Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Mülkün hakiki sahibi olan Allah ne yücedir! Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O, hayır ve bereket hazinesi olan arşın Rabbidir.
Mü'minûn Sûresi: 116 |
08.09.2009 |
Muhtariyet, beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesidir
Sual: Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrutiyeti takdir etmeyen kimlerdir? Cevap: Cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir. Benî beşerde ona intisap eden, bir dirhem zararını bin lira milletin menfaatine fedâ etmeyen, hem de menfaatini ızrar-ı nâsta gören, hem de muvazenesiz, muhakemesiz mânâ veren, hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde mağrurane millete ruhunu feda etmek dâvâsında bulunan, hem de beylik veya tavâif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak mânâsıyla bir cumhuriyet gibi gayr-ı mâkul fikirlerde bulunan, hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrutiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umumiyeyi fikr-i intikamına yediremediğinden, herkesin âsabına dokundurmakla, tâ heyecana gelip terbiye görmekle teşeffi isteyenlerdir. Sual: Neden bunların umumuna fena diyorsun? Halbuki hayırhâhımız gibi görünüyorlar. Cevap: Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz. Sual: Neden hüsn-ü zannımıza sû-i zan edersin? Eski padişahlar ve eski hükûmetler seni haktan çeviremedi. Jön Türkler sizi kendilerine râm ve müdaheneci edemediler. Zira seni hapis ettiler, asacaklardı; sen tezellül etmedin. Merdâne çıktın. Hem sana büyük maaş vereceklerdi, kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için demiyorsun. Demek hak taraftarısın. Cevap: Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız. Sual: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz. Cevap: Çendan cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih ağaçları gösteren semereleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.
Münazarat, s. 47, (yeni tanzim, s.116)
LUGATÇE:
efkâr: fikirler. teşviş: karıştırma, bulandırma. taht-ı riyaset: başkanlığı altında. menba-ı saadet: mutluluk kaynağı. benî beşer: insanoğlu. ızrar-ı nâs: insanlara zarar verme. beylik: merkeze tam bağlı olmayarak bir beyin yönetimi altındaki ülke, emîrlik, emaret, mirlik. tavâif-i mülûk: memleketin parçalanması. mukaddeme: başlangıç. muhtariyet: özerklik. istibdad-ı mutlak: Tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük, istibdat rejimi. teşeffi: rahatlama, yüreği soğuma, öç alma hayırhâh: iyilik isteyen. müfsid: karıştırıcı, bozucu. sûret-i hak: doğru taraf, hak taraf. müdaheneci: dalkavuk. çendan: gerçi. âkıl: akıllı. müştebih: birbirine benzeyen. semere: meyve. |
08.09.2009 |
Cafer Çim Ağabey
Gönüllü iman ve Kur’ân hizmeti olan Risâle-i Nur mesleği, tarikat olmadığı için şahıslar üzerine bina edilmediği herkesçe bilinmektedir. Bu nedenle, nur cemaatinde, dili, ırkı ve rengi ne olursa olsun, herkesin birbiriyle kardeşlik esasıyla bağlı olduğu da bir gerçektir. Ancak, Allah demenin yasak olduğu yıllarda, Üstad Bediüzzaman’a selâm vermenin bile cesaret gerektirdiği günlerde bu dâvâyı omuzlamış, çilesini çekmiş olan saff-ı evvel ağabeylerin, nur talebelerinin kalbinde müstesna bir yeri bulunmaktadır. Bu kahraman ağabeylerimiz bir yıldız gibi dünyamızdan maalesef tek tek kaymaktadır. Son derece mütevazı hayat yaşayan bu ağabeylerin varlığından ancak vefat ettiği zaman haberdar olabilmekteyiz. Oysa, en zor günlerde Üstadımıza hizmetkârlık yapmış ve Üstadımızın canlı hatıralarını taşıyan o elleri öpülesice ağabeyler, henüz hayattayken onlara gereken ilgi ve alâkayı göstermeyi, bizim için bir vefa borcu olarak görüyorum. Bu nedenle yakından tanıma şerefine nâil olduğum, son derece mütevazı, olgunluğu ve nezaketi ile dikkati çeken Cafer Çim ağabeyle ilgili uzun zamandır yazmayı düşünüyordum. Fakat nereden başlayacağımı bilemiyordum. Kalbi şefkat ve muhabbetle dolu olan ve duâsına muhtaç olduğumuz bu değerli zatın hayatını bir makaleye sığdırmak elbette mümkün değildir. Bunun için özgeçmişini kısaca özetlemeye çalışacağım. Manisa’nın Turgutlu ilçesinde, varlıklı bir ailenin tek evlâdıydı. Buna rağmen o, memurluğu tercih etmişti. Giyimine düşkün, modayı takip eden, nazik bir gençti. Risâle-i Nur’u tanımadan önce dünyanın zevki sefası içinde hayatını sürdürüyordu. Zübeyir ağabey, Urfa’ya tayin edildiğinde o, Urfa PTT’sinde görev yapıyordu. Nereden bilebilirdi ki bu yeni gelen mesai arkadaşı, hayatını birden değiştirecekti. Müdürle birlikte Zübeyir ağabeyi terminalde karşılamaya gitmiş ve ona el uzatıp “Hoş geldiniz” demişti. Zübeyir ağabey, uzatılan eli bir daha bırakmamıştı. Onu yanına almış, Urfa’nın ilk nur dershanesini oluşturarak, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram ve Salih Özcan ile birlikte dâvâyı omuzlamışlardı. Üstadımızı, Isparta’dayken ziyaret etmiş bahtiyarlardan biri olan Cafer ağabey, hayatı boyunca Risâle-i Nur hizmetiyle iç içe yaşamasına rağmen hiçbir hizbin tarafı olmamış ender bir şahsiyettir. Risâle-i Nur hizmetini yapan bütün gruplara eşit yakınlıkta olmaya hep itina göstermiştir. Rahmetli Zübeyir ağabey Risâle-i Nurları, başkasına okutmak şartıyla yemin ettirerek ona vermişti. Bu nedenle o, bu yeminine hep sadık kalmaya dikkat etmiştir. İlerlemiş yaşına rağmen umumî nur derslerine ayda bir iki defa da olsa katılırdı. Cafer ağabeyle on yıl önce böyle bir nur dersinde tanışmış, ondan sonra görüşmemiz kesilmeksizin devam etmişti. Biri kız, biri erkek iki evlâdı olmuş, çocuklarını evlendirmiş, maddî ve manevi yönden iyi bir durumda iken, birden sanki Eyyüb’un (as) imtihanına tabi oluvermişti. Cevval ve faal bir genç iş adamı olan biricik oğlunun amansız bir hastalığa yakalanması hayatlarını alt üst etmişti. Üç yıllık bir ızdıraptan sonra oğlunun vefat etmesiyle bedenen ve ruhen birden çökmüş, ayrıca mal varlığının büyük bir kısmını da bu vesileyle kaybetmişti. Kendisine teselli olabilecek kızının, kocasının işi nedeniyle gurbette, uzak diyarlarda olması, durumunu daha da güçleştiriyordu. Takatten düşmesi nedeniyle çok sevdiği nur derslerine artık gidemiyor, ancak evinin yakınındaki camiye ikindi vakitlerinde gidebiliyordu. Son dört beş yıldır, her gün ikindi namazından sonra caminin bitişiğindeki çayhanede birlikte oturuyor, sohbet edip acizane moral vermeye gayret gösteriyorum. Şimdi seksen beş yaşında olan Cafer ağabey, kendisi gibi yaşlı refikasıyla ömürlerinin âhirinde maruz kaldıkları sıkıntı ve meşakkatleri sabırla karşılıyor ve şükretmekten geri durmuyorlar. Dâvâmızın emektarı olan bu saff-ı evvel ağabeylerin aramızda yaşıyor olmalarını bizler için bir bahtiyarlık görüyor ve yaşadıkları mahallerdeki genç nur talebelerinin ilgi ve alâkalarını esirgemeyeceklerine inanıyorum. |
İBRAHİM SAYAN 08.09.2009 |