Bediüzzaman Haftası etkinlikleri her yıl 23-30 Mart tarihleri arasında kutlanıyor. Bu kapsamda gerçekleştirilen, Risale-i Nur Kongresi ve Yeni Asya Gazetesi tarafından organize edilen 12. Risale-i Nur Kongresi’nin sonuçlarının da açıklandığı “Hukukun Üstünlüğü ve Adalet” konulu panel, İstanbul’daki Kaya Ramada Otel’de düzenlendi.
Yoğun bir katılımla düzenlenen panel Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı. Daha sonra ise Yeni Asya Medya Grup Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Yavuzyiğitoğlu bir konuşma yaparak misafirleri selamladı. Ardından söz alan Risale-i Nur Enstitüsü Genel Sekreteri Ahmet Dursun, organizasyonla ilgili bilgiler vererek masa çalışmalarını anlattı. Dursun, Türkiye genelindeki seçkin üniversitelerden akademisyenlerin emek verdiği çalışmalar sonucunda ortaya çıkan sonuç bildirgeleri hakkında bilgi vererek bu çalışmaların önemine değindi.
SONUÇ BİLDİRGELERİ AÇIKLANDI
Yoğun çalışmalar sonucu ortaya çıkan sonuç bildirgelerini ise masaların oturum başkanları katılımcılarla paylaştı. Toplam 5 ayrı masada gerçekleştirilen çalışmaların bildirgeleri okunurken konuşmalar sık sık alkışlarla kesildi.
PANELİSTLER ALKIŞLARLA KARŞILANDI
Sonuç bildirgelerinin kamuoyuyla paylaşılmasının ardından panelistler sahneye davet edildi. Konuşmacı olarak Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın yanı sıra yazar Taha Akyol ile Kazım Güleçyüz’ün de katıldığı panelin moderatörlüğünü Av. Kadir Akbaş yaptı. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi ise mazeret bildirerek panele katılamadı. İki oturum şeklinde gerçekleştirilen panelin birinci oturumunda her konuşmacı 15 dakika söz aldı. İkinci oturum ise 10’ar dakikalık süre zarfında gerçekleştirildi.
PERISCOPE’TAN CANLI YAYINLANDI
Canlı yayın uygulaması Periscope üzerinden Türkiye’den ve dünyanın diğer ülkelerinden yaklaşık 30 bin izleyici cep telefonu ve bilgisayarları başından paneli anlık olarak takip etti.
ÜSTAD’I ANARAK SÖZE BAŞLADI
Panelistleri takdim eden moderatör Av. Kadir Akbaş, “Vefatının 57. senesinde sevgili Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi’yi rahmetle anıyoruz” diyerek sözlerine başladı. “Üstad’ımızın ifadesiyle konuşan yalnız hakikattir, kim Kur’an’ın dellalı olan Bediüzzaman Said Nursi’nin sesini kısabilir ki? Kim neden hukukun üstünlüğü ve adalet kavramlarının konuşulmasından rahatsız olur ki?” diye soran Akbaş, “Masa çalışmalarının sonuç bildirgelerini az önce hep beraber dinledik. Hangi sonuç bu ülke açısından bir tehlike veya risk içeriyor? Aksine, bugün içinden çıkmak için çaba gösterdiğimiz hayatî meselelerde belki toplumun her kesimi tarafından benimsenebilecek son derece haklı, meşru çıkış yolları göstermiyor muydu? Alkışlarınızla siz zaten bunu ısrarla teyit ettiniz. Bu çalışmalarımız Türkiye’nin her dönem olduğu gibi bu sancılı döneminde de ülkenin hayrına olacak faaliyetlerdendir” diye konuştu.
GENİŞ HALK KİTLELERİ İSLAMİYET’TEN SOĞUTULDU
Ülkenin OHAL ilanıyla birlikte hiçbir hukuki denetime tabi olmadığının altını çizen Av. Kadir Akbaş, “Anayasaya açıkça aykırı kararnamelerle idare edildiği, saygın bir anayasa hukukçusu hocamızın ifadesiyle insanların gölgelerinden korkar hale getirildiği, ihbar mektuplarına dayanılarak yüz binlerce kamu görevlisinin kararnamelerle memuriyetten ihraç edildiği, tutuklandığı, adil yargılanmanın asgari şartlarının bile gözetilmediği, savunma hakkının özünün ortadan kaldırılacak biçimde kısıtlandığı, tutuklama tedbirinin gereklilik ve ölçülülük nitelikleri dışında korku iklimini egemen kılmak amacıyla yaygın bir biçimde adeta bir ceza olarak uygulandığı, genel müsadere sonucunu doğuracak biçimde insanların mal varlıklarına idari kararlarla el konulduğu, suçun şahsiliği ilkesinin göz ardı edildiği, masumiyet karinesinin gözetilmediği, insanlardan masum olduklarının ispatlanmalarının istendiği; hasılı, her alanda hukuksuz ve keyfi bir yönetim anlayışının sergilendiği, ülkenin ağır bir travma geçirdiği, geniş halk kitlelerinin İslamiyet’ten soğutulduğu bir vasatta Risale-i Nur Külliyatı’nda ifadesini bulan hukuk ve adalet anlayışını Türkiye’nin gündemine taşımayı Bediüzzaman’a talebe olmanın ve Bediüzzaman’ı iman, hayat ve hukuk dairelerindeki bütünlüğü içinde idrak etmenin gereği olarak görüyoruz” şeklinde konuştu.
‘RAST GELSEK SİLLEMİZİ VURACAĞIZ’
Sözlerini “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için var gücümüzle hukukun üstünlüğü ve adalet ilkesinin gözetilmesi gerektiğini haykırıyoruz. Zira Bediüzzaman’a dost olmanın temel şartı, haksızlıklara taraftar olmamaktır. Bizler de aziz Üstad’ımız gibi hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd-ü peyman ettiğimizden istibdad ne şekilde olursa olsun, meşrutiyet libası giyse ve ismini taksa rast gelsek sillemizi vuracağız ve vuruyoruz” diye sürdüren Akbaş, alkış sesleri arasında sözü panelistlere bıraktı.
AKYOL: KEŞKE HUKUKU, DEMOKRASİYİ SAVUNMAK ZORUNDA KALMASAYDIM
“Ben yazı hayatımda her zaman hukuku savunmak mecburiyetinde kalmaktan dolayı kendimi bahtsız hissediyorum” diyerek sözlerine başlayan Hürriyet Gazetesi Yazarı Taha Akyol, “Keşke hukuku, demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını, fikir, ifade, din ve hürriyetini iki de bir savunmak zorunda kalmak yerine bunlar gayet tabii hale gelseydi de ben de biraz sanatla, edebiyatla, felsefeyle uğraşan, film kritikleri yapan, o konulara zaman ayıran bir yazar olabilseydim diye her zaman hayıflanırım” diye konuştu.
Akyol, “Bu hayıflanmam bizim elimizde rahmetli Adnan Menderes için hatim indirildiğinde başladı. Ben çok küçük çocuğum, zar zor anlayabiliyorum neler olduğunu. Menderes öldü denildiğinde annemdeki, babamdaki ağıtlara ızdıraplara baktığımda bizim bir akrabamız öldü zannettim. Amcamız mı, dayımız mı, bu nasıl bir sevgi böyle? İşte o ızdırap bende liseyi bitirdiğim zaman Ali Fuat Başgil’in talebesi olacağım heyecanıyla devam etti. Ben öğrenci olarak İstanbul’a geldiğimde rahmetli Ali Fuat Başgil hocamız çoktan emekliye sevk edilmişti. O günden itibaren bir ülkede hukuk niye bu kadar gecikir, kolayca örselenir, siyasi güç neden hukuktan daha güçlüdür diye hep merak ettim ve ister istemez kendi tarihimizde araştırmaya başladım” diye konuştu.
3. SELİM MEŞVERET KURUP KARARLARINI ÖYLE ALIRDI
Akyol, “Sultan 3. Selim’i hepimiz biliyoruz. Ney çalan, aynı zamanda sanatkâr ruhlu ve değerli bir devlet adamı. Onun yayınladığı fermanlarda daha önceki padişahların hiçbirinde görmediğimiz ifadeler vardır. Mesela diyor ki, bir meşveret meclisi teşkil ederek ittifak-ı ârâ ile aldığımız kararları ferman olarak yayınlıyoruz. Yani padişah bir meşveret kurmuş, oy birliğiyle kararlar alarak fermanlarını yayınlamış. Burada Osmanlı hanedanı gibi, sonuç itibariyle 600 yıllık çok büyük bir prestije sahip bir hanedan bir meşveret heyeti kurmak istiyor. En önemli kararların o heyette serbestçe tartışarak, müzakere ederek ve oylanarak alınmasına önem veriyor. Ancak orada karar alındıktan sonra kendisi ferman ediyor. Bu bize Osmanlı hanedanını bile yeni meşruiyet gerekçeleri bulmak ihtiyacı hissettiğini gösteriyor” şeklinde konuştu. Akyol şöyle devam etti; “Tanzimat hükümdarlarından Sultan Abdülaziz, 6 Mart 1868 gününde Şura-yı Devlet’i (Danıştay’ı) ziyaret ettiğinde şöyle diyor: En çok gerekli bulunan ıslahattan biri hukuk işlerinin, umur-u adliye diyor kendisi, mülkî idari işlerden ve yürütme işleviyle görevli hükümetten ayrılmasıdır. Yargının, yasama ve yürütme erklerinin birbirinden ayrılmasını gerekli görüyor. Bunlar daha önceki hükümdarlar zamanında görmediğimiz gelişmeler.”
ADALET İHTİYACI TA NERELERDEN KAYNAKLANIYOR
Namık Kemal’den de örnekler veren Akyol, “Namık Kemal 1868 yılında aynen şunu yazıyor: Eğer teşvi, yani yasama ve tenhis, yani yürütme hususlarından ikisi de hükümete tevdi olunursa onlar kendi heveslerini hakka tercih edeceklerinden istedikleri gibi zalimane kanunlar yaparlar ve onu istedikleri gibi zalimane icra ederler. Yıl 1868. Namık Kemal İbret gazetesinde yazıyor. Ve yazının devamında bu kuvvetlerin ayrılmasını savunuyor. Adalet ihtiyacı, hukuk ihtiyacı ta nerelerden kaynaklanıyor. Ve hepimize büyük heyecan veren Osmanlı devleti nasıl yozlaşmış, nasıl adaleti kaybetmiş, nasıl adaleti kaybetmiş ki 1800’lü yıllardan itibaren adalet ihtiyacı kuvvetler ayrılığı fikriyle ortaya çıkmış” değerlendirmesinde bulundu.
HÜRRİYET VE ADALETTE EŞİTLİK BİRLİĞİ SAĞLAR
Akyol, “Abdülhamit, 1876, Meclis-i Mebusan’ın açılış nutkunu okuyor. Cemiyetimizi oluşturan muhtelif kavimlerin medeni toplumlara layık olan hak ve menfaatlerine sahip olmasının yolu cümlesinin hürriyet, adalet ve müsavat nimetlerini istisnasız faydalanmasıdır. Dikkatinizi çekerim, artık “reaya” kavramı kullanılmıyor, artık fıkıhtaki “zımmi” kavramı kullanılmıyor. Gayrimüslimlerin de, ki Bediüzzaman’ın kitaplarında da gayrimüslimlerin niye memuriyete alındığı, çünkü eşit vatandaş oldukları çok anlatılır. Sultan Abdülhamit de gayrimüslimleri ifade ederek herkesin hürriyet, adalet ve müsavattan eşit yararlanması halinde birliğin sağlanabileceğini söylüyor” diye konuştu.
OSMANLI ANAYASASINDA TEMEL PRENSİP PADİŞAHIN YETKİLERİNİN DARALTILMASIYDI
Akyol, “Rahmetli hocam Ali Fuat Başgil’in Teşkilat-ı Esasi adlı hukuk kitabından bir cümle okuyacağım size. “Kuvvetler ayrılığı bakımından Osmanlı Kanun-i Esasi’si yürütme, yasama ve yargı yetkilerinin ayrılması ve her yetkinin özel bir kurula verilmesi fikrinden hareket eder” diye Osmanlı anayasasının kuvvetler ayrılığına dayandığına işaret ediyor. Osmanlı anayasasında temel prensip padişahın yetkilerinin daraltılmasıdır. Bu evrensel bir kuraldır, ister padişah, ister başkan olsun; yönetenlerin yetkilerinin vatandaş hak ve yetkileriyle daraltılmasıdır” ifadelerini kullandı.
MÜSLÜMANLARIN GERİ KALMA SEBEBİ: İSTABDAD
Konuşmasına Bediüzzaman Said Nursi’ye atıfta bulunarak devam eden Akyol, “Dönemin münevverlerinden Said Nursi’ye soruyorlar: İstibdad nedir? Cevabı Münazarat kitabından: İstibdad tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, suistimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insanlığı mahîsidir. Burada dikkat edeceğimiz husus bunun Osmanlı imparatorluğunda da çok ciddi bir problem olduğu, o yüzden meşrutiyet fikrinin doğduğudur. Nitekim Hutbe-i Şamiye’de de Müslümanların neden geride kaldığı anlatılırken sayılan sebeplerden biri de, bir çeşit bulaşıcı hastalık gibi her yere sirayet etmiş olan istibdad gösterilir. Hakikaten Hallac-ı Mansur’ların katledilmesini, Farabi ve İbn-i Sina’ların medreseden dışlanmasını düşünürsek hakikaten İslam medeniyetinin gerilemesinin sebeplerinden biri devleti koruma, asayiş, “aman fitne fesat çıkmasın” kaygısıyla farklı İslami yorumların bile yasaklanmış olmasıdır. O yüzden hürriyet, istibdad ve kuvvetler ayrılığı meselesi bizim için sadece günlük bir mesele değil, tarihi bir meseledir” diyerek sözlerini sonlandırdı.
ADALETSİZ YÖNETİM SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL
Taha Akyol’dan sonra söz alan Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, adalet ve hukuk kavramlarını temelden ele alarak “Adalet mülkün temelidir. Adaletin mülkün temeli olması, bir toplumun temel siyasal kurumlarının adalet üzerine bina edilmesi demektir. Bu kadim ilke aslında modern zamanlarda başka kültürlerden olan mütefekkirlerce de dile getirilmiştir” dedi. Amerikalı siyaset felsefecisi John Rawls’ın “Adalet Teorisi” isimli kitabında yazan “Nasıl ki doğruluk bilimin temel referansı ise, adalet de toplumsal kurumların birinci erdemi veya meziyetidir” değerlendirmesinden bahseden Erdoğan, “Yine bir başka Amerikalı siyaset felsefecisi adaletin birlikte yaşamanın maliyetini azalttığını söylüyor. Neden? Çünkü adaletin hâkim olmadığı, adaletin gözetilmediği, adaletin mülkün temeli olmadığı yerde ancak baskıyla, zorla toplumu bir arada tutarsınız. Ki bu da sürdürülebilir bir durum değildir” dedi.
ZALİMLER DEVRANIN HİÇ DÖNMEYECEĞİNİ ZANNEDER
“Zalimler bütün iktidarın kendi ellerinde olmasına güvenerek devranın hiç dönmeyeceğini, hep böyle gideceğini sanırlar” diyen Erdoğan, “Ama gerçekte hiç de sürdürülebilir bir durum değildir. Toplumsal temeli olmayan, meşruluğunu yitiren bir iktidarın istikbali garanti değildir. Adalet mülkün temelidir ve bu temel kurumların adalete dayanmasıdır dedik. İşte bu temel kurumlardan birisi de hukuktur. Dolayısıyla hukukun da adalete dayanması gerekir şüphesiz” tespitini yaptı.
ADALETİN ASGARİ MUHTEVASI İNSAN HAKLARIDIR
“Adalet, kadim Yunan döneminden beri, Platon ve Aristo’dan beri üzerinde derinliğine düşünülmüş olan bir toplumsal değerdir” diyen Erdoğan, “Adalet aslında toplumsal olmadan önce bireysel, ferdî bir erdemdir. Yani adil olmak, faziletli olmak demektir aynı zamanda. Veya faziletli insanın bir vasfıdır, belki de önde gelen vasfıdır adil olmak. Bu fikir Aristo’da var. Adalet, insanların hak ettiğiyle ilgiliyse, insanlar neyi hak ederler? İnsanlar her şeyden önce insan olmanın evrensel gerekleriyle, yani onların kazanımlarına sahip oldukları bir hakları vardır. Yani adaletin asgari muhtevası insan haklarıdır” ifadelerini kullandı.
SAVUNMASIZ YARGILAMA ADALETSİZLİKTİR
Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: Hukuktan beklenen adalet, ancak hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlette karşılanabilir. Hukukun üstünlüğü, onun adilliğinin de kriteridir. Esasen hukuku, hukukun üstünlüğünden ayrı düşünmek de zordur. Usul esastan önce gelir. Yani eğer usulü saptırıyorsa biri, bilin ki bir bit yeniği var arkasında. Eğer hakka hukuka riayet etmeksizin, mesela savunma hakkını dikkate almaksızın sizi yargılamaya kalkıyorsa bir makam, demek ki orada adaletsizliği kast ediyordur zaten. Tabii usule uymak her zaman adaleti garanti etmez ama adaletin de asgari gereğidir.
MAĞDUR EDİCİ KANUN YAPILMAZ
Hukuk münhasıran bir devlet destekli, devletin cebir gücüne dayanarak müeyyidelerle desteklediği normal sistem değildir. Bizim hukuk fakültelerimizde ilk bunu öğretirler ve bu yanlıştır. Yani Türkiye’deki tahakküm, bürokrasi zulmünün, siyasetçilerin bile sivilden gelip sonra devletleşmelerinin arkasında bu zihniyet vardır. Hukuk nedir? Arkadaş, devletin emrettiği şeydir. Hayır, öyle değildir. Lon L. Fuller hukukun iç ahlakı diye bir şeyden bahseder. Bu ahlakın gereklerini karşılıklarını karşıladığı ölçüde hukuk olmayı hak eder diyor bir hukuk sistemi. Kanunlar genel olmalıdır. Yani belirli kişi veya grupları özel olarak hedef alan, ister onları kayırıcı, ister mağdur edici olsun, kanun yapılmaz. Kanun genel olmalıdır. Ki kanunların ilan edilmesi gerekir. Ne deriz? Hukuku bilmemek mazeret değildir. Hukuku bilmemenin mazeret olmaması için önceden ilan edilip insanların bilgisine sunulması lazım.
AKŞAMDAN SABAHA KANUNLAR DEĞİŞEMEZ
Eğer Türkiye’de hâlihazırda olduğu gibi, hukuk sistemi artık uzmanlarının bile “Şu konudaki hüküm nedir?” diye anlamakta zorlandığı bir karmaşıklığa bulaştıysa artık bilmemek mazerettir. Torba kanunların vaka-yı adiyeden olduğu bir dönemde kanunu bilmemek mazerettir. Kanunlar geçmişe yürümemelidir. Kurallar vazıh, açık seçik olmalıdır. Kanunun olağan anlamıyla ne dediğini anlayabilmemiz lazım. Çok özel, teknik konular haricinde. Kanunlar veya genel olarak kurallar, birbirleriyle çelişmemelidir. Kanunlar muhataplarından yeteneklerini, güçlerini açan davranış talep etmemelidir. Kanunlar nispeten istikrarlı olmalıdır, yani keyfî olarak akşamdan sabaha kanun değişmemelidir. Bütün bunlar birçok şeye hizmet eder ama öncelikle hukukun üstünlüğünün de temel amacı olan hukuki güvenlik ve öngörülebilirliğe hizmet eder. Özel kayırma veya dışlama içermeyen, tutarlılığı olan bir normlar sistemi olarak bileceksiniz. Bu ilkelerin temel amaçlarından biri, insanların geleceğe güvenle bakabilmesini sağlamaktır.
ADALETE HİZMET ETMİYORSA O SAHTE BİR HUKUKTUR
Lon L. Fuller’in hukukun temel ilkelerini anlatırken kullandığı “Bıçak” metaforuna da değinen Erdoğan, “Bıçak nedir? Bıçak kesen, belli bir tür alettir değil mi? Yani bıçağın temel işlevi kesmesidir. Plastik bir bıçak ilk baktığınızda her yönüyle bıçağı andırıyor, dışsal görünümü itibariyle ama kesmiyor. İşte diyor, sahici hukukla sahte hukuk arasındaki fark böyledir. İnsanlara güveni sağlamıyorsa, halkların hukukunu garanti altına almıyorsa, adalete hizmet etmiyorsa o sahte bir hukuktur” diyerek sözü Kâzım Güleçyüz’e bıraktı.
VERİLEN SÖZÜ TUTMAK AHLAKIN PRENSİBİ
Gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kazım Güleçyüz de misafirleri selamladıktan sonra 12. Risale-i Nur Kongresi için salon anlaşmasını iptal eden Haliç ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi yöneticilerini eleştirdi. Güleçyüz, “Bundan 12 sene evvel bir basın açıklaması yapmak için bir otel aradık. Konu başörtüsüyle ilgili bir sıkıntıydı. O zaman bu yasak uygulanıyordu ve şiddetli sıkıntı çekiyorduk. Başörtülü bir muhabirimiz üniversitenin etkinliklerine alınmıyordu ve basın kartı hakkına sahip olan başörtülü çalışanlarımızın başı açık fotoğraf vermedikleri için kartları verilmiyordu. Bu konularda basın açıklaması yapmak üzere otel aradık ama otellerin çoğu korktu, veremedi. Zannediyorum 2005 yılıydı. 2017 yılında bu paneli yapmak için evvela Haliç Kongre Merkezi ile anlaşma yaptık, sebep belirtmeden iptal edildi. Peşinden Lütfi Kırdar’la sözleşme yaptık ve kaymakamlığa bildirim yapmamızın peşinden 2 saat geçmeden Lütfi Kırdar Kongre Merkezi yönetimi arayarak güvenlik ve OHAL gerekçesiyle sözleşmeyi iptal ediyoruz dedi. 2005’ten 2017’ye 12 sene. Geldiğimiz nokta bu. Burada haliç kongre merkezi ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi yönetimlerinin hukuka da ahlaka da uymayan bu davranışlarını kınıyorum. Verilen sözü tutmak, ahde vefa. Bunlar ahlakın da hukukun da en temel prensiplerindendir. Bunlar ayaklar altına alınmıştır” derken Kaya Ramada Oteli yöneticilerine de teşekkür etti.
NUR BİZİM ONURUMUZDUR, ÇİĞNETMEYİZ
“Sıkıntılı bir OHAL sürecinden geçiyoruz” diyen Güleçyüz, “Sürekli yeni mağdurlar üreten bir süreç bu. Mustafa Erdoğan hocamız da bu mağdurlardan birisi. Çalıştığı üniversiteden çıkarıldı. Buna benzer binlerce akademisyen ve gazeteciler var. Bu gazeteciler içerisinde daha evvel bizim tertiplediğimiz ve birlikte panellerde konuşmalar yaptığımız Ali Bulaç, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak var. Şahin Alpay’la aynı panelde buluşmadık ama onu da özgürlükçü fikirleriyle biliyor ve aylardır cezaevinde bulmasının üzüntüsünü yaşıyoruz. Bu insanların tanıdıklarımızın ve gazeteci kimliğiyle şahsen tanışmasak da tanıdığımız insanların terörist olduğuna inanmıyoruz. Uzun, gerekçesiz tutuklulukların yargısız infaza dönüştüğü bir korkunç süreçten geçiyoruz. İnsanlar yargılanmadan ve kesinleşmiş mahkeme kararıyla suçluluğu hükme bağlanmadan suçlu ilan edilemez. Bu gazetecilerden birisi de Yeni Asya’nın mensubu olan Nur Ener kardeşimiz. 26 gündür içerde. Kendisi yakından tanıdığımız ve mezun olur olmaz gazetemizde çalışmaya başlayan bir gazeteci. Bu kardeşimizin 26 gündür içerde tutulmasını hazmedemiyoruz. Ve bir Yeni Asya mensubuna, diğerleri için söyledim, terör isnat etmek kimsenin haddi değildir. Yeni Asya ve sözcüsü olduğu Risale-i Nur, Bediüzzaman her çeşit terörün çözüm adresidir. Nur Ener’le ilgili son olarak söyleyeceğim şey, Nur bizim onurumuzdur, çiğnetmeyiz” şeklinde konuştu.
Güleçyüz şöyle devam etti: Bir diğer konu, birçok insan tutuklandı. Bunların içerisinde yüksek yargı mensupları, Yargıtay ve AYM üyeleri var. Danıştay üyeleri var. Üstad Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Mustafa Sungur ağabeyimiz 1 Aralık 2012’de hakkın rahmetine kavuştu ve o zaman başbakan olan Erdoğan cenazesine iştirak etti. Aradan zaman geçti, sayın Erdoğan cumhurbaşkanı oldu. Ardından 15 Temmuz oldu. Ve Mustafa Sungur ağabeyimizin kızı, emeklilik hakkı da geldiği halde bu hakkı gasp edilerek Kur’an kursu hocalığından ihraç edildi. Damadı Danıştay üyesi ve 8 aydır hücre hapsi, tecrit şartlarında tutuklu. Sayın cumhurbaşkanının bundan haberi var mı acaba?
İLK DEFA KAMUOYUNA AÇIKLANDI
Öte yandan Güleçyüz, eski yüksek yargı üyelerinin yaşadığı mağduriyetleri ilk kez kamuoyuyla paylaştı. “16 Temmuz 2016 günü Danıştay yüksek kurulunda hiçbir resmi evrak kendilerine ibraz edilmediği halde, meslektaşları ve basın mensuplarının gözü önünde terörist muamelesi yapılarak gözaltına alınmışlar” diyen Kâzım Güleçyüz, “Aynı muamele ile 4 günlük gözaltı süresi devam etmiş, 35 saat aç susuz bırakılmışlar, dördüncü gün Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Adliyesi binalarında elleri ters kelepçeli olarak tüm vatandaşlara teşhir amaçlı dolaştırılmışlar” diyerek yaşanan mağduriyetleri şöyle anlattı:
Bir geceyi 100 üzerinden kişiyle birlikte Adliye meclisinde ters kelepçe olarak geçirmişler, tutuklama kararı ertesi gün verilmiştir. Kararın ardından Sincan T Tipi Cezaevinde 8 kişilik koğuşlara yaklaşık 30 kişi olarak konulmuşlar, terörist muamelesi yapılarak 3 ayı bu şekilde geçirmişlerdir. Sonra cezalandırma amaçlı olarak Kırıkkale Keskin T Tipi Cezaevi’nde tek kişilik hücrelere yerleştirilmişlerdir. 5 buçuk aydır bu hücrelerde terörist muamelesi görerek kalmaktadırlar. Bilindiği üzere tek kişilik hücreler, hükümlülere bir yaptırım olarak getirilmişlerdir. Ancak şuan haklarında bir mahkumiyet hükmü bulunmayan, yargılama aşamasına dahi başlanılmayan, tutuklu ve ihraç edilmiş yüksek yargı üyeleri var. Yürütülen soruşturmada hakim ve savcılara özgü özel soruşturma yöntemlerine başvurulmamıştır. Bir yüksek yargı hakimi hakkında genel hükümlere göre soruşturma başlatılması, yakalama, gözaltı, arama ve el koyma kararları verilmesi hukuka aykırıdır.
Hayatını mesleğine adamış, 20-30 yıl hakimlik yapmış ve sonunda yüksek yargı üyesi olmuş 1. Sınıf hakimler kanun gereği Yargıtay’da yargılanmaları gerekirken henüz mesleğe başlamış, kıdemsiz tek bir hakim tarafından yargılanıp gerekçesiz tek bir kararla terörist muamelesi yapılarak tutuklanmışlardır. Aradan 8 ayı geçkin bir süre geçmiş olup halen haklarında bir iddianame tanzim edilip kamu davası açılmamıştır. Tutuklu 147 yüksek yargı hakiminin mahkemeye çıkarılmadan haklarında her 30 günde bir dosya üzerinden “Tutukluluk hallerinin devamına” kararı verilmektedir. Bu Sulh Ceza Hakimliliklerinin matbu, klişeleşmiş ifadelerine karşı Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuş olsa da buradan da hiçbir karar çıkmamıştır. Hukukun bittiği yerdir bu. Türkiye’yi hukukun bittiği bir ülke haline getirmeye kimsenin hakkı yoktur.
HUKUK İHLALLERİ İÇ İÇE
Burada o kadar çok hukuk ihlalleri iç içe ki, çoğu söylendi. Adil yargılama, masumiyet karinesi, suç ve cezanın şahsiliği ilkesi. Bunların tümü ihlal ediliyor. Bunlar hem anayasada, hem uluslararası sözleşmelerde temel haklardır. Bu hakların hiçbiri kullandırılmıyor şu anda.
Yeni doğmuş anneler, nikâh masasından alınıp götürülmüş gelin ve damatlar… 86 yaşında Bediüzzaman hazretleriyle tanışmış, Isparta Yalvaç’ta onunla görüşmeleri olmuş ve kendisini Risale-i Nur hizmetlerine adamış, kalp ve böbrek hastası, görme kabiliyetinin büyük bir kısmını kaybetmiş, 8 aylık tutuklu Topal Hafız Ali Osman Karahan ve buna benzer isimlerini sayamadığımız daha çok insan. Mağduriyet üreten bir sistem, bir süreç. Buna daha ne kadar seyirci kalacağız? Bu durumdan yine hukukla çıkılacaktır, bizim inancımız budur. Ve bu insanların büyük bir ekseriyeti iftira kurbanıdır. 15 Temmuz hepimizin lanetlediği bir olaydır. 15 Temmuz gecesi bombalara hedef olan asker, polislerimize ve açılan ateşte can veren sivil kardeşlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyoruz.
MAHKUM ETTİĞİNİZ İNSANLAR DARBECİ DEĞİL
Ama onları katledenler kimse onları bulun. Hapishanelere doldurduğunuz, bu şartlarda yaşamaya mahkûm ettiğiniz insanlar darbeci değil, onların sorumlusu bunlar değil. Çok büyük bir zulüm işleniyor ve bu zulmün artık bitmesi lazım. Mazlumun ahı arşa çıkar. Mazlumun ahı indirir şahı. Bu hak gasplarıyla sebebiyet verilen mağduriyetlerden dolayı hukuk işler hale gelmeye başladığı zaman bunun çok ağır faturaları olacaktır. Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde yaşanan hadiseleri, uzun tutuklulukları, adil yargılama haklarına uyulmayışının çıkardığı faturaları sanık olarak yargılandıktan sonra beraat edenlerin açmış oldukları tazminat davalarında ödenen astronomik faturaları görüyoruz. Bunlar bizim cebimizden çıkıyor. Buna kimin, ne hakkı var?
Bu hukuksuzlukların bitirileceği bir sayfanın açılması lazım ve toplum olarak öncelikle bunu bizim halletmemiz lazım. Bu hukuksuzluklara rıza göstermeyeceğimizi en yüksek perdeden ilan etmemiz lazım.
KEYFİLİĞE DUR DEME FIRSATI ELİMİZDE
Netice olarak bütün bunlar hepimizi bunalttı. OHAL rejiminde bir korku iklimi Türkiye’ye hâkim oldu. İnsanlar tedirgin, konuşmaktan dahi korkar hale gelmiş durumda. Korkusuz yaşanabilen bir rejimdir aynı zamanda demokrasi. Demokrasi’nin neresindeyiz? Bunaldı milletin afakı bir sabah ister. O sabahı bekliyoruz. Ama beklemekle kalmayalım, gereğini de yapayım. 17 Nisan sabahını öyle bir sabaha dönüştürme fırsatı elimizde. Nasıl? Keyfiliklere istismara dayatmaya tahakküme tek adamlığa hukuksuzluğa adaletsizliğe hayır diyerek.
YOĞUN KATILIMLA GERÇEKLEŞTİ
Sunuculuk görevini Mehmet Yaşar’ın üstlendiği etkinliğe Türkiye’nin dört bir yanından otobüs ve özel araçlarla yoğun bir şekilde katılım gerçekleştirildi. Yeni Asya Neşriyat yazarlarından Kazım Güleçyüz, M. Ali Kaya, Kâzım Güleçyüz, Süleyman Kösmene, Demirhan Kadıoğlu, Şükrü Bulut ve Rifat Okyay gibi isimler kitaplarını imzalayıp okuyucularla sohbet ederken çizer İbrahim Özdabak da karikatürlerini imzaladı.
HEM SİYASİ, HEM HUKUKİ REHBER: SAİD NURSİ
Panele katılan Demokrat Parti Yüksek Haysiyet Divanı Üyesi Cemal Başaran, parti lideri Gültekin Uysal’ın selamını getirdiğini söyleyerek “Kaos yaşayan Müslüman toplulukların hem siyasi, hem hukuki rehberi ancak Bediüzzaman Said Nursi hazretleri olabilir” derken Yeni Asya gazetesinin istikrarlı ve ilkeli duruşunu tebrik ettiğini de belirtti. Başaran, “Şu salonu dolduran, dışarılara taşan kalabalık ülkemiz demokrasisi açısından ümit kaynağımızdır” dedi.
Cizre Derneği Başkanı Adnan Tüzün, Şahlanış Hareketi Genel Başkanı Murat Altun ve Demokrat Eğitimciler Derneği Başkanı Naci Tepir de panele katılım gösteren isimler arasında yer aldı.
Haber: Mücahit Çakır / [email protected]
Fotoğraflar: Erhan Akkaya, Murat Sayan, Mustafa Sait Önal, Kübra Ünüvar
Haber Merkezi