Son günlerde Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a yöneltilen asılsız suçlama ve iftiralara bizzat Üstadın verdiği cevaplar bu kitapta.
Takdim
Risale-i Nur’dan “Bediüzzaman Cevap Veriyor” isimli bir eser, aslında ilk olarak Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin sağlığında hazırlanmış idi. Böyle bir çalışmanın yapılmasına sebep, bugün olduğu gibi, o dönemde de Üstad Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a yöneltilen, iftira seviyesine çıkan haksız isnatlardır. Günümüzde de, hücumlar o kadar insafsızca, ağır ve rencide edici yalan ve iftiralardan oluşmaktadır ki, hak ve hakikati ortaya koymak adına, yine bu isim altında bir eseri, günümüz itirazlarını göz önünde bulundurarak yeniden tanzim etmek suretiyle yayınlama ihtiyacı hissettik.
Bununla beraber ifade etmeliyiz ki, Risale-i Nur’un önünde hiçbir engel duramaz. Nitekim ne zaman benzer iftira kampanyaları ile Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a taarruza yeltenilmişse, menhus planlar daima Risale-i Nur’un lehine neticelenerek akim kalmıştır. İftira ile çamur atmak isteyenler, güneşin balçıkla sıvanamayacağı hakikatini ya hep ıskalamışlar veya bunu görmezden gelmişlerdir.
Evet, Bediüzzaman’ın dediği gibi, Risale-i Nur daima parlayacaktır! Çünkü o, doğrudan doğruya Kur’ân’la bağlıdır. Serepâ iman ve Kur’ân hakikatleridir. Konuşan ise, yalnız hakikattir. Risale-i Nur dâvâ değil, iman ve Kur’ân dâvâsı içerisinde cerh edilmez bir bürhandır.
Risale-i Nur’daki iman hakikatleri gönüller üzerinde büyük fütuhatlar meydana getirmekte, her geçen gün daha fazla insan Risale-i Nur aynasında Kur’ân’a muhatap olmak suretiyle hidayet deryasında yıkanma şerefine nâil olmaktadır.
Böylesi bir nur, elbette iman ve İslâma susamış milyonların gönüllerini okşayacak, âb-ı hayat gibi olan hakikatleriyle onları kendine celp edecektir. Dolayısıyla zaman zaman Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a gelen itirazların, hücumların hakikat nazarında bir kıymet-i harbiyesi de yoktur diye düşünüyoruz.
Bununla beraber Nur Talebeleri olarak Üstadımızdan aldığımız şerh, izah ve tanzim gibi vazifeler gereği, günümüzdeki hücum ve saldırıları göz önünde bulundurarak, itirazlara cevap teşkil edecek şekilde Risale-i Nur’dan orijinal metinleri belli konu başlıkları altında tanzim edip Bediüzzaman Cevap Veriyor ismi altında siz değerli okurlarımızın istifadesine sunmayı bir vazife bildik.
Kitapta başlıca şu sorulara, bizzat Bediüzzaman’ın dilinden cevaplar veriliyor:
- Risale-i Nur nedir ve nasıl bir tefsirdir?
- Risale-i Nur’un “Kur’ân’ın malı olması” ne demektir?
- Risale-i Nur’un mesleği, hedefi ve programı nedir?
- “Nurcular,” bir tarikat midir, cemiyet midir, cemaat midir?
- Bediüzzaman neden şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtı?
- Bediüzzaman’ın 35 yıl aradan sonra tekrar siyasete bakmasının sebebi nedir?
- Nur Talebeleri ile “siyasetli cemaatler” arasındaki farklar nelerdir?
- Bediüzzaman meşrutiyet, cumhuriyet, laiklik, adalet, mahkeme vb. konularda ne dedi?
- Millî Mücadele yıllarında Bediüzzaman’ın tavrı nasıl oldu?
- Bediüzzaman, İngiliz işgalcileriyle nasıl mücadele etti?
- Said Nursî “Bediüzzaman” lâkabını neden kullandı? Bedî, Allah’ın ismi değil mi?
- Cifir ilmi ile ebced hesabının hakikati nedir?
- Kur’an, Risale-i Nur’a işaret etmiş mi?
- Bazı hocaların Risale-i Nur’a itiraz etmesi nedendir?
- Cevşen ve Celcelutiye dualarının mahiyeti nedir?
- Said Nursî ne ile yaşıyor, nasıl geçiniyordu?
- Bediüzzaman’ın evlenmemesinin ve sakal bırakmamasının sebebi nedir? ve daha pek çok soruya cevaplar…
RİSALE-İ NUR NEDİR, NASIL BİR TEFSİRDİR?
Tefsir iki kısımdır
Tefsir iki kısımdır:
• Birisi, malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler.
• İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imânî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda derc ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevî tefsirdir.
Şualar, On Dördüncü Şua, 53. mektup
Risale-i Nur’daki tesir ve kuvvetin sırrı nedir?
“Neden senin Kur’ân’dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunur. Bazen bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor?”
Elcevap: Güzel bir cevaptır. Şeref, i’caz-ı Kur’ân’a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâperva derim:
Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, imandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklit değil, tahkiktir; iltizam değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattir; dava değil, dava içinde bürhandır. (…)
“Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır” ne demektir?
Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’ânîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.
Şualar, Birinci Şua, s. 737
RİSALE-İ NUR’UN MESLEĞİ, HEDEFİ VE PROGRAMI
Mesleğimiz tarikat değil, hakikattir
...Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarikat diye beni tarikat dersi vermekle itham ediyor. Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki, mahkemelerde de sabit olduğu gibi, ben tarikat dersi değil, imanın, Kur’ân’ın hakikatlerini ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir. Mesleğimiz tarikat değil, imanın hakikatleridir.
Emirdağ Lâhikası-II, 338. mektup, s. 792
Öyle bir cemaatimiz var ki, mensubu bütün mü’minler
Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. “Muhakkak ki mü’minler kardeştir. (Hucurat Suresi: 10.)” kudsî programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve manevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imânî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraet vermişler.
Şualar, On Dördüncü Şua, s. 410
Nurcular emniyet ve asayişin muhafızıdır
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rızâ-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. (…)
Asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. (…)
Emirdağ Lahikası-II, 372. mektup
RİSALE-İ NUR, NUR TALEBELERİ VE SİYASET
Nur Talebeleri siyasete ve idareye karışmaz
Risale-i Nur Şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünkü hâlisâne hizmet-i Kur’âniye, onlara her şeye bedel, kâfi geliyor.
Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Her halde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına alet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. (…)
Şualar, On Dördüncü Şua, s. 392
Bediüzzaman neden “Euzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti” dedi?
Eski Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat, sakın zannetmeyiniz ki, o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ! Belki o, bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: “Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim.” Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir alet yapmaya çalışmış. Fakat, o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hatta Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir salih âlim, kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.
Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa lânet edeceksin.” Bunun için Eski Said “Euzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyaseti” dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk etti.
Tarihçe-i Hayat, s. 107
Bediüzzaman’ın otuz beş sene sonra siyasete bakmasının sebebi
Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da “Bırakınız!” diyordum. Sebebi, siyaset ihlası kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete alet; sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım, gördüm ki: Bizi bu üç-dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye itham edenler kendileri dessasane dini tezyif etmek için kendileri sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddad, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim içinde, Hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî (asm) Cemiyeti ile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i İslâmiyenin başında olan ezan-ı Muhammedi’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilan etmesiyle; siyasetten kat’-ı alaka eden, eskide “İttihad-ı Muhammedî” şimdi “Nurcular” namını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim.
Beyanat ve Tenvirler, s. 11-12, (1970.)
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, MİLLÎ MÜCADELE VE BEDİÜZZAMAN
Bediüzzaman Said Nursî’nin Gönüllü Alay Kumandanı Olarak Vatan ve Millete Fedakârâne Hizmetleri
Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van’a çekildi. Van’ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van Kalesinde şehid oluncaya kadar müdafaaya kat’î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van’dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hatta, hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor; güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp, ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan’ın Rus istilâsından kurtulmasına sebep olmuştur.
O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla Habib ile, İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdikleri zaman, kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşaratü’l-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.
………
O muharebede yirmi talebe kadar kıymettar ve İşaratü’l-İ’caz tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehid düşer.
İngiliz işgali altındaki İstanbul’da tesirli hizmet
İstanbul’da, en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de Hutuvat-ı Sitte adlı eseriyle, gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir.
İstanbul’un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesinin Meşihat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sualine altı tükürük manasında verdiği makul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemâlât ve şecaatini fiilen göstermektedir.
Hutuvat-ı Sitte’yi neşrettiği zaman, Çanakkale’de muharebe oluyordu. İstanbul’un işgalini müteakip, İngiliz başkumandanına bu eser gösterilir ve Bediüzzaman’ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat kendisine Bediüzzaman idam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngilize ebediyen adavet edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine, bir şey yapamaz.
İstanbul’da, İngilizler, desiseleriyle şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeye çalışmalarına mukabil; Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte adlı eseri ve İstanbul’daki faaliyeti ile, İngilizin âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek, Anadolu’daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.
Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:
“Bir zaman İngiliz devleti İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin azası idim.
Bana dediler:
‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.’ Ben dedim:
‘Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükrük ile cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne, üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!..’ demiştim.”
Ankara hükûmetinin Bediüzzaman’ı daveti
İstanbul’daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara hükûmeti, Bediüzzaman’ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek, Ankara’ya davet ederler.
M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben “Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir.
Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara’ya gelir.
Ankara’da alkışlarla karşılanır; fakat ümit ettiği muhiti bulamaz. Kendisi, Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Mebusanda dine karşı gördüğü lâkaytlık ve garblılaşmak bahanesi altında Türk milletinin kudsî mefâhir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, mebusların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve mebuslara dağıtır; Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal’e okur.
CUMHURİYET VE BEDİÜZZAMAN
Dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu, tarihçe-i hayatım ispat eder
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zabta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latif bir vakıa-i müdafaayı beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki:
O zaman, şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular; ben de derdim: “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, taneleri karıncalara verirdim.”
Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum: “Hulefa-i Râşidîn; her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat, manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mana-yı dindar Cumhuriyetin reisleri idiler.”
B. S. Nursî Tarihçe-i Hayatı, s. 422
RİSALE-İ NUR VE GAYBÎ İŞARETLER
“Kalbe ihtar edildi ve yazdırıldı” ne demektir?
Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimâl ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil; sünûhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünûhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.
Emirdağ Lâhikası-II, 308. mektup, s. 463
***
Risale-i Nur’un mesâili ilimle, fikirle, niyetle ve kasdî bir ihtiyarla değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.
Kastamonu Lâhikası, 125. mektup
RİSALE-İ NUR’UN DİLİ, NEŞRİYATI VE VÂRİSLİK MESELESİ
Risale-i Nur’a lügat konur ve kenarlarına haşiyeler yazılabilir mi?
Aziz, sıddık, hâlis, müdakkik kardeşlerim!
Evvelen: Senin gazi elin bu derece güzel, okunaklı yazısını bilmezdim. Yoksa o mübarek parmakları çok çalıştıracaktım.
Sâniyen: Nur’un metni izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde ya kenarda hâşiyecikler yazılsa daha münasiptir. Çünkü metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lâzım gelir. Hem sû’-i istimale kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik, müdakkik olmaz; yanlış bir mana verir, bir kelime ilâve eder, ehemmiyetli bir hakikatı kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilâveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine pek uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faidesi, bir hikmeti var.
Said Nursî Gayr-i Münteşir Mektup
MUHTELİF İTİRAZ VE KONULARA CEVAPLAR
“Bedî, Allah’ın ismi değil mi? Bu isim, bir insana verilebilir mi?”
Aziz, sıddık kardeşim Sabri!
O hocanın ‘Aziz’ kelimesine itirazına deriz:
Evvelâ: Eskiden beri ve ehl-i ilim mükâtebelerinde ‘Aziz kardeşim, aziz arkadaşım’ ve umum halkın muhaverelerinde ‘Azizim, azizim’ tabirleri, sıfat ve mana-yı lügavî itibariyledir. Hem ‘Allah dilediğini aziz eyler’ sırrına göre insana verilen ‘aziz’ lafzı İlm-i Sarf usûlünce (...) ‘izzete mazhar olmuş’ demektir.
Sâniyen: Gerçi ‘Aziz’ ismi, Esma-i Hüsnadandır. İsim olarak başkada istimal edilmez. Fakat manası itibariyle sıfat olarak daima hem ‘Aziz,’ hem esma-i İlâhiyeden ‘Halîm ve Hakîm ve Mâlik ve Melik ve Alîm ve Âlim ve Mü’min ve Semi’ ve Basîr’ gibi çok istimal edilmiş. Hiç kimsenin hatırına itiraz gelmez. Yoksa (...) Mü’min ismi, sıfat manasıyla umum mü’minlere ümmetçe verilmesi ve Hakîm ismi, sıfat manasıyla bütün doktorlara bütün halk tarafından istimal edilmesi; o zatın itirazına göre hata ve günah olmak lâzım gelir. Bunlara kıyasen Mâlik ismi ve Semi’ ve Basîr isimleri, sıfat manasıyla herkese her vakit veriliyor.
Sâlisen: Benim de eski ulemaya iktidaen bu ‘aziz’ kelimesini sıfat olarak kardeşlerime vermemin sebebi ise; onlar dini ve ilmi dünyaya alet yapmadıklarından, ilmin ve dinin izzetini muhafaza ettiklerinden—temsilde hata yok — Yusuf Aleyhisselâmın Aziz-i Mısır olması gibi bunlar da derecelerine göre bu asrın azizleridirler. Cenab-ı Hak onları aziz ediyor. ‘Allah dilediğini aziz eyler’ sırrına mazhar ediyor, diye istimal ediyorum.
Gayr-i Münteşir Mektup
“BEDİÜZZAMAN CEVAP VERİYOR” İSİMLİ ESERDEN ÖZETLENEREK ALINMIŞTIR.