Lahika |
Hadis-i Şerif Meâli
Mallarınızı zekâtla emniyet altına alınız. Sadaka vermekle hastalarınızı tedavi ediniz. Belânın gelmemesi için duâ ediniz.
Câmiü's-Sağîr, No: 1971 |
17.09.2009 |
Adnan Menderes, İslâmiyetin bir kahramanıdır
[Risâle-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.]
Bismihî sübhânehû
Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hâl ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım. Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum. Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden birisi, “Velâ tezirû vâziretün vizra uhrâ” (En’âm Sûresi, 6:164) âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor. Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım-tâ ki mâsum çıkıncaya kadar. İşte bu kanun-u esasî-i Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin bu kanun-u esasîsini kendilerine bir nokta-i istinad ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor. İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: Şu hadîs-i şeriftir: “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil... Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.
Emirdağ Lâhikası, s. 394, (yeni tanzim, s.759)
LÜGATÇE:
mukabele-i bilmisil: Aynıyla karşılık vermek. uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği. nokta-i istinad: Dayanak noktası. müstebidâne: Baskı kurarak, istibdat yaparak. hukuk-u ibad: Kulların hakkı. hukukullah: Allah’ın hakkı. |
17.09.2009 |
Gözü gençte hocanın!
Hoca efendi, kürsüden, sitem dolu bir edâ ile sesleniyor cemaatine: “Bazı köylüler patateslerin ufaklarını alta, irilerini de üstüne koyarlar, görkemli olsun diye çuval. Maşaallah, bizim cemaatin de irileri burada; ya ufakları nerede?” Hoca efendinin kast ettiği şu: Ailenin büyükleri, yaşlıları camiden, cemaatten hiç ayrılmıyorlar, ama kendileri için gösterdikleri “ahiretlerini kurtarma” gayretini çoluk çocuğu, evlâdı ıyâli için göstermiyor; kendisi için çektiği kaygıyı onlar için çekmiyor, ya da bunu esirgiyor gibiler. Kendileri beş vakte beş daha katıyor, ötekiler sazda, barda, kafede demek istiyor. O zaman, burada bir uygulama hatası var! Meyve Risâlesinin Dördüncü Meselesinde ifade edilen, “En küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var; ve en büyük dairede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir” 1 gerçeğini ve bunun lüzumunu kavrayamayan insanlar, yarı yolda kalıyor. Bir defa, elbette ki, evlâdının en iyi hâl üzere olmasını istemez mi ebeveyn? Elbette ki isterler. İstemek, kuvveden fiile dönmedikçe iş görmüyor. Bunun için, istikamet üzere yola devam ederken, ya da etme gayretindeyken, daima, dikiz aynasına bakmamız gerekiyor yani arkadakilere bakmak, onları kollamak gerekiyor. Çünkü, “Gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyatı dinler.” 2 His ve heves ise onları aldatır, yanıltır; zararlı şeylere teşvik eder. Bunun için, imanı tahkîm edecek, tahkikî imanı ele verecek yola revân olmalı. Kafalar, hayatta karşılaşılan birçok lüzumlu lüzumsuz malûmâtla heder olmadan, yaratılış maksadımıza dair bilgilerle dolmalı. Bunların başında da önce “iman” hemen ardından “namaz” geliyor. Hoca efendi de öyle diyordu zâten: “Allah, insanı dünyaya şâh olsun, padişâh olsun diye göndermemiş; namaz kılsınlar diye göndermiş.” El-hak, tam “kitabın ortası”ndan bir cümle! Bediüzzaman, “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” 3 gerçeğinin altını çizdikten sonra, namazsızlığı, namaz kılmamayı bütün mevcudâtın hukukuna tecavüz olarak yorumluyor. Ateistlerin dışında dinsiz insan yok gibi. Her insanın mutlaka bir “Rab” inancı var. Ata tapar, ota tapar; fakat, mutlaka bir şeye tapar bir “Rab” ihtiyacıyla ve ibadet inanışıyla, ibadet maksadıyla. Demek, insanın fıtratında var, ibadet etmek “Rab”bine. İbadet, imanın hayata uygulamasıdır. Namaz ise ibadetlerin en başıdır. Öyleyse, önce yönelmeli; yanlış doğru demeden. Doğrultmak, düzeltmek sonra gelir ardından. Hayatın tarzını tanzim eden dindir. Doğru din, doğru seçim, “insan eder” insanı. Bu husus, Risâle-i Nur Külliyatında: “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” 4 şeklinde ifade ediliyor. Buna göre din, insan hayatının rotası, insanca yaşamanın yol haritası; hayata “hayat veren” bir olgu. Durum böyle olunca, önce, doğru din olan İslâm’ı doğru anlamak; anladığımız doğruları da eğmeden, bükmeden hayata uygulamak yani İslâm’ın gereği olan doğrularla hayatı hayatlandırmak gerekir. Evet, ana baba, küçük daire olan ailede fertlerin dînî hayatıyla ilgilenmeli, onlara yol göstermeli. İşte o zaman, “iri ufak” bir olur, hocamın söylediği. Gerçi, teravihler, doldu taştı gençlerle; bunu da göz ardı etmemek lâzım. Cıvıl cıvıl her taraf. Fakat, devamlılık esastır. Teravihten sonra da görmek istiyor gözler. Aile fertlerimizin, çoluk çocuğumuzun ibadet ve tâat üzere olmalarını dileyelim Mevlâdan. Nice karanlık gönül, nura gark oldu bugün; “O’ndan istemeye”, “O’nun için işlemeye” devam ettiği için… Not: Bütün okurlarımızın Ramazan Bayramını şimdiden tebrik ederim.
Dipnotlar:
1- Said Nursî, Meyve Risâlesi, 23. 2- Said Nursî. Sözler, 135. 3- Said Nursî, Sözler, 687. 4- A.g.e., 658. |
ALİ RIZA AYDIN 17.09.2009 |