“Dört anâsır-ı mâneviye olan hikmet, adâlet, inâyet, merhamet ” 10. Söz
Adalet, kısaca…
En yalın tabirle “Adalet” bir şeyi yerli yerine koymak anlamına gelir ve “zulm”ün karşıtı bir kelime olarak “Hak” ile eşanlamlı olarak kullanılır. Her şeyin yerli yerinde olması, adalettir; bu açıdan adalet, taşın tam gediğine konulması veya gediğinde olması halidir. Adalet küllî bir kavramdır; varlığın ve hayatın kalbidir. Adalet “düzen, ölçü, tam karşılık, dengeli davranış, denklik, hakikate uygun hüküm, dürüstlük, tarafsızlık, her hak sahibine hakkının verilmesi, hukuk aracılığıyla haksızlığın ortadan kaldırılması” manalarının hepsini içine alır.
Şeriat, hukuk, dvelet ve düzen Adaletin gerçekleşmesi için vardır. İnsan hayatında malların, hakların, görevlerin ve şereflerin doğru şekilde paylaşımı nispetinde adalet gerçekleşir. Bu gerçekleştikçe ‘hayr’ meydana gelir. Hayr’ın ortaya çıkması hengâmında bir miktar şer de bir yan ürün olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkan yan ürün de ceza ve ıslâh çalışmalarıyla tekrar kazanılır. Ceza ve ıslâh, adaletin diğer yüzünü oluşturur ve esasta düzeltici bir adalet faaliyetidir.
Adaletin eşitlikle ilgisi vardır, ancak mutlak anlamda eşitlik adaleti getirmez. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi “insanların hukuk karşısında tarak dişleri gibi eşit olması” adalettir. İnsanların soy sop, (etnik köken, ırk, aile, aşiret-kabile) sosyal sınıf, renk, din, dil, coğrafi vs özelliklerine, yani temel veya ikincil kimliklerine bakılmaksızın hukuk karşısında aynı muameleyi görmeleri eşitlik anlamındadır ve bu bakımdan adaletin tesisi ve tecellisi için olmazsa olmazdır. Ancak Adalet her zaman eşitlikten önemlidir ve onu da kapsar. Herkesin yeteneğine, harcadığı emeğe ve toplumda oynadığı role uygun olarak hak ettiğinin verilmesi adalettir. Bazen salt eşitlik adaletsizliğe /zulme yol açabilir.
Adil olan şey aynı zamanda orantılı ve dengeli olandır. Haklar, vazifeler, mükâfat veya mücazat ne kadar orantılı ve dengeli dağıtılıyorsa, o nispette adalet ortaya çıkar.
Kur’ân adâlet kavramını çeşitli durumlar için kullanır: a) Sözde adâlet b) Hükümde adâlet c) Salah ve Felâh’ın sebeplerine yönelmede adâlet d) Barışta ve Savaşta adâlet e) Şahitlikte adâlet f) Ticarette adâlet g) Allah’a karşı adalet.
Allah’ın adaleti O’nun Hakîm ve Alîm oluşunun bir tezahürüdür. Tabiatta her şey ölçülü ve orantılıdır. Allah, âdil oluşu itibariyle hiçbir varlığın hakkını ihlâl etmez, yerde bırakmaz, herkese hak ettiğini verir.
Farabi ve Aristo’dan sonra üçüncü muallim olarak anılan Ebu Ali Miskeveyh insan nefsinin bilgi, öfke ve şehvet gücüne karşılık; hikmet, şecaat ve iffet erdemlerinin var olduğunu belirtir. Adalet ise bu karşılıklı üç kuvvet ve erdemi kuşatan, aralarındaki ilişkinin doğru zeminde ilerlemesini sağlayan temel ilke ve erdemdir der. İşte bu temel ilkeye sahip çıkan kimseden adil işler sudur eder. Bu temel ilkenin cehalet, korkaklık ve iffetsizlik gibi aşağılık niteliklerle zedelenmesiyle zulüm doğar. Adalet, Allah’ın sınırlarıdır ve bunu koruma ödevi ve yükümlülüğü insana verilmiştir.
Kötülük, rahmet, ceza
Felsefenin menfi olan kısmının semavi dinlere ve mensuplarına sorduğu en önemli soruların başında “Cenâb-ı Hakkın insanı cezalandırması ve kainatta meydana gelen zulümlere, adaletsizliklere, haksızlıklara –gücü her şeye yettiği halde- engel olmaması” iddiası gelir.
Esasında felsefede “Kötülük” problemi olarak tartışılan bu mesele, hemen her konuda ikna olabilecekleri bir cevaba muhatap olan bazı insanların, inanmamakta ısrar edişlerinin nihai dayanağıdır. İmanın altı şartından beşi delillerle ispat edildiği halde “hayır ve şerrin Allah’tan olması” konusu, en çok itiraz edilen itikadi meselelerin başında gelir. İtiraz eden ise, yaptıklarından hesaba çekilmekten ve cezadan kaçmaya çabalayan nefstir.
Bu konuyla ilgili Risale-i Nur’da doyurucu açıklamalar vardır. Bu problem “Çok tembellerden ve târikü’s-salâtlardan işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?” sorusuna verilen cevapta işlenir.
Nefs kendisinden istenen ve ona ağır gelen “ibadet”i “küçümsemekte”; onu terk ettiğinde karşılaşacağı cezayı ise “çok ağır” bulmaktadır. Burada arkaplanda hem Allah’ın adaletli olmadığı düşüncesi vurgulanmakta hem de adil olmayan bu durum sonucunda insana bir “kötülük ve haksızlık” yapıldığı belirtilmektedir.
Bediüzzaman, küçümsenen ibadetin mahiyetini ve ibadetsiz insanın yaptığı kabahatin sonuçlarını ifade ederek bize çok önemli bir “kötülük” analizi sunar:
Öncelikle ibadetin maksadını belirtir: “Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın.”
Daha sonra, hastaya gerekli olan ilâç ve tedaviyi alması için ısrar eden hekime “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” diye söylemesinin mânâsız olduğunu belirtir.
İbadetteki ısrarın ve onun terk edilmesi karşısında Kur’ân’daki şiddetli tehdidin ve cezalarının sebebinin ise bir padişahın, bütün halkın hukukunu muhafaza için, raiyetinin hukukuna zarar veren birisini şiddetli cezaya çarptırması gösterilir. İbadeti ve namazı terk eden adam da mevcudatın ibadetini görmez ve göremez; sonuçta inkar eder. O vakit, her biri Allah’ın kulu olan ve çok kıymetli işler yapan mevcudatı yüksek makamlarından ve anlamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perişan bir vaziyette gördüğünden, mevcudatı tahkir eder. Bütün mevcudatın hukuku zedelenmiş olur. Dolayısıyla şiddetli uyarılmaya ve cezaya muhatap olacaktır.
Küçümsenen günahlara karşılık olarak verilen cezaların insafsızlık olarak görüldüğü ve sorgulandığı da pek yaygındır: “Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?”
Bediüzzaman cevabında dünyada insanların uyguladığı hukuktan örnek getirir:
“Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur.”
Adalet, adliyeler ve pahalılaşmış adalet
Adliye deyince kafamızda “adalet hizmeti verilen bir bina” belirir. Bu bina imgesi ile adalet “kamu hizmeti”ne indirgenmiş bir kavrama dönüşmektedir.
Adliye binası, adaletsizliklerin ve zararların giderildiği, dengesizliklerin dengesini bulduğu, hakların teslim olunduğu bir mahaldir.
Adliyelerimize girerken “Adalet mülkün temelidir” yazısıyla karşılaşırız. Hazret-i Ömer’e (ra) dayandırılan bu cümlenin yüzyıllar geçtikçe içi boşalmış; adeta kültürel kireçlenmeye maruz kalarak anlamı bir hayli daralmıştır.
Modern Türkçede “mülk” kelimesi “malvarlığı” anlamında kullanılmaktadır. Hatta anlam daha da daralmış ve çoğu kez gayrimenkul (taşınmaz) manasına indirgenmiştir.
Mülk, belirli bir alandaki otorite ile bu bölgedeki malvarlığını kapsamaktadır. “Mülk Allah’ındır” denildiğinde, burada sadece “şeylerin mülkiyetinin Allah’a ait olduğu” belirtiliyor değildir. Aynı zamanda, Allah’ın, bütün varlıklar üzerindeki mutlak, ortak kabul etmez bir hakimiyete sahip olduğu ifade edilmektedir.
Şu halde “Adalet mülkün temelidir” sözünün ifade ettiği en basit anlam herhangi bir kişinin adalete dayandırmadığı herhangi bir yetki veya otoriteyi kullanmasının gayrimeşru olmasıdır. Bu anlamıyla kamu gücünün temeli adalettir.
“Adalet mülkün temelidir” sözü “Berlin’de hâkimler var” sözüyle bir paralellik arz eder. İnsanlar, Dicle kenarında kaybolan bir koyunun hesabının sorulduğu bir halifeye güven duymak istedikleri gibi Kral Büyük Friedrich’e karşı dâvâ açan Sanssouci lehine hükmeden Berlinli hakimlere karşı da güven duymak isterler. Karlsruhe’deki Alman Anayasa Mahkemesi beklentilerin aksine karar verdiğinde basında “Berlin’de hâlâ hâkimler var” türünden başlıklar atılmıştır.
Adalet fikri vicdanlardan, kalplerden ve zihinlerden uzaklaştıkça insanların adalete ulaşması, adaletin ortaya çıkması gittikçe zorlaşır ve pahalılaşır. Adaletin adalet binasında dağıtılıyor olduğuna inanmak, adalet ihtiyacı içinde olanın o binaya gelmesini zorunlu kılmaktadır. Böylece adalet binasındaki hâkimler “adalet talebinde bulunan” kimselere adaleti dağıtabilirler. Ancak şu da bir gerçektir ki günümüzde bu binanın içine girmek ve hâkimden adalet talebinde bulunmak giderek karmaşık ve pahalı bir hal almıştır.
Adliye’den içeri girmek çoğu kez ancak bir hukuk danışmanının yol göstericiliği altında, çeşitli süre ve şekil şartlarına uyulması, yargı harçlarının yatırılması ve “usulüne uygun” ama “gayrı resmî” giderlerin karşılanması şartına bağlanmış bir haldedir. Böylesine karmaşık bir prosedürün gerçekleşmesi ancak işi bilen bir avukatın yardımı ile söz konusu olabilmektedir. Tabiî olarak böyle bir avukatın istihdam edilebilmesi bakımından tarafların her zaman eşit silâhlarla donatılması mümkün değildir. Malî gücün yüksekliği oranında adliyelerin kapalı dillerini kullanabilmek ve kendini ifade etmek şansı yükselir. Buna karşılık maddî gücü az olan, hatta hiç olmayan kimselerin bu duvarlar karşısında şansları çok azdır. İnsanların, haklarını savunabilmek için donanımlı hukukçuların yardımına muhtaç olmaları, onları henüz adalet dağıtımı işinin başında önemli bir dengesizliğe, eşitsizliğe savurmaktadır.
Adalet evinde konuşulan dilin teknik oluşu ayrı bir zorluktur. Adaleti ancak bu özel jargonlara nüfuz ederek talep etmek durumunda kalan kişiler ve avukatlar hak arama konusunda bir hayli güçlük çekmektedir.
Hâkimlerin ‘merkez’e bağımlılıktan kurtarılamaması, hepsi başkentte konumlanmış olan yüksek yargı kurumlarının tabiî olarak siyasetin dolaysız etkisi altında kalmaları, hâkim ve savcıların “cüzdanla vicdan arasına sıkışmaları”, Adalet Evi’nin temelinden adalet’i kaydıran unsurların başında gelmektedir.
Pahalılaşmış adaletle dünyada bir “sekine” bulmak mümkün olmayacaktır.