Afrika kıt'ası bir bakıma İslâm dünyasının bilinmeyen yüzü. "kara kıta'nın" "kara bahtlı" Müslümanları, en başta Türkiye olmak üzere, İslâm dünyası ile kucaklaşmak için kendilerine uzanacak kardeşlik elini bekliyor.
Gazetemizin Haber Müdürü Faruk Bey, İnsanî Yardım Vakfı’nın (İHH) Gine’deki kurban organizasyonunu takip etmek üzere bu ülkeye gideceğimi söylediğinde gayri ihtiyarî “Papua Yeni Gine mi?” diye sordum. Faruk Bey, “Bilmiyorum Gine işte” dedi. İlk aklıma gelen Papua Yeni Gine olmuştu. Vakfa telefon açıp sorduğum da Gine’ye gideceğim söylendi. Dünyada Gine adında iki farklı ülke olduğunu bilmiyordum. İnternette yaptığım kısa bir araştırma sonucunda benim gideceğim ülkenin Afrika’da Ekvatora yakın bir ülke olan “Fransız Gine”si diye de bilinen ülke olduğunu, Papua Yeni Gine’nin ise Uzak Doğu’da küçük bir ada ülkesi olduğunu öğrendim. Bu arada, ben dahil herkesin ilk aklına gelen Papua Yeni Gine’nin Uzak Doğu’da eski bir İngiliz sömürgesi olduğunu öğrendim. Daha sonra dostlarıma Gine’ye gideceğimi söylediğim de onlar da gülerek, “Papua Yeni Gine mi?” diye sordu. Demek ki bu yanılgı, Türkiye’de sadece bende değil herkeste var. Gerçi halen de sömürge şartlarından tam olarak kurtulabildiği söylenemez ya neyse... Haritadan Afrika’daki Gine’yi bulduktan sonra gideceğim bu ülke hakkında mümkün olduğunca detaylı bilgi edinmeye çalıştım.
İSLÂM MEDENİYETİ 11. YILDA GİRMİŞ
Afrika kıt'ası bir bakıma İslâm dünyasının bilinmeyen yüzü. “Kara kıt'anın” “kara bahtlı” Müslümanları, İslâm dünyası ile kucaklaşmak için kendilerine uzanacak eli bekliyor. İHH Kurban 2008 organizasyonu kapsamında bu yılki Kurban Bayramını Gine Cumhuriyeti’nde geçirdik. Resmî adı, Gine (Guinea) Cumhuriyeti olan ülke, Batı Afrika’da yer alıyor. Gine, kuzeyden Gine - Bissau ve Senegal, kuzeydoğudan Mali, doğudan Fildişi Kıyısı, güneyden Liberya ve Sierra Leone, batıdan da Atlas Okyanusu’yla çevrili.
Yaptığımız araştırmalara göre Arap Müslümanlar, Afrika’ya İslâm medeniyetini 11. yüzyılda götürmüş. Bilâli Habeşi (r.a), Afrika kıt'asında dünyaya gelmiş, Peygamberimizin (asm) müezzini, önde gelen bir sahabe. Bilâli Habeşi (r.a), İslâm kültür tarihinde Kara Afrika’yı temsil eden bir simgedir. Müslümanların önemli teşebbüslerinden birisi de, bu noktadan hareketle, bütün İslâm tarihi boyunca, Kara Afrika’yı “Bilâllaştırma”ya çalışmak olmuştur. Yüzyıllarca bu büyük kıt'a, Müslüman’a Bilâli Habeşi gibi yüksek bir ideali hatırlatmıştır.
Uzun yüzyıllar Batı’nın hammadde tarlası olan Afrika’nın İslâmlaşmasına ve özellikle İslâmlaşma sürecinde tasavvufun etkileri inkâr edilemez bir gerçektir. Batılı düşünürler, “Hindistan, Endonezya ve zenci Afrika’nın büyük bölümünün, günlük hayatlarında İslâm’ın temel yükümlülüklerini yerine getiren sufî vaizlerin sürekli etkinliği sonucu İslâmlaştığı kesindir. Bu, mantıkî ya da hukukî olarak kılı kırk yarmalara başvurmadan, Allah‘a duyulan aşk ve güven, Peygamber ve ashabının sevgisi sayesindedir” görüşündedir. Yapılan tesbit, sufilerin İslâm’ın tebliğini, Kur’ânî tebliğ metotlarına uygun “kavl-i leyyin esasına” göre yaptıklarını gösterir.
Afrika’da İslâm’ın yayılışına sahne oluşunda, bazı önemli kilometre taşları vardır. İslâm dininin Afrika’ya girişinin İslâm’ın yayılışının ilk yıllarına, yani sahabelerin Habeşistan (Bugünkü Sudan toprakları) göçüne kadar dayanır. Bin beş yüz yıldır İslâm’ın Afrika’da yayıldığı gerçeğinden hareketle bu mirasa hep beraber sahip çıkılması gerekiyor. Peygamberimizin (asm) gıyabında cenaze namazını kıldığı Habeşistan Kralı Necaşi’yi unutmamalıyız...
İLK ÖNCE GÖNÜLLER FETHEDİLDİ...
Afrika’da İslâmiyet’in yayılışı askerî fetihlerden sonra gönüllerin manevî mimarları ehl-i tasavvuf sayesinde olmuştur. Bunlar içinde, ilk önce tasavvuf akımının devlet olma başarısını gösterebilmiş örneklerinden olan Murabıtlardır. 1056-1147 tarihleri arasında Afrika’da kurulan Murabitun Devleti, Afrika’nın İslâmlaşmasında önemli hizmetlerde bulunmuştur. Murabit; kelime olarak sınırlardaki ribatlarda İslâm’ı yaymak ve müdafaa etmek üzere canlarını fedaya hazır derviş anlamında kullanılmıştır. Ribat ise, dervişlerin Allah rızası için hudut boylarında kurduğu muhkem kalelerdir. Kuzey Afrika’da bulunan Berberilerin kurduğu bu devlet, dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Sudan ve Sahra arasında yapılan, ticarette kervanlara, muhafızlık yapan kapalı sayılabilecek bir topluluktu. Berberi Senhace kabilesi reisi Yahya b. İbrahim, hacca gidip orada ruhen bir yükseldikten sonra, büyük bir sevk ve gayretle ülkesine döndü. Kendisine yardımcı olmak üzere Faslı âlim Abdullah bin Yasin’i halk arasında İslâm’ın güçlenmesi konusunda irşatta bulunması için dâvet etti. A. bin Yasin’in manevî önderliğinde Murabitun Devleti, 1056 yılında kurularak tarihteki yerini aldı. İlk kuruluş döneminde Murabıtlar, Sahranın aşağı taraflarına Nijer yahut Senegal nehri kıyısına veya Moritanya’nın sahil kesimlerinde Levrier Körfezi’ne kadar uzandılar. 91 yıl kadar iktidar mevkiinde kalan Murabitun Devleti, önceleri dini ıslâhat gayesiyle ortaya çıktı. Bu devletin merkezi Merakeş olup, Abbasi halifesine bağlıydı. Bayrak renkleri Abbasiler gibi siyahtı. Murabıtların, hidayetine vesile olduğu Afrika ülkelerinden biri de Gine’dir. Kuzey’den gelen Murabıtlar, yerli halkı birliğe dâvet etmişler, onlara candan bir yakınlık göstermişlerdir. Bu candan yakınlık binlerce yerlinin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle sonuçlanmıştır. İslâmiyet Batı Afrika’daki yerli kralların istibdadına son vermiştir.
AFRİKA HİÇ
İHMAL EDİLMEDİ...
Tarık bin Ziyad’ın Mağrib ülkelerini fethini ve Cebeli Tarık Boğazı’ndan İspanya’ya geçtikten sonra askerlerin geriye dönüş umudunu ortadan kaldırmak için gemileri yaktırdığını bilmeyenimiz yoktur. Bu sefer sonrası Endülüs Emevi Devleti İspanya ve Kuzey Afrika’da önemli bir güç teşkil ederken, Murabıtlar da Afrika içlerinde aynı gaye ile hizmet etti. Bu yıllarda Müslümanların Avrupa’ya İslâm’ı götürürken Afrika’yı da ihmal etmediğini görüyoruz.
Bu coğrafyada ilkel bir dinî ve ilkel bir hayatı yaşayan Afrikalı siyahî insanlar arasında dil, renk ve ırk farkı gözetmeyen ve insanları eşit birer kul kabul eden İslâm hızla Afrika’da yayılır. İslâmiyet’le müşerref olan Gine’nin de İslâm ile tanışması aynı yüzyıla tekabül eder. İslâm’la tanışan Gine’de, 13. yüzyılın ortalarından itibaren Müslümanlar güçlenmeye başladılar ve Futa Calon adında bir İslâmî sultanlık kurdular. Bu sultanlık İslâmî hükümlere göre yönetiliyordu. Ancak Batı dünyası, Haçlı seferlerinden umduğu başarılı elde edemeyince Orta Doğu’da Osmanlı hakimiyeti güçlenip, Akdeniz bir Osmanlı gölü haline gelince Uzak Doğu’ya İpek ve Baharat yollarına yeni alternatifler aramaya başladı. Bu çerçevede Afrika kıt'asının en güneydeki noktası Ümit Burnu keşfedildi. Avrupalılar, Hindistan’a Uzak Doğu’ya deniz yolu ile giderken Afrika’yı da istilâ etmeye başladı. İlk başta deniz yoluyla Afrika kıyılarında başlayan bu istilâ daha sonra kıt'anın içlerine doğru yayıldı. Köle ticareti ile başlayan istilâ sömürge siyasetiyle devam etti. Ve bu sömürge siyasetinde Gine, Fransa’nın payına düştü....
FRANSIZCA’YA
FRANSIZ KALMAK....
Eski bir Fransız sömürgesi olan bu ülkede Fransızcanın resmî dil olduğunu ve bu lisanın konuşulduğunu öğrenince canım sıkıldı. Müslüman bir ülke olduğu için Arapçanın da yaygın bir şekilde konuşuluyor olabileceğini düşündüm. İlk başta yanıma bir Fransızca pratik konuşma kılavuzu ve sözlük almaya niyetlendimse de “Bir şekilde İngilizce ya da Arapça konuşan birileri karşıma çıkar” umuduyla Fransızcaya “Fransız kalmayı” tercih ettim. Şüphesiz bu tercihimde İHH temsilcisi yol arkadaşım Oğuzhan Olaş Bey’in hem Arapça hem de İngilizceyi iyi düzeyde biliyor olması etkili oldu. Kendim de İngilizceyi vasat düzeyde bildiğim için dil konusu fazla kafama takmadan yol hazırlıklarına başladım.
Atlas Okyanusu kenarında bir Batı Afrika ülkesi olan Gine’ye daha önce giden arkadaşların gözlemlerini okudum. Bu ülkede yerel yemeklerin çok farklı olduğunu öğrendikten sonra valizime konserve ve benzeri gıdaların yanı sıra uzun süre dayanabilecek ekmek vb. koydum. İlk yurt dışına çıkmanın heyecanı bir tarafa Afrika kıt'asına gidiyor olmak seyahat heyecanımı ikiye katlıyordu. Siyah tenli insanları hep sempatik bulmuşumdur ama içimde belli belirsiz bir tereddüt vardı. “Ne de olsa o insanlar beyazlar tarafından sömürüldükleri için onlara karşı öfke doludur” diye düşünüyordum. İçimi rahatlatan unsur ise gittiğimiz ülke halkının Müslüman olmasıydı. Tabi bir de İHH’nın bölgedeki çalışma ortağı Mus’ab B. Umeyr Vakfı’nın varlığı iyice beni rahatlatıyordu.
Yolculuğumuz 6 Aralık Cumartesi günü saat 15:40’te İstanbul’dan Fas’a kalkacak olan Royal Maroc Air (Fas) Havayolları uçağıyla başlayacaktı. İHH temsilcisi yol arkadaşlarım Oğuzhan Olaş Bey ve İHH Muş Temsilcisi Aydın Suna Bey ile Atatürk Havalimanı’nda buluştuk. Gümrük işlemlerimizi yaptırdıktan sonra uçağımızı beklemeye başladık. Yaklaşık 1 saatlik gecikmeyle uçağımız İstanbul’dan havalandı.
KAZABLANKA GEÇİŞ NOKTASI...
Batı Trakya, Yunanistan, İtalya’nın güneyi ve Cezayir-Tunus-Fas rotasını takip eden uçağımız Fas’ın Kazablanka şehrindeki 5. Muhammed Havaalanı’na yerel saatle 19:30 sıralarında indi. Havaalanının transit yolcu bölümü bizim gibi Afrika ülkelerine kurban çalışması için giden çeşitli vakıf ve derneklere mensup Türk yolcularla doluydu. Kendimizi Türkiye’de gibi hissettik. Faslı polisler bile bu kadar Türk yolcuyu bir arada görmenin şaşkınlığı içindeydi. Havaalanının bizim kültürümüze ters yapısı yüzünden güç belâ abdestlerimizi alıp, meydana serdiğimiz örtülerin üzerinde sırayla namazlarımızı eda ettik. Buradan Gine’ye gideceğimiz uçak yerel saatle 22:55’te kalkacaktı. Bu saate kadar transit yolcu bölümünde beklememiz gerekiyordu.
Dünyanın farklı bölgelerinden gelen Afrika yolcuları önce Fas’ın Kazablanka şehrine gidiyor buradan da Fas Havayolları ile diğer Afrika ülkelerine geçiyor. Yani Kazablanka Batı Afrika için bir geçiş noktası. 3-4 saat bekledikten Gine uçağına bindik ancak uçak bir türlü havalanmıyordu. Valizlerde bir karışıklık olduğu söylendi. Yaklaşık 2 saatlik bir rötarla uçağımız havalandı. Bekleme stresi ve yol yorgunluğu sebebiyle yarı uykulu geçen uçak yolculuğumuzun ardından 7 Aralık 2008 Pazar günü yerel saatle 04:30 sıralarında Gine’nin Başşehri Conakry (Konakri) Havalimanı’na indik.
GİNE’YE VİP SALONUNDAN GİRDİK,
AMA VALİZLERİMİZİ KAYBETTİK!
Uçağın merdivenlerinden indiğimizde gözlerimiz bizi bekleyecek olan arkadaşları aradı, sonunda ellerinde isimlerimizin yazılı olduğu pankartları taşıyan arkadaşları gördük. Yanlarında iki polis vardı. Bizi samimî ve güler yüzlü karşıladılar. Kısa bir hoş geldiniz muhabbetinden sonra bizi polisler eşliğinde VIP (Çok Önemli Kişi) salonuna aldılar. Yol arkadaşlarım Aydın Suna ve Oğuzhan Olaş ile bir süre salonda bekledikten sonra bagajlarımızla ilgili bir sorun olduğunu öğrendik. Fas’ta yaşanan kargaşada bizim valizler uçağa yüklenmemişti. Görevliye gerekli müracaatlarımızı yaptık. Valizlerin bir gün sonraki uçakla geleceği söylendi. Bayramın birinci günü bizim valizlerle ilgili arayıp soran olmadığı için bayramın ikinci günü yol arkadaşım Oğuzhan Bey ile erkenden kalkıp kaybolan valizlerimizin akıbetini öğrenmek üzere havaalanına gittik. Görevliler yerinde olmadığı için tekrar gelmek üzere otele döndük. Sonra da birkaç kez gelmemize rağmen valizlerimizi bulamadık gerekli raporları tutturduktan sonra aramaktan vazgeçtik. Türkiye’ye döndüğümüzde valizlerin Gine’ye ulaştığını öğrendik. İçinde şahsi eşyalarımızla birlikte Gineli kardeşlerimize götürdüğümüz hediyelerin yer aldığı valizim İstanbul’a döndükten 5 gün sonra geldi. Havaalanı yönetimi valizimi evime kadar getirme nezaketinde bulundu. Ancak bana ait olmayan bir kilitle kilitlendiği için valizi anahtarcıya götürüp açtırdım. Oğuzhan Bey’in valizinin akıbetinin ne olduğunu ise bilmiyorum.
AŞIRI GÜVENLİK TEDBİRLERİ
BİZİ TEDİRGİN ETTİ
Havaalanından saat 05:30 gibi kalacağımız otele doğru yola çıktık. Sabahın şafak vaktinde insanları sokakta görmek ilginçti. Gecekondu mahallesi tabiri buraları anlatmak için az kalır. Otele kadar bir polis bize eşlik etti. Giriş işlemlerimizi yaparken otel lobisinde Kaleşnikof silâhıyla bir polis bize bakıyordu. İşi o kadar abarttılar ki kalacağımız odanın kapısına kadar polisler geldi. Bu aşırı güvenlik tedbiri ve valizlerimizin kaybolmuş olması bizi inanılmaz derecede gerdi. Mus’ab B. Umeyr Vakfı Başkanı Dr. Ebubekir Kamara ve vakıf görevlisi Adem Bey, saat 12.00 gibi otele geleceklerini söyleyerek ayrıldılar. Saat 09.00’da otel görevlileri uyandırınca daha uyuyamadık. Saat 11.00 gibi arkadaşlarla birlikte kahvaltıda buluştuk. Kahvaltıda bulduğumuz haşlanmış patates ve yumurta ileriki günlerde de temel kahvaltılık yiyeceğimiz oldu.
|