Röportaj |
H. HÜSEYİN KEMAL |
Devlet törenlerden yönetiliyor |
Yeni Asya’nın sorularını cevaplandıran “Genç Siviller”in önemli isimlerinden aktivist Turgay Oğur, “Türkiye’de devlet açılış ve temel atma törenlerinden yönetiliyor. Türkiye’de açılıştan açılışa koşan, uzatılan her mikrofona konuşan bir başbakan geleneği var” dedi. Devlet açılış ve temel atma törenlerinden yönetiliyor
Türkiye büyük bir değişimden geçerken değişimin mücessem hali olan gençlerle konuşmamak bir eksiklik olurdu. Onun için biz de “Genç Siviller”in önemli isimlerinden aktivist Turgay Oğur’la yaşanan tartışmaları, değişimin taşıyıcısı siyaseti konuştuk…
Türkiye’nin gündemini nasıl değerlendiriyorsun?
Türkiye’de gazetecilerin haber bulmak için özel olarak çalışmasına gerek yok. İki günde bir intihar eden subaylar, darbe planları var. Başbakan sürekli gündem üretirken mecliste kayıkçı kavgalarına, grup toplantılarında Hacivat-Karagöz oyunlarına şahit oluyoruz. Öbür taraftan Anayasa Mahkemesi, Danıştay bazı konularda hukuk mukuk takmayıp kafalarına göre “Deli Dumrul düzeni” kurmaya çalışıyorlar.
Mecliste kayıkçı kavgalarından kastınız ne?
Bir kere parlamentoyu gelişi güzel eleştirmemek lâzım. Parlamentonun varlığından rahatsız olan bir kesim “Parlamento topluma kötü örnek oluyor” diyor ve biz de buna kapılıyoruz. Parlamento denilen yer bir sürü insanın penceresi bile olmayan bir salona tıkıldığı depresif bir yer. Avrupa’nın 150 yıl önce yaptığı siyasî düzen üzerine tartışmaları biz daha yeni yeni yapıyoruz. Bizde hükümet nedir, devlet nedir? Sınırları nelerdir? belli değil. Böyle bir yerde itiş kakışın olması normal. Benim kayıkçı kavgasından kastım; grup toplantıları. Normalde grup toplantıları partinin iç konuşmaları olması gerekirken, bizde muhalefet aldıkları oy nispetine göre çıkıp konuşuyor, Başbakansa bunları teker teker dinleyip cevap veriyor. Bu anlamsız tartışmalar karşısında hepimiz geriliyoruz. 1969’a kadar grup toplantıları partilerin kendi meselelerini konuştuğu bir yermiş, ancak bu geleneği İnönü bozmuş.
Siz başbakanların grup toplantılarını farklı değerlendirmesini istiyorsunuz anladığım kadarıyla?
Parti başkanlarının ve başbakanın konuşmak istediğinde konuşabileceği çok mecra var. Başbakan zaten açılıştan açılışa gidiyor. Türkiye’de devlet açılış ve temel atma törenlerinden yönetiliyor. Türkiye’de ülkeyi ofiste yöneten bir başbakan hayal edemiyoruz. Bunun tersi mobil bir başbakan var. Bu Erdoğan’ın sorunu değil, yerleşmiş bir gelenek var. Erdoğan alış veriş merkezi açıyor, orada Türkiye meselesi konuşuyor. Bence alış veriş merkezi açılışı yapmak utanç verici bir icraat; çünkü bu mahalle kültürünün yok olması, esnafın işlerinin bozulması, küçük sermayenin büyük sermayenin kiracısı altına alınması anlamına geliyor.
Bu tür açılışlara siyasetçilerin katılmasını ve Türkiye meselesi konuşmasını yadırgıyor musunuz?
Kendilerini farklı mecralarda da anlatabilirler diye düşünüyorum. Başbakan bu tür açılışları o gün medyada yer almak için fırsat olarak kullanıyor. Açılış bu konuların konuşulacağı bir fon oluyor. Türkiye’de açılıştan açılışa koşan, uzatılan her mikrofona konuşan bir başbakan geleneği var.
Sizce bu enerji kaybı mı?
Tabi, kesinlikle boşa enerji harcanıyor. Türkiye’deki siyasetçi ve belediye başkanı modeli 24 saat çalışan insan modeli olarak sunuluyor. Bunun övülmesi çok büyük bir yanlış. Bu insanların da yeterince uyuması gerekiyor. Yoksa insanın gözüne ölü balık gibi bakmaya başlıyorlar. Başbakan, belediye başkanlarına ‘24 saat telefonlarınız açık olsun’ demiş, bakıyorsun ellerinde telefonla dolaşıyorlar. Bu insanî bir durum değil. Başkan park yapıyor, sinema salonu yapıyor, eşiyle buralara gelmek için fırsat bulamıyor. Bu normal değil. Normal bir insan gibi yaşamaları lâzım, çünkü normalleştikçe bizi anlayabilirler. Biz profesyonel yönetici sınıf istemiyoruz. Biz, bizim gibi insanlar istiyoruz.
Bu durumun lider kültürüyle alâkası var mı? Belki ekip halinde çalışılırsa bir kişiye bu kadar yük binmez?
Amerika dünyaya zulüm etmiş ve birçok konuda hataları olsa bile, kendi vatandaşına karşı dünyada en iyi noktada. Orada da bir lider var. Bence onlar başkanlarını değil, krallarını seçiyorlar. Başkanın elindeki güç ABD’yi havaya uçuracak güçte. Başkan bir savaş açtığında muhalefet lideri de çıkıp alkışlayabiliyor. “Bizde lider kültürü var, bir şey yapamıyoruz” diyemeyiz. Bütün güçlü ülkelerde güçlü liderler vardır. Önemli olan o liderlerin doğru ekip kurmasıdır. Takım çalışması liderleri bizim gözümüzde zayıflatmaz.
Yönetime dahil olma ve denetleme kültürümüzde eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz?
Tarihsel bir tarafı var zaten. Türkiye’de partilerin babası CHP’dir. Günümüz siyasî yarılması tarihsel olarak İttihat Terakki ve Ahrarlar çatışmasından gelir. CHP fazla kesintiye uğramadığı için bir parti kültürü oluşturmuş durumda. CHP’de üyelik sistemi doğru düzgün olmamıştır. Şehirdeki valiyle il başkanı aynı kişi. Bu durumda parti üyesi olmak bir anlam ifade etmiyor. Bizde partiler hiçbir zaman böyle güçlü bir pozisyon kazanmadı. Devlet hiçbir zaman buna müsaade etmedi. Bu sefer parti güçlü olmayınca liderini de denetleyemiyor ve parti üyeliği bir anlam ifade etmiyor.
Bu durumun güncel siyasete yansımaları nasıl?
CHP zaten devletin sözcüsü ve kirli işlerinin avukatı olduğunu itiraf ediyor. Diğer taraftan eleştirilen tek adam partisi durumu. Genel başkan sizin ilinize yabancı bir ismi aday olarak koyabiliyor ve sizi temsil etmesini bekleyebiliyor. Partilerin gençlik kollarıyla konuşuyorsunuz, hepsi küçük birer Deniz Baykal ve Tayyip Erdoğan. Katılmadıkları görüşleri kendilerine saklayıp tıpatıp onlar gibi konuşabiliyorlar.
Konuşmamız başında parlamentonun varlığından rahatsız olanlar var dediniz. Ancak öbür taraftan hükümete yapılan her eleştiri karşısında “Darbecilik”le suçlanabiliyorsunuz. Bunun orta yolu nedir?
Şu an bu iki tarafın da kullandığı bir şey. Yapılan tartışma varolmak ve yok olmak tartışması. Şu anki pozisyon AK Partili olmak ve karşıtı olmak üzerine kurulu. Kimse “CHP gelsin bizi abat etsin” demiyor. Verilen oylarda AK Parti gıcıklığı hakim. Hatta AK Parti muhalefete düşsün değil yok olsun, yerin dibine girsin isteniyor. Tartışma böyle olunca var olmak ve yok olmak üzerine bina ediliyor ve denge tutturulması çok zor. Bunun yanında parlamentodaki tartışma bir kısım medya tarafından parlamentoyu küçümsemek için yapıldı. Mecliste vekiller birbirlerine ağır konuşurlar, ancak salondan çıkar çıkmaz şakalaşırlar. Bahçeli bir metreden fazla yaklaşmayın dedi, şimdi vekiller “Bir metreyi geçtin, geçmedin” diye şakalışıyor. Orası öyle bir yer.
Sizce sistem milletvekillerine yeterli değeri veriyor mu?
Milletvekilliği çok itibarsızlaştırılmış. Bir kere çok az maaş alıyorlar. İdealist bir insan o maaşla meclisten ancak borçlu olarak çıkabilir. Ancak bir danışman alabiliyorlar. Makam odaları çok kötü. Siirt Orman Müdürü’nün odasından daha kötü. İnternet sistemi daha yeni kuruldu. Böyle köhne bir sistem var. Bizim seninle ikinci konuşmamız, ama muhtemelen birçok milletvekiliyle konuşmamışsındır. Milletvekilleri konuşamıyor veya izin verilmiyor.
”Vekillerin konuşmasına izin verilmiyor” demişken sivil dikta tartışmalarına nasıl bakıyorsun? Nuray Mert hükümete yönelttiği eleştiriler yüzünden darbe payandacılığıyla suçlanıyor. Hükümete eleştirilerin sınırı ne?
Meclisin yaptığı yasalar Anayasa Mahkemesi’nden dönerken, iktidar partisi kapatılmanın eşiğinden dönmüşken, bir çok siyasetçinin çocukları Türkiye’de okuyamadığı için yurtdışında eğitim alırken, sivil diktadan bahsedilemez. Nuray Mert hükümeti eleştirmiyor, hükümetin darbe yaptığını söylüyor. Halkın oylarıyla seçilmiş biri nasıl sivil dikta olabilir? Halkın gasp edilmiş hakları geri verilmeye çalışılıyorsa, karısının örtüsü yüzünden itilmiş kakılmış insanlar hak ettikleri yere gelebiliyorsa bunda tuhaf olan bir durum yok. Nuray Mert’in zihninin arkasında “halk plajları doldurdu, vatandaş denize giremedi” var. Kendi görüşünün dışındaki insanlar ülkeyi yönetmeye kalkınca “Devleti ele geçiriyorlar” mantığı hakim. Biz darbe dönemlerinde diktanın ne demek olduğunu yaşadık ve gördük. Nuray Mert, TRT’de program yapıyor, iki yerde yazı yazıyor bu nasıl sivil dikta? Siyasetçilerin eşlerinin başörtüleri üzerinden tartışmalar da çıkıyor. Ona bakarsak bundan önce de siyasetçilerin eşlerinin başı açıktı. Eğer toplumda kadınların yüzde yetmişi başlarını kapıyorsa, bakanlar kurulundaki insanların kendilerinin veya eşlerinin yüzde yetmişinin başları kapalı olması çok normal. Nuray Mert’in yaptığı şey, Demokrat Partiye karşı da yapıldı… Nuray Mert’in ortada darbe planları varken, Genelkurmay tehdit savururken, ‘Asıl darbeci sizsiniz’ demesi çok tuhaf. Çok planlı, programlı bir girişim bu… Elbetteki sivil siyaset eleştirilir, eleştiriliyor da!
Peki Doğan Medya ile siyaset arasındaki kavgaya ne dersin?
Basın tetikçilik yapmıştır; darbelerde büyük aktör olmuş, iktidarları al aşağı etmiş bazılarını da parlatmıştır. Aydın Doğan mallarına siyaset yoluyla ulaştıysa, siyaset yoluyla da kaybedebilir. Sen böyle bir kavganın içindeysen bu kavgadan yara bere içinde çıkmayı da göze almışsın demektir!
Ancak hükümet medyanın geneline de demokratik standart getirmiyor…
Demokratlık boşlukta olduğu için demokratlığı dolduran, demokrat bir aktör olmadığı için demokrat gibi olmak zorunda kalan, demokratlığı öğrenen bir siyasî akımdan bahsediyoruz. AK Partinin demokratlığı 40 yaşında dil öğrenmek isteyip, aksanlı konuşan birinin durumuna benziyor. Bunlara rağmen Türkiye’de şu anda darbecilere, çetelere karşı bir mücadele var. Askerî yargı alanında yapılan çalışmalar, iptal edilen EMASYA protokolü var. İster bunu varlığını devam ettirmek için yapıyor olsun, isterse başka düşünceyle beni netice ilgilendirir.
Az önce sivil dikta tartışmalarının bilinçli olarak çıkarıldığını söylediniz. İlber Ortaylı’nın çıkışını nasıl yorumladınız?
Bu planın bir parçası olduğunu düşünmüyorum, ancak kendi görüşlerine uygun bir ortam bulmuşken konuştuğunu düşünüyorum. Ortaylı “Matbaa bize geç geldiği için geri kaldık” tartışmalarında “Hiç de öyle değil” diyerek Osmanlıya sempatisi olanların kalbini kazanmış; her zaman faşist, her zaman ilkel elitist bir adamdı. Elitizmin bir kibarlığı vardır, o bile yok kendinde! Bu zamana kadar Ortaylı, Müslümanların kendine sunduğu imkânları kullandı; belediyeler salonlarını, İslâmî hassasiyetleri olan medyasını kendine açtı…
Faşizm ağır bir yakıştırma olmuyor mu?
“Çılgın Türkler” gibi bir kitabı övmesi, “asker millet özelliğimiz yok edilmeye çalışıyor, keşke oligarşi olsa, 20 yılda bir bu görgüsüzler iktidara geliyor” demesi onun dikta yanlısı faşist birisi olduğunu gösteriyor. “Kodu mu oturtan” kültüre yaptığı övgüler onun militarist birisi olduğunu da ifade eder. Avrupa Birliği hakkındaki görüşleri, Kürtler konusunda yaptığı yorumları onun ırkçı olduğunun kanıtı.
MHP’nin siyaset okulunda konuşmasını nasıl yorumluyorsun?
Çatışmaların içinden geçmiş bir parti olarak MHP’nin dizginleşmiş olması bu kültürün yok olduğu anlamına gelmez. Artık MHP oylarını milliyetçilikle din duygularının yoğrulduğu iç Anadolu’dan değil, Ege sahillerinden tişörtlerinin üstüne “Gavur İzmir” yazan kitleden oy alıyor. Bence olması gereken de bu. Çünkü MHP insanlara dinin kabul etmediği milliyetçiliği İslâm sosuyla yediriyordu. Türkiye’de esas olarak dini siyasete alet edenler Milliyetçilerdir. MHP’nin hırçınlaşması da artık dindar insanların milliyetçilik söylemine prim vermemesindendir.
Bu millet sence anayasa yapımına evet der mi?
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusunda yapılan referandum bunun göstergesidir. Halkın yüzde yetmişi devletçi refleks karşısında bir irade göstermiştir. Ancak Cumhurbaşkanı Gül’ün anayasanın yapılıp yapılamayacağı konusundaki yorumuna katılıyorum. Anayasa yapmak ciddiye alınması gereken bir iştir. Kurucu meclisin olması gerekir. Siyasî partilerin programlarında yeni bir anayasa yapmak olduğu için seçimden çıkmış bir meclis, kurucu meclis özelliğine sahiptir. Ancak hükümet bunu değerlendiremedi, bütün gündemi çarçur etti. “Kendi anayasamı yapacağım” diye gerilim meydana getirdi. CHP’yi “anayasaya dokundurtmam” noktasına getirdi. Halbuki biz sorunlarımızı 22 Temmuz’dan sonra sivil bir anayasa ile çözeceğiz demiştik. Sivil aktörler olarak bizim yapacağımız şey, partileri zorlamak ve seçim vaatlerinde yeni bir anayasayı tartıştırmak.
|
H. HÜSEYİN KEMAL 15.02.2010 |