Basından Seçmeler |
Genelkurmay bilgisayarı
GENELKURMAY’In özrü kabahatinden büyük! Öyle, zira malûm imza “ıslak” çıktı ve dolayısıyla, ne sihirdir ne keramet, 26 Haziran tarihli konuşma dün internet sitesinden silinmiş olsa bile bizzat Başbuğ’un “kağıt parçası” diye inkâr ettiği kumpas doğrulandı ya, ordu üst kademesi de açıklama yapmak zorunda kaldı. İster istemez yeni soruşturma başlatıldığı duyuruldu ama huylu huyundan vazgeçer mi, yarı tehditkâr, yarı serzenişli bir uslûpla aba altından sopa göstermek de ihmal edilmedi. Neymiş, Ergenekon savcısına gönderilen ihbar mektubun basına sızması “vahim”miş. Artı, bunun ne amaçla ve kimler tarafından yapıldığının düşünülmesi gerekiyormuş. * * * AMENNÂ düşünelim bakalım da, düşünmeye başlarken en önce şu soruyu soralım: Eğer söz konusu ihbar mektubu medyaya sızmasaydı; hatta bırakın sızmasını ve hatta bırakın Ergenekon savcılığına gönderilmesini, söz konusu muvazzaf subay aynı ihbarı, çatısı altında yer aldığı kurumun askeri savcılığına yollasaydı, acaba sonuç ne olurdu? Kamuoyu, TSK bünyesinde çevrilmekte olan ve sivil rejime müdahilliği hedefleyen tüm bu entrikalar hakkında mini minnacık bir bilgiye ulaşabilecek miydi? Ve tabii, emir-komuta zincirine tâbi olan o askeri yargı soruşturma başlatacak mıydı? Bunlara “evet” cevabı verecek olanın alnını karışlarım! * * * EVET alnını karışlarım, zira Genelkurmay yukarıdaki serzenişle çocuk mu kandırıyor Hangi birini sayayım, “andıç” komplosunu mu; “lâhika” rezaletini mi; “Sarıkız” ve “Ayışığı” darbe girişimlerini mi; Aktütün vukuatını mı? Her biri ordu bünyesinde gerçekleşen ve ihbar mektubunun medyaya yansımasından sonsuz defa daha vahim olan bütün bu olaylar ertesinde ne oldu? Ne gördük ve ne işittik? Ya tahkikatın “t”si dahi gündeme gelmedi; ya “kol kırılır yen içinde” zihniyetiyle her şey örtbas edildi; ya da iş bizzat o medya sayesinde ayyuka çıkınca, binbir yalanlamadan, binbir tevilden ve binbir ayak sürümeden sonra, göstermelik soruşturmalarla yetinildi. Oysa işte “Ergenekon”da yargılanıyorlar, işte kimlik ve hinliklerini Bursa’daki sağır sultan bile biliyor; ve işte nihayet, ihbar mektubunda isimleri teker teker zikrediliyor. Fakat tüm bunlara rağmen siz hiç “anayasal rejimi şiddet yoluyla değiştirmeye teşebbüs” suçuyla bizzat TSK tarafından cezalandırılmış bir TSK mensubu duydunuz mu? Ben duymadım ve de duymuş olan beri gelsin! * * * ÖTE yandan, ordunun alışkanlıkları ortadayken ve eğer ihbar mektubundaki iddialar doğruysa da – ki, kendi hesabıma şüphe duymuyorum - askeri savcı “biz personelimizi böyle koruruz” diye övünürken, aynı mektubun basına sızması aslında çok hayırlı bir gelişmedir. Bu, ancak usul açısından bir zaaf oluşturabilir. Netice falan değil, olsa olsa Hatice’dir. Minareyi çalan ona kılıf uydurmaya kalkışmasın ve her şeyden önce aynaya baksın. Ne yani, eğer mektubun medyaya yansımasıyla birlikte her şey alenileşmeseydi ve sivil savcı utana sıkıla ve mahrem kapılar ardında Genelkurmay’a “paşam şu delilleri ve filanca ve falanca subayları bir sorgu sual eylesek” deseydi, sonuç nereye varacaktı? Kimse kimseyi kandırmasın, şimdiye dek uygulanan o “askeri yöntemler”in aynısı tekrarlanacaktı. Hiçbirimizin ruhu duymadan “ıslak imza” derhal “kurutuluverecekti”. Dolayısıyla, basına “sızma” esas açısından bir garantidir. Soruşturmanın sigortasıdır. Çünkü, Genelkurmay bilgisayar hafızalarını ve internet sitelerini otuzbeş değil isterse otuzbeş bin defa silsin, artık kimse “ıslak imza” delillerini ve “kağıt parçası” inkarlarını toplum hafızasından silemez. Silemeyecektir. Bunlar “hard disk”in en derinine kazınmıştır. Ve bir devir çoktan bitmiştir ki, TSK bilgisayarı hiç olmazsa bunu kaydedebilmelidir.
Hadi Uluengin Hürriyet, 28.10.2009 |
29.10.2009 |
Yakılan 40 çuvalda ne vardı?
Hafta sonu; Eskişehir-Beşiktaş maçının devre arasında; protokol tribününde, güvenlik bürokrasisinin çok tanınan, bilinen bir ismiyle sohbet ediyorduk. İrticayla Mücadele Eylem Belgesi’nin gerçek çıkmasıyla ilgili gelişmeleri sorduğumda ‘Neden şaşırdın ki. Ben daha ne belgeler gördüm’ demişti. Benzer görüşü Ankara’da çok kişiden dinledim. Bunların içerisinde öyle isimler var ki insana ‘nasıl yani’ dedirtiyor. Galiba televizyonları başındaki milyonlar dışında herkes bu tip belgeleri biliyormuş. Hatta ilk ortaya çıktığında ‘gerçekliğinden hiç şüphe etmemiş’ler. Açıkçası Ergenekon soruşturması sırasında benzer belgeler görmüştük ama hiçbiri bu kadar ‘kör göze parmak’ değildi. Albay Çiçek’in imzasını taşıyan belge resmen darbe belgesiydi ve Ordu suçüstü yakalanmıştı. Kimse ‘bunu yapan küçük bir cuntacı ekiptir’ demesin çünkü savcılara gönderilen evraklarda ‘Genelkurmay Başkanı’nın emriyle’ ibaresi var. Karargahta bu kadar kapsamlı çalışmalar yapılacak ve komuta kademesinin haberi olmayacak? Biraz ‘fazla iyi niyetli’ bir yorum gibi duruyor! Kendini ‘vatansever’ olarak tanımlayan subaya ait mektubun her sayfası hatta her paragrafı üzerinde ayrıca durmak şart. Dursun Çiçek’in imzasını taşıyan belgenin orijinali ortaya çıktı. Bu bile tek başına önemli bir durum. Savcılar ‘darbe belgesi’nin gereğini yapacaktır. Kamuoyu hem Başbuğ’dan hem de Başbakan’dan ‘gereğini yapmasını’ bekliyor, beklemeye de devam edecek. Çünkü bu konunun üstünün kapatılması mümkün değil. Yarınki Başbakan-Başbuğ görüşmesi bu açıdan çok kritik olacaktır. İran yolunda ‘sonuna kadar takipçisi olacağız’ diyen Başbakan Erdoğan’ın aynı hassasiyeti Başbuğ’dan da isteyeceğini tahmin etmek zor değil. Fakat benim ilk anda dikkatimi çeken ve hâlâ zihnimi kurcalayan bir ‘imha edilen 40 çuval evrak’ bölümü var. İhbarcı subayın anlattığı, terhis olan askerin doğruladığı bilgiye göre konunun gazetelere çıkmasından sonra karargahta panik havası yaşanmış. Bilgisayarlar 35 kez silinerek savcılara ‘temiz’ verilmiş. Bu arada hatırlatalım bu ‘kill disk’ işlemini 35 kez yapmak bir buçuk günü alır. Ama asıl şok edici olan şu: Üç gün boyunca kağıt imha makineleri 40 çuval evrak öğütmüş. Sonrasında da bu belgeler yakılarak imha edilmiş. Devlet geleneğinde kurumun resmi evraklarını yakmak yoktur. En basit haliyle seri ve tarih numaraları verilerek arşivlenir. Eğer ‘cuntacı’ subaylar 40 çuval evrak yakmışlarsa mutlaka ‘arşivlenemeyecek’ birtakım dosyalar vardı. Acaba imha edilen çuvallarda ne vardı? İnsan fena halde merak ediyor. Öyle ya alelacele ortadan kaldırıldığına göre mutlaka illegal işler vardı. Acaba ne tür psikolojik harekatlar yapıldı ya da yapılmaya devam ediyordu? Yakılan 40 çuval evrakla da ilgili mutlaka ayrı soruşturma yapılmalı. Kim bilir belki de şu anda; Türkiye’nin muhtelif yerlerinde ‘bir gün lazım olur’ diyerekten fişlemeler yapılıyor, dosyalar tutuluyordur ya da Çiçek’in eylem planına benzer projeler uygulamadadır. Artık net olarak ortaya çıktı ki ‘darbeciliği’ kendine vazife edinmiş bir yapı var. Eğer öyle olmasaydı, belge Taraf gazetesine manşet olduğu zaman ‘ikinci bir emre kadar bu tip işler yapmayın’ denmesi gerekirdi. Oysa komutanlarımız ‘nasıl sızdığı’ konusunda kafa yorup çözümü de bulmuşlar. 12 gün sonra yayınladıkları ‘bilgi güvenliği tedbirleri’ emriyle sızmalara karşı tedbirler sıralanmış. Islak imza atılmaması, bilgisayarların sınırlanması gibi emirler var. Bilgisayarların hard diskleri değiştirilirken CD sürücüleri ve USB girişleri kapatılmış. Yine edinilen bilgilere göre yazışma şekilleri ve usulleri de değiştirilmiş. Yani ‘durmak yok yola devam ama biraz dikkat’ denmiş. Ama unuttukları bir şey var. Devletin ve ordunun suç işleme özgürlüğü yoktur. Kendi halkına karşı plan üstüne plan yapan bir komuta kademesi olamaz. Ülkenin normalleşmesi için ordunun kendi işinin askerlik olduğunu kavraması şart. Yoksa kimse rahat yüzü görmeyecek. Eğer belgelenen darbe girişiminin gereği yapılmazsa yeni andıçlar, yeni eylem planları hazırlanacak, uygulanacak. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın!
Adem Yavuz Arslan Bugün, 28.10.2009 |
29.10.2009 |
Genelkurmay orduyu yıpratıyor
BİR Silahlı Kuvvetler Komutanı, çalıştığı katta hazırlandığı ispatlanan “askeri darbe yapmaya yönelik bir cunta çalışmasının” ortaya çıkmasını isteyenleri rahatça “orduya karşı asimetrik psikolojik harekat” yapmakla suçluyor. Aradan dört ay geçmeden, aslında bunun askeriyenin neredeyse tüm yönetim katını saran “demokrasiye karşı asimetrik bir fiili harekât” olduğu anlaşılıyor. Şaşılık mı? Körlük mü? Art niyet mi? Yetersizlik mi? Generallerin demokratlara karşı çok sevdikleri üslupla “maksatlı bir çarpıtma” mı? Neyse ne, ama “doğruları” işaret edenleri böylesine ağır ve fütursuzca suçlayan üsluba rağmen dört ay ilerisini bile öngöremeyen bir zafiyetin varlığı ortada. En tepe yönetimdeki bu eksiklikler orduyu yıpratmaz mı? *** Ayrıca... Genelkurmay’ın kendi yönetim katında oluşturulan bir belgeyi, “askeri savcılık” araştırması üzerinden “kâğıt parçası” olarak sunması ve büyük bir iştahla bunu savunması da kendi başına bir skandal, “orduyu çok ağır yıpratan” bir “yönetim beceriksizliği” değil midir? Genelkurmay katında olup bitenden bu kadar habersizsek, sınırlardaki güvenlik nasıl sağlanacak? Yok, haberliysek ve üzerini örtüyorsak, bu nasıl “demokrasiye ve hukuka” bağlı bir zihniyet? Genelkurmay’ın bu açmazı orduyu yıpratmaz mı? *** Üzücü olan... Gerekeni yapmak yerine, doğruların peşine koşanlara hakaret etmenin ve onları korkutmayı yeğlemenin... Belgenin ortaya çıktığı gün yazdıkları ile dün yazdıkları arasındaki fark ile “milli dansözlere” dönen TSK gazetecilerine güvenerek cuntacılığı unutturmaya kalkmanın, gittikçe toplumsal eleştiri ve güvensizlik dozunu artırması. Genelkurmay’ın Dursun Çiçek’i korumaya kalkmasının, o nedenle de orduyu çok yıpratan bir yanlış olduğu görülmekte. *** Tabii aynı mantıkla kaleme alınan önceki günkü bildiri... “Türk Silahlı Kuvvetleri, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine bağlıdır ve saygılıdır.” “Bu ilkelere aykırı düşünce içinde olan ve davranışlarda bulunan personelini Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde barındırmaz.” “Türk Silahlı Kuvvetleri, her ortamda, hukuk devleti ilkelerine, hukukun üstünlüğüne, soruşturma usul ve yöntemlerine bağlı olduğunu söylem ve eylemleriyle ortaya koymuştur ve koymaya da devam edecektir.” Bunlar uykudan önce çocuklara anlatılan masallara döndü. Örneğin bu söylenenlere “27 Nisan Muhtırası” dâhil mi, değil mi? Ya da... Dursun Çiçek Belgesi sonrasındaki tavır bildiriye dâhil mi, değil mi? Genelkurmay’ın matrağa alınan bu tür bildirileri de “orduyu” yıpratıyor, kurumun ciddiyetini ve ağırlığını yok ediyor. *** Doğrusu, son olup bitenlerle, artık ayyuka çıkan skandallarla kendi ordusunu böylesine yıpratan bir yönetim görmedim. Ordu çok önemli bir kurum olduğu için “yönetim yanlışlarını” eleştirip duruyoruz. Cuntacı zihniyetin de “gerçek bir ordu” isteyenlere nasıl yaklaştığı, nasıl rezilane bir psikolojik savaş yönettiği en iyi bu son belge sürecinde ortaya çıktı. Artık sadece hukukun değil, siyasi iradenin de gerekeni yapmasının zamanı geldi. Orduyu yıpratan bu yönetim anlayışına hiç birimiz daha fazla tahammül edemeyiz çünkü...
Mehmet Altan, Star, 28.10.2009 |
29.10.2009 |
Asker yıpranmak istemiyorsa, değişmek zorunda!
Genelkurmay karargahından çıkan ‘ıslak’ imzalı rapor, bir gerçeği bir kez daha olanca açıklığıyla gözler önüne sermiş durumda: Asker eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa değişmek zorunda! Başka çaresi yok. Asker askerliğini yapacak! Bir başka deyişle: Demokrasilerde olduğu gibi kendi asli göreviyle, yani ‘yurt savunması’yla ilgilenecek. Siyasetle ilgilenmeyecek. Politikaya karışmayacak. Daha önemlisi: Asker, savunma görevlerinin gereğini yaparken de, anayasal olarak seçimle gelen siyasi otoriteye, yani hükümete bağlı olduğunu unutmayacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, ama özellikle çok partili demokrasiye geçilmesinden bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri yukarıda kısaca özetlediğim çerçevenin içinde hareket etmedi. Siyaset yaptı. Darbe yaptı. Post-modern darbe yaptı. Darbe ve müdahale dönemlerinde yaptığı anayasal ve yasal düzenlemelerle kendi ‘kırmızı çizgileri’ni siyasal rejimin içine yerleştirdi. Böylece, sivil bürokrat yandaşları ile birlikte seçimle gelen hükümetleri gözetim altında tuttu. Kısa deyişle: Siyasal parti gibi davrandı. Çünkü seçimle gelen iktidarlara inanmadı, sivilleri genellikle başıbozuk takımı olarak gördü. Cengiz Çandar’la CNN Türk’te yaptığımız Tecrübe Konuşuyor programında geçen pazartesi akşamı eski dışişleri bakanlarından emekli Büyükelçi İlter Türkmen şöyle dedi: “Bir bakarsanız, Genelkurmay Başkanlığı’nın Kıbrıs’la ilgili dairesinin, bizim Dışişleri’nin Kıbrıs dairesinden daha kalabalık olduğunu görürsünüz.” İlginç bir tespittir bu. Ama şaşırtıcı değildir. Asker kendini öteden beri devlet içinde devlet gibi konumlandırmıştır ve devlet içinde devlet gibi hareket etmeyi benimsemiş, içselleştirmiştir. Kendisini hep nihai kurtarıcı olarak gördüğü için de Kürt sorunuydu, Kıbrıs’tı, Ermeni meselesiydi, laiklik ve eğitimdi, üniversitelerdi, demokrasi ve hukuk çıtasıydı gibi bu ülkenin en temel konularını her zaman kendi tekeline almaya çalışmıştır. Bu açılardan kendi koyduğu ‘kırmızı çizgiler’in aşılmasına kırmızı ışık yakmıştır. Böylece asker, demin belirttiğim bazı temel meselelerde, çözümün değil çözümsüzlüğün, yani sorunun bir parçası haline geldi bu ülkede. İşte ‘asker sorunu’ budur. Bu sorun sadece anayasal ve yasal yapımızdan kaynaklanmıyor. Bu sorun aynı zamanda kendini ‘nihai kurtarıcı’ olarak gören köklü bir ‘zihniyet’ten güç alıyor. İşte asıl bu otoriter zihniyetin varlığıdır, kendini halk oyunun üzerinde gören, seçim sandığından çıkana güvenmeyen... İşte bu zihniyetin varlığıdır, darbelerle müdahalelere yol açan... İşte bu zihniyetin varlığıdır, ‘andıç’larla insanların hayatıyla oynayabilen mahvedebilen... İşte bu zihniyetin varlığıdır, siyaseti kendinde hak gören... Onun içindir ki: Islak imza olayı şaşırtıcı değil. Eğer bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin taşları yerli yerine oturacaksa, bu olay bir fırsattır. Şimdi bu rapor neden sızdırıldı, nasıl sızdırıldı, niye bu zamanda sızdırıldı, hükümete tuzak mıydı, Erdoğan’la Başbuğ Paşa’nın arasını bozmak için bir komplo muydu, Fethullahçı tezgah mıydı gibi sorular sorulabilir. Soruluyor da... Ama işin özü bu değil. İşin özünde, hükümeti devirme planı yatıyor. Hey, farkında mısınız?.. Bu bir darbe hazırlığıdır. Ahmet Altan dün soruyordu Taraf’taki başyazısında: “Kimileri en çok belgelerin ortaya çıkmasının ‘zamanlamasıyla’ ilgililer. Doğrusu ya çok merak ediyorum, ordunun içindeki cuntaların ve darbe hazırlıklarının ortaya çıkmasının ‘en uygun’, ‘en doğru’ zamanı ne zamandır?” Islak imza olayı aydınlanacak! Başka çare yok. Ve Türkiye ‘asker sorunu’nu çözmek zorunda, eğer bu ülkede demokrasi, hukuk devleti ve gerçek istikrar isteniyorsa... Elinde silah olan bir siyasal partiye demokrasilerde yer yoktur. Başa dönersek: Asker de değişmek zorunda, eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa... Ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde de, demokrasi ve hukukun üstünlüğüne yakışan kurumsal bir değişikliğe, demokratik bir zihniyet değişimine taraftar olanların gitgide ağırlık kazandığını düşünmek istiyorum.
Hasan Cemal Milliyet, 28.10.2009 |
29.10.2009 |
Kabul edilemez!
GENELKURMAY’In, “andıç yazarları”ndan ziyade “açıklama yazarları”na ihtiyacı var! Bu yazarların, sık sık “hukuk, demokrasi, Anayasa, kurumlar arası güven” derken, manalarını iyi düşünmesinde yarar var. Ortada vahim ihbar ve iddialar varken, bunların “varlık ihtimali” üstüne dahi tek kelime etmeyen, ihtimali kınamayan bir “demokrasi ve hukuka bağlıyız” tiradına ise bu ülkenin artık ihtiyacı yok! « İnsanın içini en çok acıtan şu: Gerek Genelkurmay Başkanı (her başkan gibi, tabii duruma göre başbakanlar filan gibi de), gerek Genelkurmay bildirileri hep şunun altını çiziyor: “Konunun yargıdan önce basında yer alması kabul edilemez.” Ben “demokrasiye, hukuk ilkelerine bağlı bir Genelkurmay Başkanı” olsam, önce şunu derdim: “Konunun gerçek olma ihtimali bile kabul edilemez... Gerçekse, sorumluların korunması kabul edilemez.” « Andıçların amacı hep “konunun yargıda değil, basında, kamuoyunda yer alması, yer etmesi” olmadı mı? “Psikolojik harekât” nedir ki! Neydi “Genelkurmay’a bağlı” bağımsız gazeteciler, gazeteler, TV’ler marifetiyle “yayılan” haber, suçlama, karalama, itibarsızlaştırma “konular”ı. Neydi Genelkurmay eliyle, “hür, dürüst, bağımsız, özgürlükçü medya” manşetlerine konuşlandırılmış “konular”. Yargıya gitmemiş konularla, düzmece ifadelerle insanların hedef haline getirilmesi, aşağılatılmâsı, hatta vurulması, tehditlere maruz kalması neydi? Bugün bu hükümet döneminde de başkalarının da çok sık başvurduğu büyük ayıbj, yerli yersiz ve hukuksuz dinlemeyi azdırarak tehdit, şantaj ve itibarsızlaştırma bankası gibi çalışan üniformalılar neredeydi? « “Konu”nun ana damarı şu: Bu belgeler, planlar, niyetler, örgütlenmeler, bu hevesler, vatandaşına karşı tuzaklar, imzalar, bu iddialar gerçek mi, değil mi? Gerisi sonra: Konunun önce basında yer alması, birilerinin hesap yapıp şimdi sızdırması, hükümete yaraması, gündem değiştirmesi, belgeyi kimin sızdırdığı... Tıkalı tali damara belki stent takarsınız, belki öyle bile idare edersiniz bir süre, lakin tıkalı ana damar acil by-pass ister! Çünkü “konu doğru ise”; “kadro yok diye Şûra’da terfi ettirilmeyen” ama “konuya rağmen emekli de edilmeyen” ve ananevi “personelimizi koruruz” kadrosunda tutulan Albay Çiçek’in muhtemel ıslak imzasına yıkılamayacak kadar geniş kadrolu. “Islaklık” gerçekse, belli ki “rutubet” yaygın... belli ki “sühunet” tavana vurmuş... belli ki ömür bir çiçekle geçmemiş... belli ki durum, üç, beş er ifadesiyle yetinilemeyecek kadar “Emret komutanım”. « Belki, “cuntada yer alan ama pişman olan subay” artık emekli; belki de haziranda fotokopisi ortaya çıkan belgenin aslını sürmek için Şûra atamalarını bekledi... Belki de değil. Belki, haziranda “kuru imza” çıktıktan sonra, ağustosta Şûra’da, epeydir boş tutulan bir “orgeneral kadrosu”nun doldurulmasının bu süreçle ilgisi yok. Belki de “belge ortaya çıkarsa kimin başı yanabilir” diye hiç düşünülmedi. Belki de, belgenin bir süre saklanması ve sonra ortaya çıkarılması kararı o kadar alt kademe bir süreç değil! « Bir tuhaflık da hükümette tabii. Sanki Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetler bana bağlı! “Başkomutan” da, Genelkurmay Başkanı’nın bağlı olduğu Başbakan da, MGK’nın tüm bakanları da aynı partiden olduğu halde, sanki “Fransız” gibiler! Hep şaşırıyorlar, hep temenni ediyorlar, hep “konunun yargıdan önce basında yer alması”yla kifayet ediyorlar. Belki de, 1950’de bir gece, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları dahil 15 general ile 150 albayı tasfiye eden Demokrat Parti’nin on yıl sonunda vardığı nokta, bu travma, bu ülkenin derin zihninden hiç çıkmıyordur!
Umur Talu, Haber Türk, 28.10.2009 |
29.10.2009 |