesin” istenir.
Ancak o, Kasım 1922’de Ankara’ya geldiğinde gördüğü “imanın erkânına ilişen” dehşetli ifsat komitelerine karşı Kur’ân’ın tezgâhından önce İstanbul’da Yeni Ay dergisi tarafından organize edilen başında Zekeriya Sertel ve Abdullah Cevdet’in bulunduğu dinsizlik adına yayınların yapıldığı, dayatılmak istenen lâdinî düşüncenin alt yapısının oluşturulmak istendiği platforma karşı Barla dağlarında bir başka platform kurar. Bir yandan yeni rejimin bütün maddî ve manevî imkânlarını yanına almış gizli ifsat komiteleri, diğer yanda yanında Şamlı Hafız Tevfik’ten başka kimsesi olmayan, elinde Kur’ân’ından başkaca da kitabı olmayan Bediüzzaman...
Bin yıldır Kur’ân’a hizmet etmiş İslâm Âleminin kalbi İstanbul’da, artık gizli değil tamamen aleni Yeni Ay Mecmuası faaliyetine devam ediyordur. Nisan 1927 sayısının kapak konusu zamanın şöhretli isimlerine “Ahirete inanıyor musunuz?” şeklindeki tek soruluk anket hazırlar. Aslında fikir ısmarlama ve yukarılarda bir yerlerden sipariştir.
“Uygulama, cumhuriyetin ilk dönemlerinde sözde düşünce hürriyetinin zemininde sivil yayın faaliyeti görünümündedir. Daha sonra bu anket sorularının biri de ‘Ahiret var mıdır?’ şeklindedir. Bu anket ve cevaplarından oluşan ve dergi fasiküllerinde ‘Din serisi’ adında dinsizlik fikirlerinin işlendiği güya dinî külliyat olarak yayınlanmıştır.
“Abdullah Cevdet, anket sorusuna: ‘Allah’a imanın büyük bir safdillik olduğu ve bu inancın insanı tedavisi mümkün olmayan bir hastalık’ (hâşâ) olduğu şeklinde cevap verir. Dolayısıyla ahirete iman da aynı cümleden bir hastalık gibi zındıka fikrini bu dergi ile ilân ederler.”2
Hedef, ders kitaplarının müfredat programlarına “Öldükten sonra dirilmenin safsata olduğunu” yerleştirmektir. Yeni Ay mecmuası yayınıyla ve kamuoyu tarafından tanınan şöhretlerle yaptığı mülâkatlarla buna zemin hazırlamaktadır.
MECLİSTE HAŞİR RİSÂLESİ VEKİLLERİN ELİNDE DOLAŞIR
Bediüzzaman çok kısa bir sürede Eğridir Gölünün kenarında 10. Söz olarak literatüre geçecek olan “Haşir Risâlesi”ni yazar. Burada insanların en yakınlarında gördükleri en basit küçük şeylerden örnekler vererek haşrin varlığını, tıpkı Allah’ın varlığının Tabiat Risâlesi’nde olduğu gibi net, itiraza yer vermeyecek şekilde anlatır. Bununla da kalmaz. Barlalı tüccar Bekir Dikmen’e parasını vererek Haşir Risâlesini 1000 adet matbaada bastırıp, mecliste memur olarak çalışan yeğeni Abdurrahman vasıtasıyla önce milletvekillerine, sonra da haşri inkâra hazırlanan eğitim komisyonu üyelerine dağıttırır. Bu eserin mecliste herkesin elinde dolaşması, Meclis eliyle “öldükten sonra dirilmenin safsata olduğu” fikrini yerleştirmek için çalışanları dağıtır. Eline Haşir Risâlesi geçen gizli zındıka üyeleri ”Bu eserin sahibi hayatta olduğu sürece biz fikrimizi bu millete kabul ettiremeyiz” diyerek Bediüzzaman’ın Barla’da çok sıkı bir sürgün hayatı yaşatılması için idarî, adlî bütün ellerindeki gücü seferber ederler.
Bediüzzaman’ın kapısına bir bekçi dikerek kimseyle görüştürmemek, kapıdan dışarı çıkartmamak yönünde kararlarını uygularlarken bir yandan da kaldıkları yerden bu defa Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğunu, onun İlâhî bir kitap olmadığını yine basın yoluyla işlemeye başlarlar. Bediüzzaman ise bu hamleye karşı 1927 yılında 25. Söz olan Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesinde “Bu Mu’cizât-ı Kur’âniye risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur’âniyenin kemâlâtının menşe’leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş.”3
Kur’ân’ın mu’cizeliğini ve Allah kelâmı olduğunu ispat etmiş. Haşir Risâlesi’nde olduğu gibi hemen matbaada bastırmak ve dağıtmak için harekete geçmiş. Ancak Barlalı tüccar Bekir Dikmen 900 lira tutan bu eseri parası gelmediği için bastırmamış. Bu eser de ancak el yazması eserlerle dağıtılmıştır.
EHL-İ ZINDIKA HER HAMLESİNDE KARŞISINDA BEDİÜZZAMAN’I BULUR
Ankarada’ki gizli ifsat komiteleri, her hamlelerine karşılık veren Bediüzzaman karşısında arka arkaya aldıkları Allah’ın varlığı, öldükten sonra dirilme, kitaplara iman gibi iman erkânlarındaki yenilgi üzerine bu defa hemen Kader meselesini işlemeye başlarlar. Ancak Bediüzzaman, daha onların kaderi inkâr eden zehirli fikirleri Ankara’nın sınırları dışına çıkamadan Barla’da 1927 yılında 26. Söz olan “Kader Risâlesini” yazar ve Anadolu’nun en ücra noktasına kadar ulaştırır.
Zındıka komitesi hırsından adeta kudurur. Bir kaç yıl bir şey yapamaz hâle gelirler, ama 1928 yılının başında bu defa bir başka hamleyi kendilerince açık kapı olarak gördükleri “Cennet, Ruh ve Melaike” konularında yapmaya hazırlanırlar.
Ancak psikolojik üstünlüğü elinde bulunduran Bediüzzaman, Barla bahçelerinde özellikle de Sıddık Süleyman’ın bahçesinde Cennet ve melaike bahislerini yazarken adeta o mekânlarda dünyadayken de gezer gibi yazar. Halbuki İslâm dahilerinin “Akıl bunda yol bulamaz” dediği meseleleri Bediüzzaman en âmî insanın da anlayacağı açık misallerle akıllara yakınlaştırmıştır.
Bediüzzaman’ın sanki Ankara’da konuşulan herşeyi ânında duyuyor gibi stratejiler geliştirmesi ehl-i zındıkanın bütün planlarını altüst etmesi üzerine devletin bir numarası Eğridir’e 5 Mart 1930 yılında ani bir ziyaret gerçekleştirir. Önce vali, ardından kaymakam, sonra nahiye müdürünün, Barla başöğretmeninin Bediüzzaman’ı engelleme görevlerindeki başarısızlıkları dolayısıyla görev yerleri değiştirilir. Eğridir Müftüsü, o zamana kadar Bediüzzaman’a saygı ve hürmet gösteren şahıs, görev yerini muhafazanın bedeli olarak Bediüzzaman’a eziyet verir bir hale dönüşür.
ZINDIKANIN BELİ KIRILIR
Ancak 1922 yılında ilk Ankara ziyaretinde Mecliste ehl-i imanın içinde kuvvet bulan ve imanın erkânına ilişen gizli zındıka kuvveti, “Allah’a iman” erkânına ilişince karşısında 23. Lem’a olan Tabiat Risâlesini bulmuş. Öldükten sonra dirilmeyi inkâra hazırlanırken, 1927 yılında kafalarında 10. Söz Haşir Risâlesi bomba olup patlamış. Aynı yıl Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğunu halka yaymaya hazırlanırlarken bu defa 25. Söz Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesi daha fikirlerini Ankara’nın dışına çıkartamadan onları habis fikirlerinde boğmuştu. Aynı yıl yoğun bir mesai sarfeden gizli zındıka Kader meselesine dil uzatmaya kalkmış, bu defa Bediüzzaman 1927 yılında yayınladığı 26. Söz “Kader Risâlesi”yle adeta zındıkayı dilsiz bırakmıştı.
Ağır yenilgiler alan “gizli ifsat komiteleri” yenilgilerini hazmetmemişken son bir hamle ile “Cennet ve Melaike” konusunda yaptıkları çıkışlarına, 1928-1930 aralığında Bediüzzaman 28. Söz “Cennet Bahsi”, 29. Söz “Ruh ve Melaike” risaleleri ile noktayı koymuştur.
Görüleceği üzere Lord Gurzon’un İngiliz Lordlar kamarasında elindeki Kur’ân’la söylediği “Müslümanların elinden bu Kur’ân’ı almadıkça onlara hakiki sahip olamayız” sözüne karşılık Bediüzzaman “Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür. / Elde Kur’ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?” hakikatını Barla gibi bir yerde uygulamıştır.
BARLA İMAN CEPHESİNİN EN İLERİ NOKTASIYDI
Onun için Barla; gerçek anlamda yok edilmek, imanın erkânı elinden, kalbinden, ruhundan söküp alınmak istenen bir milletin varoluş, diriliş mücadelesinin yapıldığı bir mekândır.
“Barla, ehl-i îmanın manevî imdadına gönderilen Risale-i Nur Külliyatı’nın telif edilmeye başlandığı ilk merkezdir.
Barla, millet-i İslâmiyenin, husûsan Anadolu halkının başına gelen dehşetli bir dalâlet ve dinsizlik cereyanına karşı, Kur’ân’dan gelen bir hidayet nûrunun, bir saadet güneşinin tulû ettiği beldedir.
Barla, rahmet-i İlâhiyenin ve ihsan-ı Rabbanînin ve lûtf-u Yezdanînin bu mübarek Anadolu hakkında, bu kahraman İslâm milletinin evlâtları ve âlem-i İslâm hakkında, hayat ve mematlarının, ebedî saadetlerinin medarı olan eserlerin lemean ettiği bahtiyar yerdir. (...)
“Bediüzzaman Barla’ya 1927 senesinde nefyedilmiştir. Bu tarihler, Türkiye’de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-i faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, ‘İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslam rûhunu yok etmek, Kur’ân’ı toplatıp imha etmek’ planlarını güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, “Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini intac edecek bir plan yapalım” demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı. İslâmiyeti yok etmek için tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.”4
Barla’da geçen 1927-1934 arası tam bir inanç mücadelesidir. Bu yıllar aynı zamanda imanın erkânına yapılan hücümlara karşı Kur’ân’ın elmas kılıncıyla yapılan muhteşem müdafaa yıllarıdır.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 239
2- Sivri Dursun, 15.1.2012 tarihli makalesi
3- Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s. 328
4- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 136-137