Bugünün Türkiyesi’nde “müziğimiz” denince aklınıza ne gelir? “Halk” müziğimiz mi, “sanat” müziğimiz mi, çoksesli “çağdaş” müziğimiz mi, “opera ve bale” müziğimiz mi, “arabesk” müziğimiz mi, “pop” müziğimiz mi, hafif ve caz müziklerimiz mi, “mehter”imiz mi, yeşil türkü-mavi şarkı-mor gazel gibi her gün bir başkası çıkan yeni “dalga” müziklerimiz mi? Hangisi? Yoksa hepsi mi?
Makale: Cinuçen Tanrıkorur
Tanzîmat depreminden bu yana dilimizin, tarihimizin, ekonomimizin ve sosyal yapımızın içine düştüğü hercümerc içinde, gerçek bir toplum aynası olan müziğin bu kadar “renkli” olmasından daha tabiî ne olabilirdi? Aman ne renklilik, ne renklilik! Konser salonlarında iki-üçyüz kişinin dinlediği “klâsik” müziklerden, “ille de şakşaklı” Türk Sanat Müziği konserlerine.. Sözümona konservatuarımızın mezun ettiği popçuların arabesk kasetlerine kadar öyle bir renklilik ki, içinde her rengin bulunduğu, ama “renk” olmaktan utanan, ressamın fırçasını temizlediği bulanık pis sudan başka birşey değil.
HER ŞEYE RAĞMEN SANATKÂRLAR YETİŞTİ
Oysa sadece 80-90 yıl önce, harbin türlü yoksulluklar içindeki bunalımlı yıllarında dahi böyle pis bir su değildi müziğimiz. Tanburî Cemil’lerimiz vardı, Udî Nevres’lerimiz vardı, Kanunî Ferid Alnar’larımız vardı, Hafız Kemal’lerimiz, Sami’lerimiz; Kaynak’larımız vardı. Çağdaşlaşmayı Batı kopyacılığı zanneden devlet, Cumhuriyet gelir gelmez Osmanlı düşmanı oluveren Gökalp’in de körüklemesiyle Türk mûsıkîsiyle din eğitimini okullardan kaldırıyor, hiçbir zaman tutmayacak bir ithal kültür olan Batı müziğinin benimsenmesi için var gücüyle (olmayan milyonlarını dökerek) çalışıyor, ama Fersan’ların, Münir’lerin, Safiye’lerin, Yesarî’lerin, Hamiyet’lerin, Perihan’ların, Işılay’ların, Nubar’ların, Yorgo’ların, İzzettin’lerin, Yavaşca’ların, Müren’lerin, Bekir Sıtkı ve Gencebay’ların doğmasına engel olamıyordu. Yaptığımız onca mücadeleye rağmen nereden, hangi kaynaktan doğuyordu bu san’atkârlar... ve onların devamı olan, bugünü yarına aktaracak genç değerler?.. Neden o kaynağı bulup kurutamıyorduk?.. O kaynak Türk insanının, Türk tarihinin, Türk san’at zevkinin kendisiydi de ondan!.. Türk tarihi Ziya Gökalp’le, Türk dini Mustafa Necati ile, Türk müzik zevki Adnan Saygun’la doğmamıştı da ondan!..
RUS BEŞLERİ’NE ÖZENEN TÜRK BEŞLERİ
1925’te tekkeler kapandı. İnönü de bu muhteşem güzel san’atlar akademilerini -tahsis edilebilecekleri başka hiçbir yeni fonksiyon yokmuş gibi- hapishane, karakol, hayvan ahırı ve mühimmat deposu yaptı. Böylece kendilerine mahsus mimarîleriyle dahi bir san’at eseri olan tarîkat yapıları yakılıp yıkılmak veya kaderlerine terk edilmek suretiyle tarihe mal oldu (en son, büyük Dede Efendi’nin yetiştiği Yenikapı Mevlevîhanesinde olduğu gibi). Ah, keşke mûsıkî de tekke gibi bir ahşap binadan ibaret olsaydı da kolayca yıkı-yıkıverseydik!.. Temellerini dezenfekte edip yerine, Rus Beşleri’ne özenip kendilerine Türk Beşleri diyen Saygın ve arkadaşlarının ne Türk, ne Batı (altı kaval-üstü şişane) müziğini getirip “İşte bizim müziğimiz” diye konduruverseydik!..
MûSIKî ORGANİK BİR VARLIKTIR
Dil gibi mûsıkî de politik kararlarla tabiatı değiştirilemeyecek organik bir varlıktır. İnsandan önce var olmuş, insanla yücelip insanı yüceltmiş, insanın aslına dönmesinden sonra da görevine kesintisiz devam etmiş metafizik bir duygu-düşünce ifadesidir. Ve her kavmin kendi öz kültüründe şekillendiği için YÜZDE YÜZ MİLLÎ’dir. Mevlânâ’yı anlamak için nasıl önce Kur’ân’ı bilmek şartsa (Yunus için de aynı şeydir), Bach’ı anlamak için Hıristiyanlığı bilmek şarttır. Biz burada meseleyi “bilmek ve anlamak” fiillerine bağlı olarak vazettik. Peki ya bir de kalbinin tâ içinden hissedip duygulanmak? Vecde gelip gözyaşlarını tutamamak? Heyecandan kalbi duracak gibi olup sonsuza kanat açmak? Bach, Beethoven, Haydn, Brahms dinlerken bu duyguları yaşayacak bir Müslüman çocuğu tasavvur edebilir misiniz? Ayrıca, her şeyi dine bağlayarak izaha çalıştığımı düşünmeyiniz. Ben meseleye kültür (millî kültür) açısından bakıyorum (din de millî kültürün bir parçası değil midir?). Bir Ege Zeybeğiyle Erzurum Bar’ında gözleri dolabilmek için ilk şart önce Türk olmak (veya kendini Türk hissetmek) değilse nedir?.. Yine lûtfen düşünmeyiniz ki, Türkler veya genel olarak Müslümanlar Batının müziğinden hiçbir şey anlamaz, dinleyemez, tahammül edemezler demek istiyorum. Hayır, böyle genelleştirmeci bir düşüncem yok. Ama şöyle bir iddiam var (ve bunu -nâçizane- dünyanın onayladığı yarım yüzyıllık müzisyenliğimle söylüyorum) ki her millet kendi dil, tarih ve san’atını ne kadar iyi öğrenirse, başka kültürlerin dil, tarih ve san’atını o kadar iyi anlar ve değerlendirir. Kendi milletinin bir kültür-san’at eseri karşısında olduğu gibi duygulanamayabilir, ama anlayıp zevk alabilir; kendi san’atıyla kıyaslamalar yapabilir, hattâ istifadeler bile çıkarabilir. Ama kendi dilini iyi bilmeyenin bir yabancı dili çok iyi öğrenmesi hayaldir; kendi müziğinden hiçbir şey anlamayanın yabancı bir müziğe ayılıp bayılması ise sadece gösteriştir.
REJİM DEĞİŞİKLİĞİ İLE KÜLTÜR SÖMÜRGELİĞİNİ KARIŞTIRDILAR
Yabancı kültürü öğrenmek, anlamak, kıyaslamalar yapıp prensipler açısından faydalanmak, kendi dilini-tarihini-san’atını inkâr edip yabancı kültürün maymunu olmak anlamına gelmez. Cumhuriyetimizin temel yanlışı rejim değişikliği ile kültür sömürgeliğini birbirine karıştırmış olması, devletin yönetim şeklini değiştirirken mazîsini de (maddî-manevî bütün değerleriyle) silip geçmiş olmasıdır.
Avusturya’da artık imparatorluk değil, ama Beethoven’ın doğduğu ev her yıl binlerce turistin gezdiği bir müze. Avrupa tarihinde 18. yüzyılın adı TÜRK ASRI’dır. “Turquerie” (dilimizde bozularak “Türkkârî”) Türk motifli bakır işlemeciliğine verilen isim olarak bu asır Fransız evlerinin başköşesine oturmuş, “alla turca” (yani “Türk askerî müziği tarzında”) eser bestelemek, koskoca Mozart’la Beethoven’dan Saint-Saens’a (hattâ Leo Fall’a) kadar Batı bestecilerini kasırga gibi önüne takıp sürükleyen bir moda olmuştu. Osmanlı toplumunun yaşayış, örf ve âdetleri sayısız roman, tiyatro ve opera eserine konu olarak alınmış, Fransız İhtilâlinin mimarlarından Montesquieu “Lettres persanes” (İran Mektupları)nda, çağının Fransız toplumunun bütün bozuk taraflarını iki ‘şarklı’nın gözünden kıyasıya eleştirmişti. Ama bütün bunlar ne Fransa’nın, ne diğer Avrupa ülkelerinin Osmanlı’nın maymunu haline geldiğini göstermez. III. Selim’e işleyerek (sonradan hayatına mal olacak) “Nizâm-ı Cedîd”i kurdurtan Fransa’nın, aslî (klâsik ve folklorik) Türk mûsıkîsine en büyük değeri veren Avrupa devleti oluşu tesadüf değildir. Fakîrin solo ve ikili-üçlü resitallerine salonunu her zaman zevkle açmış olan Ankara Fransız Kültür Merkezi olduğu gibi, beni 1983’te Paris’teki bin kişilik salonunda 4 saatlik “Türk Udu Gecesi”ne (Nuit du Oud turc) solist olarak dâvet eden, konserimin long-playi ile kaset ve CD’lerini yapan da Fransız Radyosu olmuştu (Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın yayımlayıp bütün dünyaya dağıttığı “Nouvelles de France” dergisinin kültür faaliyetleri bölümünde bu plâğımızın renkli resimle tanıtımı yapılmıştır.)
ADNAN SAYGUN ÇAĞ GERİSİDİR
Türk mûsıkîsinin, yabancıların dinlemeye tahammül edemeyeceği bir ilkel nağmeler yığını olduğuna Tanzîmat uzantısı beyinler öylesine şartlandırılmıştır ki, Fransız Radyosu’nda Türk Udu Gecesi’nden -meselâ- Adnan Saygun’a şöyle bir bahsetmiş olsaydınız, ya hırsından kalp krizi geçirmesine veya bir kere daha ölmeyi tercih edecek hale gelmesine sebep olurdunuz. Her normal vatandaş bu ifademize şaşırır, “Aaa, o niye o? İnsan kendi milletinden bir san’atçının yurtdışındaki başarısına sevinmez de kalp krizi mi geçirirmiş? İnanılır şey değil!..” veya buna benzer bir tepki gösterir. Ama bakın kazın ayağı niye öyle değil: Adnan Saygun’un ve diğer sözümona “çağdaş”çıların -aslında çok çağgerisi olan- havsalasında, “teksesli ilkel bir şark çalgısı” olan Udun değil Fransa’da, Türkiye’de bile yeri olamaz, çünkü biz bu ilkel müzikle çağdaş olamayız!
İşte birkaç yüz kızartıcı belge:
1. Çağdaşçı Saygun, vefatından kısa süre önce 9 Eylül Üniversitesi’nin düzenlediği I. Ulusal Müzik Bilimleri Sempozyumu’nun son gününde yaptığı veda konuşmasında (9 Mayıs 1984), “Okullara Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması, irticanın sarıksız olarak geri dönmesi demektir” demişti. Türk mûsıkîsini irtica saymak nasıl bir beyin özrünün işaretidir acaba? Görülüyor ki gerçek irtica beyinde; sakalda, cübbede değil.
2. Şimşek gibi bir orkestra şefimiz, yıllar önce İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda yapılan bir panelde, “Özür dilerim arkadaşlar, yanlışsam lûtfen beni düzeltin; Otomobile-uçağa binen bir milletin müziği teksesli olabilir mi?” hikmetini savurarak salonu dolduran gençleri kahkahalarla güldürmüş, alay konusu olduğunun farkına bile varmamıştı. Uçağa biniyorsanız, müziğiniz mutlaka çoksesli olmalıdır; müziğiniz teksesliyse (Hintliler, Çinliler, Japonlar ve diğer bütün Doğulular gibi), Amerika’ya atla veya deveyle gitmek zorundasınız bu hikmete göre!
Batıcılarımızın Türk müziğine karşı kinleri bu müziği hiç bilmemelerinden, merak edip hiçbir özelliğini öğrenmemiş olmalarındandır. Çünkü bu müziğin öğrenilmeye değil, dinlenmeye dahi değmeyecek kadar ilkel olduğu yönünde şartlandırılarak yetiştirilmişlerdir. İşte örneği:
3. “Devlet Konser Salonu’nda Itrî konseri verilirse devlet san’atçısı payemi iade ederim” diyen ilk devlet san’atçımız, keman virtüozu Suna Kan Hanım bir dergiye “Dede Efendi dediğiniz kim? Ne zaman yaşamış? Babam bize alaturka müzik dinlemeyi yasaklamıştı, onun için bilmiyorum” demişti. Tipik bir şecaat arzı. Şimşek gibi orkestra şeflerimizden yayından kan damlayan kemancılarımıza kadar hangi Batıcıya, meselâ Dilkeşhâveran, Şevkefzâ, Muhammes nedir diye sorsanız, alacağınız cevap ya bunların ilâç veya bitki ismi olabileceğidir veya yüzünüze tuhaf tuhaf bakılması. Onlar bana Brandenburg Konçertolarının ne zaman bestelendiğini veya İfijeni Toroslarda’nın konusunu sorsalar, bilmeyebilirim. Çünkü ben o kültürün san’atçısı değilim (müzik her kültürün kendi mantık ve semantiğine göre konuştuğu özel bir dildir). Ama benim Batıcılarım Türk; Sabâ, Rast, Dügâh ve Hicaz makamlarında okunan ezanlarla Dilkeşhâveran Cuma Salâtını daha annelerinin karnındayken dinlemeye başladılar. Bir müzisyenin kendi müziği konusunda cahil olmaya hakkı olabilir mi? Bizim Batıcılarımız Türk müziği konusunda bilmedikleriyle karşılaşınca veya bizim müziğimizi onlardan daha iyi bilen Batılı besteci veya orkestra şeflerini görünce, “Evet, ama biz çağdaşız” filan diye kıvrılmaya başlarlar, eziklikten. Batılı da içinden güler bu papyonlu maymunlara.