Görüş |
'Yüce Divan'a sevk edilmesi gerekenler korunmamalı
Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, “Yüce Divan’da 3 dakika” adlı makalesinde, Anayasa Mahkemesinden ve onun yeni binasından bahsetmektedir. Biz de bu yazımızda bazı düşüncelerimizi belirtmeye çalışacağız. Anayasa Mahkemesi yeni binasının sadece siyasîler tarafından değil, ülkemiz halkı tarafından görülmesini isteriz. Ayrıca Yargıtay, Danıştay, Askerî Mahkemeler, Sayıştay, Adlî ve İdarî yargı organlarının ve illerdeki mahkeme binalarının görülmelerini, hatta çalışmalarını izlemelerini takip etmelerini isteriz. Halkımız, Yargıya yabancıdır. Yargıyı ağza almaktan, hatta aklına getirmekten korkmaktadır. Yargı korkulacak makam haline getirilmiştir. Vatandaş, “Allah hâkimin, hekimin eline düşürmesin” sözünü çok kullanır. Birçok insan “Ben şimdiye kadar hiç mahkeme yüzü görmedim” diyerek bunu iftihar vesilesi olarak kullanır. Mahkemeler düşülecek yerler değildir. Düşülecek yerler olarak görülmemelidir. Korku makamı olarak kafalarımızda yer etmemelidir. Güven yerleri olarak kabul edilmelidir ve mutlaka bunlar sağlanmalıdır. 12 Eylül’den sonra Anayasa Mahkemesine oturduğu bina verilmiştir. Bu bina Genel İş Sendikasının binasıydı. İhtilâl, hesapsız, sualsiz sorgusuz, yargısız bu binayı alarak Anayasa Mahkemesine vermiştir. Anayasa Mahkemesi bunu kabullenmiş ve yıllarca görev yapmıştır. Oturduğu binada meşrûiyet görmüyorsa, mahkeme en azından bunu kabul etmemeli, yahut bu meşrûiyetsizliği hazmedemediğini sorumluluğun tahsis edenlere ait olduğunu duyurmalı ve içine sindirmemelidir. Anayasa Mahkemesine bu yakışırdı. Ertuğrul Özkök, Başkan Haşim Kılıç’ın kendi üzerinde olumlu, ilkeli, vicdan sahibi bir insan intibaını bıraktığını dile getirmiştir. Biz de Başkan Kılıç’ı öteden beri biliriz. İkili temaslarımız olmuştur. Üyelik, Başkan Vekili ve Başkanlık dönemini izlemekteyiz. Başkan Kılıç’la ikili temaslarımızda, dostluğunu, dürüstlüğünü ortaya koyan bir mahkeme hâkimi olmuştur. Hukuk mezunu olmaması onun ve mahkemenin eksikliği sayılmamalıdır. Anayasa Mahkemesi fonksiyonları itibariyle Yargıtay gibi teknik bir mahkeme değildir. Danıştay’da da hukuk mezunu olmayan çok üye ve başkan vardır. Bu oluşum yararlıdır. Ertuğrul Özkök’ün yazdığı gibi, “Anayasa Mahkemesine sadece Anayasa Mahkemesi demek doğru değildir” düşüncesine biz de katılıyoruz. Yüksek siyasîleri yargılarken yüksek mahkemedir, ama yasaları çeşitli yönlerden incelerken sadece hukuk mezunu olmak doğru değildir. Bu mahkemede hukuk mezunu olmayan kişilerin de bulunmaları ve görev yapmaları normaldir. Onun için Anayasa Mahkemesi isminin değiştirilmesinde yarar olur, ama yerleşmiş bir isimdir. Anayasa Mahkemesinin iç ve dış dekorasyonunun, mimarisinin, yüksek mahkemeye ve Yüce Divana yakışmış olmasından biz de mutluluk duyarız. Yalnız tüm mahkemelerde gördüğümüz, “Adalet Mülkün Temelidir” sözünü, “Türk kamuoyu ve hukukçular benimsemişler ve kabul etmişlerdir. Bu vecize yerine, ‘Haklar ve özgürlükler insanlığın onuru ve erdemidir’ sözü, üniversitelerimizde yazılabilir, meclislerde de yazılabilir. Hiç de yabancılık çekilmez. Burada yapılan değişikliği yadırgarız ve hatta yüksek mahkemenin görev ve fonksiyonunu tam anlatamıyor deriz. Anayasa Mahkemesinde yıllarca süre gelen bir hatanın, süre gelen bir adaletsizliğin ilk defa bu mahkeme nezdinde düzeltilmesinde çok büyük isabet görürüz. Ve bu yüksek mahkemeyi kutlarız. Anayasa Mahkemesi salonunda savcıların ve avukatların mahkemede aynı yükseklikte ve aynı eşit makam pozisyonuna getirilmesinden mutluluk duyduk. Şimdiye dek ve halen bütün mahkemelerde savcılar, avukatlara nazaran farklı yerlerde, mahkeme kürsülerinde de oturuyorlar. Avukatlar da dinleyicilerle, sanıklarla eşit hizada oturuyorlar. Anayasa Mahkemesinde savcı ve avukatların oturdukları yerler için yapılan son değişikliğin bütün Türkiye’ye yayılmasını ve sür’atle değiştirilmesini dileriz. Yüce Divan, Türk siyasetinin ve siyasetçinin seçilirken “Ben yüce meclislerde görev yapacağım, ülkemi ve ülke halkının hakkını ve hukukunu yüksek makamlarda, hükümetlerde, Bakanlıklarda, Başbakan ve Cumhurbaşkanlıklarda koruyacağım, yücelteceğim” derken, “Beni bu makama getiren yurttaşım, Yüce Divana sevk edebileceğimi, bunu hiç aklımdan çıkarmamanı bilmemi istemiştir” düşüncesini taşımalıdır. Meclisler çalışmalarını sürdürürken, Yüce Divan’a sevk edilecek insanları kesinlikle duygusal olarak ve hatta adaletsiz olarak sevk etmeme yoluna gitmemelidir. Bir gün Yüce Divan yollarını açmayan meclise ve üyelerine, açmamaları sebebiyle kendilerinin sadece bu yüzden Yüce Divana sevk edilebileceklerinin bilinmesini isteriz. |
Av. Turgut İnal - Balıkesir Ba 01.08.2009 |
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu ile alâkalı Batılıların zayıf görüşlerine dayalı bazı iddialar
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yeri ve tarihi ile alâkalı Prof. Halil İnalcık’ın ortaya attığı iddialar, kesin tarihi bilgilermiş gibi görülmeye ve belli yayın organlarınca tarih kitapları değişecek diye başlıklar atılmaya başlanmıştır. İddiaları iki gruptan ibarettir:
I) KURULUŞ TARİHİNİN 1302 VE YERİNİN DE YALOVA OLMASI İDDİASI Ona göre “İstanbul’da yaşayan bir tarihçi olan Georgios Pachymeres, Osman’ın bir Bizans ordusuna karşı zaferi anlatır. Bu savaş Bapheus Savaşı’dır. Yalak Ova’da olmuştur. Pachymeres, Osman Gazi’nin 27 Temmuz 1302’de bu zaferi kazandığını anlatıyor ve diyor ki: “Osman Gazi’nin şöhreti, Kastamonu’ya kadar yayıldı, onun etrafına gaziler gelip toplanmaya başladı.” Burası şimdi Yalova sınırları içinde. Yalova adı da Yalak Ova’dan çıkmıştır. Bir tarihçi olarak bu günü Osman’ın beyliğinin ‘Bey’ olarak tanınmasının tarihi olarak kabul ettim. Âşıkpaşazâde tarihinde yazdığına göre, Osman Gazi 1299’da kendi adına hutbe okutmuş. Bu haberi veren kaynak bunu 1480’lerde yazmış. 200 yıl sonra verilen tarih şüphelidir..” Hocamızın bu iddiası hiçbir tarihi delile dayanmamaktadır. Tek kaynağı Bizans asıllı bir yabancı tarihçinin belli bir olayla verdiği bilgidir. Buradan hüküm çıkarmaktadır. Hâlbuki 699 yani 1299 veya 1300 yılında kurulduğuna dair olan görüş, bütün Osmanlı tarihçileri tarafından ve özellikle de bunun araştırılmasını isteyen II. Abdülhamid’in kurduğu heyet tarafından araştırılmıştır. Allah için 200 yıl sonra yaşayan Aşıkpaşazede’yi yanlış gören Hocamız, 709 sene sonra yaşayan kendisinin görüşünü mü doğru görmektedir? Zira iktibasta bulunduğu yabancı tarihçinin kitabında Yalova’da kurulduğuna dair bir ifade yoktur. Kaldı ki, Bapheus savaşı zaferdir de Bilecik ve benzeri savaşlar zafer değil midir? Şimdi konuyu esas kaynaklardaki gibi inceleyelim: 1) Hicrî 699 yılını esas alan görüştür. Ancak 699 yılının hangi ayıdır? Elimizdeki bazı kaynaklar, 4 Cemâziyelûlâ 699 tarihini vermektedirler ki, Milâdî karşılığı 27 Ocak 1300 etmektedir ve Sultân Abdülhamid Hân’ın tesbit ettirdiği tarih de budur. Osmanlı Maârif Nezâreti, İstiklâl-i Osmânînin tam gününü tesbit etmek üzere, konuyu 28 Kânun-ı Sâni 1329 tarihli tezkire ile Tarih-i Osmanî Encümeni Başkanlığına havale eylemiştir. Encümenin görevlendirdiği tarihçi Efdalüddin konuyu bütün kaynaklardan araştırmış ve bazı sonuçlara ulaştıktan sonra bu tarih yani 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi istiklâl kazanılan gün olarak kutlanmaya başlanmıştır. Her ne kadar Osmanlı Beyliğinin bağımsızlığına alâmet olacak bazı olaylar daha önce meydana gelmişse de -688/1288-1289’de tabl ve âlemin gelmesi gibi-, ancak tarihçilerin çoğunluğu 699 yılı üzerinde ittifak halindedirler. Bu yıl içinde Osman Bey’e tabl, alem ve tuğ gibi saltanat alâmetlerini gönderen Anadolu Selçuklu Sultânı Sultân III. Alâ’addin Keykubad’ın Gazan Han tarafından azl ve hapsedilmesi üzerine, Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş ve uç gazileri (Serhad Ümerâsı) de bir araya gelerek Osman Gâzî’yi saltanat tahtına oturtmuşlardır. El öpülerek bî’atın yapıldığı bu merâsimin günü, Osmanlı Devleti’nin istiklâl günü olarak kabul edilmelidir. Ancak bu gün hangi gündür? Bu günün Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 olduğuna dair elimizde bulunan tek resmî belge, sadece 1263/1847 tarihli Sâlnâme’dir. Sâlnâmenin bu bilgiyi nereden aldığı bütün araştırmalara rağmen elde edilememiştir. Bu resmî kaynaktan başka günü belirten vesika bulunmadığına göre, doğru olanın 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi olduğudur ve netice olarak Osmanlı Devleti’nin 700. Yılı, 1999 değil 2000 yılıdır. Bu izahlara göre, Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin bu zamana kadar nakl ede geldikleri 1299 yılı, sadece merâsim gününün 699 yılının ilk üç ayında yani Muharrem, Safer ve Rebiülevvel aylarında olması halinde doğru olabilecektir. Buna dair bir kaynak veya belge yoktur. Ancak kutlamalar, sembolik şeyler olması hasebiyle, bu ince ayrıntıda boğulmaya gerek yoktur. 2) Hicrî 700 yani 1300 yılını esas kabul eden görüştür. Burada ay yoktur ve hatta Tarihçi Âli, bu tarihin, her yüzyılda bir müceddid geleceğini ifade eden hadisin mânâsına Osman Gâzi’nin mâsadak olması için böyle bir yola başvurulduğunu açıkça ifade etmektedir. Gerçekten Lütfi Paşa’ya göre, Osman Bey, 8. Hicrî yüzyılın müceddididir. 1 1281 yılında babasının yerine aşiret beyi olan Osman Bey, bir görüşe göre, Selçuklu Sultânı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un 1284’de Söğüd ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanı ve yanında hediye ettiği ak sancak, tuğ ve mehterhâne ile uc beyi olmuştur. 1288 veya 1291 tarihinde Karacahisâr’ı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması, Osman Bey’in yarı istiklâlini kazanması demektir. 3) Osman Gâzi’nin Bizans sınır şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle bir baskın hazırlarlar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisâr ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisâr Tekfurunun kızı Nilüfer’i (Holofura’yı) oğlu Orhan ile evlendirdi. Bu tarih, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi. 27 Ocak 1300’de Selçuklu Sultânı III. Alâ’addin Keykubad’ın saltanat alâmeti olan tabl, alem ve tuğu Osman Beye bir ferman ile göndermesi ile artık Osman Bey müstakil bir uc beyi olmuştu. 1301 yılında Bursa’ya yakın bir yerde Yenişehir’i kurdu ve saltanat merkezini buraya nakletti.
II) KAYI BOYUNDAN GELDİKLERİNİN EFSANE OLUŞU Buna da efsane ve hatta hurafe demektedir. Bu iddia Gibbons gibi yabancı tarihçilerin görüşlerini yansıtmaktadır. Başta Gibbons olmak üzere bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devleti’ni kuran Osmanlı Hânedânının aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabileceklerini ileri sürmüşler ve hatta bazı tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu’ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak bu mânâda söylenenler, sadece menkıbe kabilinden bazı olayların, çok zorlamalarla yorumundan ibaret olduğunu, yerli ve yabancı bilim adamları ortaya koymuşlardır. Şurası açıktır ki, Oğuz boyunun Gün, Ay ve Yıldız Hanlarından meydana gelen kollarına Bozoklar denmektedir; Gün Han’ın Kayı, Bayat, Elkaevli ve Karaevli ismiyle dört boyu bulunmaktadır. Sağlam ve kudret sahibi demek olan Kayı Boyunun sembolü (ongun) şahindir ve Osmanlılar da Kayı Boyundandırlar. Osmanlı Devleti’ni kuran ve ona adını veren Osman Bey’in ve babası Ertuğrul Gâzî’nin, ne kadar küçük olursa olsun, Kayılara mensup bir aşiretin başında bulunduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun dışında, Kayıların Hz. Adem’e kadar giden şecereleri ile ilgili izahlar, sadece menkıbevî kıymete haizdirler. Tarihen sabit olmadığı gibi, bütün şecerelerin de birbirini tutmadığı açıkça görülür. Hatta bazı kaynaklarda, Osmanlıların soyu, Hz. Peygamber’e bile isnâd olunmaktadır. Bunların ilmî değerleri yoktur. Eskiden beri Oğuzların bir şubesi olan Kayılar, diğer Oğuz boylarının göç hareketlerine benzer şekilde, Selçuklular zamanında doğudan batıya ve nihayet Anadolu’ya göç etmeye başlamışlardır. Bu dediklerimizi, Yazıcıoğlu’nun Selçuknâmesi, İdris-i Bitlisî’nin Heşt Behişt’i ve Şükrullah’ın Behcet’üt-Tevârîh’i gibi ilk dönem kaynakları da ifade etmektedir. Dolayısıyla Osmanlılar Türk’-türler; ancak büyük devlet olmalarını, sadece kendi kavimlerinden verâsetle aldıkları kuvvet ve kudrete değil, aynı zamanda İslâmdan aldıkları ve Osmanlı adı altında aynı pota altında eritmeye muvaffak oldukları din ve dünya görüşüne borçludurlar. Bu sebeple, Fuad Köprülü’nün Gibbons’a ait görüşün tenkidine yüzde yüz katılırken, aynı yazarın Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda söz ettiği İslâm Milleti veya tarihî ifadesiyle Osmanlı Milleti izahını yabana atmak da mümkün değildir. Sözün özünü Ahmed Cevdet Paşa söylemiştir: “Devlet-i Aliyye, başlangıçta, her ne kadar bir küçük hükümet şeklinde idi; lâkin Türklüğe mahsus olan üstün sıfatlar ile İslâmî şecâ’at ve dindarlığı kendisinde toplamış bir kabile olduğundan, kendisinde İslâm milletinin birliğine vesile olmak gibi bir kabiliyet vardı. Bu Devlet-i Aliyye, diğer devletler gibi, imtiyazlı bir toplum içinden ortaya çıkıp da hazır millet ve memleket bulmuş bir devlet değildi; belki yeni topraklar feth ederek, kendine yer edinmiş ve teşkil ettiği Osmanlı Milleti dahi, dilleri farklı, tavır ve ahlâkları ayrı ayrı çeşitli milletlerin en güzel edeb ve tavırlarından seçilmiş üstün ve güzel bir topluluktur. Bunların dedeleri de, çok eski zamanlardan beri Türkistan’da dahi han ve sultan olarak el-hakk asîl ve soylu bir Türk hânedânıdır”.2
KAYNAKÇA: 1. Neşrî, Mehmed, Kitâb-ı Cihân-nümâ I-II, (neşr. Mehmed A. Köymen- Faik Reşit Unat), Ankara 1987, c. I, 104 vd.; İbn-i Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, (neşr. Şerafettin Turan), Ankara 1991, sh. 111-113; Âşıkpaşa-zâde, Tevârîh-i Âl-i Osman, İstanbul 1932, sh. 7 vd.; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, İstanbul 1341, sh. 17-27; Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, Kitâbu’t-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr, (neşr. Ahmed Uğur vd.), Kayseri 1997, sh. 41; Fermanları nereden temin ettiği şüpheli olmakla beraber, Feridun Bey, Münşe’ât-ı Salâtin, İstanbul 1265, c. I, sh. 48, 56, 61, 64; Kantemir, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, İstanbul 1998 I-II, İstanbul 1998, c. I, sh. 67; Efdaleddin, “İstiklâl-i Osmanî Tarih ve Günü Hakkında Tedkikât”, TOEM, nr. 25, sh. 36-48; Mehmed Ali Şevki, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu Bahsi”, TTEM, Yeni Seri, nr. 5, sh. 3051; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1994, c. I, sh. 106-108; Aksun, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, c. I, İstanbul, 1994, sh. 16-21; Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1983, c. I, sh. 250 vd. 2. İbn-i Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, I. Defter, sh. 201-204; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, sh. 17-27; Âlî, Künhü’l-Ahbâr, Ahmed Uğur neşri, sh. 29-41, Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1994, sh. 3-5, 68-73; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. I, sh. 93-103; Gibbons, H. A., The Foundation of the Ottoman Empire, chapter I; Tevkı’î Mehmed Paşa Tarihi, TOEM, nr. 79, sh. 87 vd.; Kantemir, c. I, sh. 57-58; Köprülü, M. Fuad, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Mes’elesi”, Belleten, c. VII, sayı 28(1943), sh. 219-313; Köprülü, M. Fuad, “Kayı Kabilesi Hakkında Yeni Notlar”, Belleten, c. VIII, sayı 31(1944), sh. 421-452. |
PROF. DR. AHMED AKGÜNDÜZ - 01.08.2009 |
HARMAN VE TESTİ Yaşı 35 ve üzeri olanlar, özellikle köylerde yaşayanlar; kağnı, döven, anadut, tırpan, yaba, tırmık gibi isimleri iyi hatırlarlar. Harman zamanı, Temmuz ayına kalan Orta Anadolu bölgesinde eskiden tarlalar tırpanla biçilirdi. Bu iş yorucu olurdu. Biçilen buğdaylar anadutlarla at arabalarına veya kağnılara yüklenir, harman yerine götürülürdü. Harman işi, eğer Ramazan’da ise sabah erkenden öğleye kadar ve iftardan sonra devam ederdi. Harman yerine taşınan buğday yığınları kenarlarından yerlere yayılır. At veya öküzlerin çektiği alt kısmında çakmaktaşlarının sıralandığı dövenlerle ezilirdi. İşin en zevkli tarafı döven; buğday yığınları üzerinde dönerken onun üzerine binmekti. Birbirimizi destelerin üzerine iteler, düşenler öküzlerin çiğnemesinden korkarak hızla tekrar dövene binmeye çalışırdı. Ezilen daneler yabalarla rüzgârda savrulur, rüzgâr samanı bir tarafa daneyi bir tarafa yığardı. Bu sıcakta çalışanlar oldukça susarlar, susayanlar soluğu yığınların gölge kısmında üzeri ıslak bezle örtülü testinin yanına giderek kana kana su içerdi. Testi gölgede ve rüzgârın geldiği yerde olup, ıslak bez sayesinde oldukça serin olur, tadı da oldukça güzelleşirdi. Bir Cumartesi sabahı namazdan sonra yatağa uzanmıştım. Kaldırım yapan belediye işçilerinin kürek ve mala sesleri ile uyandım. Hava oldukça sıcak ve güneşli idi. Bu gelen sesler ve bu hava bana rahmetli pederimi hatırlattı. Bir gün pederle harç karıyorduk. Elimi bir arı sokmuştu. 13 yaşlarında idim. Pedere “Bu arılar insanları sokuyor, sonunda ölüyorlar. Peki, neden sokarlar o zaman?” diye sormuştum. Peder bana “Sen de insanları görüyorsun. Ölüyorlar. Peki neden namaz kılmada tembellik yapıyorsun?” diyerek, bana hiç unutamadığım bir ders vermişti. Rahmetli peder inşaat ustası idi. O işi götüre (kabala) alır. Yanına iki amele alarak taş temelden çatıya kadar kendisi yapardı. Önce kazmalar ile taş duvarın (temel) örüleceği yerler kazılır, sonra bu kazılan yerin köşelerine büyükçe köşe taşları yerleştirir, köşe taşının birinden diğerine bir ip çekerek duvarı buna göre örerdi. Duvar yükseldikçe elindeki şakülü duvardan aşağı sarkıtarak duvarın düzgünlüğünü kontrol ederdi. Ben de tatil günleri el arabası ile pederin balyozla kırdığı taşların ufaklarını (helik) getirerek taş duvarın harç atılmadan önceki boşluklarını doldururdum. Öğleye doğru annem evde hazırladığı yemeği ve termosa koyduğu çayı inşaat alanına getirir, bir köşede yerdik. Bu çalışmalar esnasında toprak testi yine baş dostumuzdu. Güneşin altında taşla, kürekle çalışanlar oldukça susar, susayanlar soluğu gölgede duran toprak testinin yanında alırdı. Şimdi yapılan inşaatlara bakıyorum da bizim çalıştığımız zamana ve ortama hiç benzemiyor, ne el arabası görebiliyorum, ne mala, ne şakül, ne terazi, ne de balyoz… Manisa’ya yerleştiğim ikinci ay içinde pederin vefat haberini almıştım. Cenazesine yetişemedim. Defin esnasında mezarın içine inen bir tanıdığın söylediği bir söz var ki “Şu biriketleri düzgün örün, rahmetli çok güzel duvar örerdi” sözü hatırımdan hiç çıkmaz.. Artık mazide kalan kağnı, döven, tırmık, dirgen, anadut gibi eskinin vazgeçilmezleri şimdi parkları, lüks otel bahçelerini, dinlenme tesislerinin yeşil alanlarını süslüyor. Bu park ve bahçelere her gittiğimde, temeli taş olan tek veya iki katlı evleri her gördüğümde içim sızlar. Çünkü bunlar bana hep o günleri hatırlatır. |
AZİZ ÖZKAN 01.08.2009 |
GÖÇ ZAMANI
Hazan mı geldi yoksa Neden uçuşuyor başımda turnalar. Göç zamanı geldi belki de. Vücudumun temel taşı.. Düşmüş bedenimden yere. Titriyor ellerim.. Ömrüm bir yokuştan koşarak iniyor. Gelmiş gibi son demim.. Gözlerimin feri siliniyor..
Her göç zamanı Büyür içimde hasret çınarı. Durduramaz hiçbir şey Çağlar göz pınarı. Hayal olur gider. Yaşarken her canlı. Nasıl varsa, her şeyin harmanı Öyle bir mevsimdir göç zamanı..
Gösterir güneş solgun yüzünü. Gölge kaplar bütün yamaçları Yavaş, yavaş kapanırken gözler. Aralanır sırlı perdeler. Bitiverir geçmez denen saatler. Bir acı kor gibi, yakar insanı Serinletmez soğuk sular bile Çatlayan dudakları..
Çok geç artık, canlansa bile Yaşanmamış günler gözünde. Süre dolmuş bir kere zamandan. Olmuş ömrün akşamı Göz açıp kapayana dek.. Gelir göç zamanı.. |
Şevki Çiftçi 01.08.2009 |