İlker Başbuğ’un durduğu yer
Kurtuluş Tayiz’in mükemmel gazetecilik çalışmasını geçtiğimiz üç gün umarım okudunuz... Okuyamadıysanız da Taraf'ın arşivinden girin ve dikkatle okuyun lütfen...
O haberde anlatılanlar siyasî görüşlerinize göre farklı konum alabileceğiniz şeyler değil... 24 Mayıs 1993’te 33 silahsız erin göz göre göre katledilişi insan olma sıfatına sahip herkesi birleştirmesi gereken bir olay...
Kurtuluş’un haberine de hâlâ “TSK’yı yıpratmak isteyen güçler” gibi bir edebiyatla yaklaşan bir asker zihniyeti hâkimse bu ülkede, artık bu ordu bu milletin ordusu olmaktan çıkmış demektir... Sadece kendi “has” mensuplannı koruyan, onun dışında her insanı hedefe ulaşmak için basit birer araçtan ibaret gören bir silahlı aşiret yapılanması haline gelmiş demektir TSK... Gerçekten vatansever olan her generalin kanına dokunacak bir vaziyettir bu...
“Harbiye’den sınırlı sayıda nefer çıkıyor, analar ise daha çok mehmetçik doğurur” kafasında askerler maalesef ordumuz içinde var, bunu herkes bilir... Mesele bu zihniyetin resmî asker görüşü haline gelip gelmediğidir, her şerefli TSK mensubunun kendine dürüstçe sorması gereken soru budur...
Çünkü bu zihniyet “Silahsız, korumasız yola çıkarıldık. Biz neyin kurbanı olduk,” diye soran Gazi Erdal Özdemirleri, “Oğlumun komutanı, namaz kıldığı için tepki gösteriyormuş. Onun gibi diğer kısa dönem askerler masa başında otururken üç aylık er olan İsmail’im günde yedi saat nöbet tutuyormuş,” diyen şehit analannı dikkate ve kaale almaz... Hatta bu gazileri ve şehit analannı bu ifadelerinden ötürü bizzat TSK karşıtlığı yapmakla suçlar...
Bu ülkede, bu devlet için sakat kalan, hayatı geri döndürülemez biçimde kararan gaziler niçin bu hale geldiklerini, sakat kalmalannda bir ihmal ya da hatanın olup olmadığını sorgularlarsa askerî hastaneye alınmayabilirler... Türkiye olarak bu rezaleti yakın zamanda yaşadık, hâlâ yaşıyoruz... Kafalarına takılan bazı soruları ifade eden gaziler tedavilerinin yapıldığı askerî hastaneye kabul edilmediler... Gazi Erdal Özdemir de bunu ifade ediyor...
Özgürlük, demokrasi, hukuk devleti gibi değerleri bir yana koyalım... Temel ideolojisi Türk milliyetçiliği olan devlet gibi bir devlet de bu kepazeliklere göz yumamaz... Ne demek askerî hastaneye bu ülke için savaşmış gazileri kabul etmemek? Bu hakkı bu askerî yetkililere kim veriyor? Bu tür hareketler Türk ordusunun Türk toplumu gözündeki meşruiyetini sıfırlayan hareketlerdir... Şehit er İsmail’in annesi gibi geleneksel bir kadına bile “İmkânım olsa torpil yaptırırdım, vatan sağolsun demiyorum” dedirten hareketlerdir... Türk ordusu böyle aşiretçi davranışlann esiri olduğu müddetçe her şeyden önce kendi kendini zayıflatır... Er İsmail’e namaz kıldığı için zulmeden o komutanı cezalandırmak, gazilerin askerî hastanelere girmesini yasaklayan kimlerse onları yargılamak ve bunu açık biçimde kamuoyuna duyurmak TSK’yı yıpratmaz, güçlendirir...
Bingöl katliamı
Askerî savcılığın “Böyle bir olayın yaşanacağını herkes biliyordu” dediği Bingöl katliamının yaşandığı günlerde bakın bir adam şunlan söylüyordu...
“Mart 1993’te PKK ‘ateşkes’ilan ettiğinde, belli etmesem de, bir sevinç duydum. Artık düşmanlığın tümüyle sona ereceği umudu vardı. Dağdakiler inecek miydi? Kuvvetlerimizi geri çekip normal düzenimize dönecek miydik? Eğer bunlar gerçekleşirse bundan sonra ekonomik ve toplumsal önlemleri almak hükümetin görevi olacaktı... Fakat PKK’nın yaptığı Bingöl katliamıyla sevincim kursağımda kaldı...”
Bu adam Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’ti... O dönemin atmosferinde gayet de şahin bir paşa olan Güreş dahi bunlan ifade ediyordu... Silahlı Kuvvetlerimiz bölgeden çekilecekti. Normal düzene dönmek üzereydik. Katliamın olduğu gün yayınlanan MGK bildirisi dağdan inenlerin affedileceğinden, kalıcı banş ve huzur dönemine girildiğinden bahsediyordu...
İşte tam böyle bir zamanda, banş atmosferine girildiği günlerde silahsız, korumasız biçimde, üstelik jandarma emriyle iki otobüse zorla doluşturulan askerlerimiz yeniden çatışma ortamının oluşması için payanda olarak kullanıldı... Bunu, bugün ordu içinde bilmeyen de yok... Ahmet Altan’ın yazdığı gibi bu kasıtlı eylemler sonucu oluşmuş katliam, bu ülkenin yaşadığı en büyük komplolardan biri... Kasıtlı ve sistematik olarak bu ülkenin 33 evladı katlettirildi...
Bu alçaklık yapanın yanına kâr kalıyorsa bu devlete devlet denmez, bu orduya da ordu denmez... Bingöl katliamı soruşturması yeniden açılmalıdır... Bu sefer, duruşmalar gizli değil açık yapılmalıdır...
TSK bu ülkenin yurttaşlannın ve bu vatanın çıkarlannı savunmak için var olduğunu, kendi içindeki bu alçak zihniyetlerden arınarak gösterebilir... İlker Başbuğ, bu komployu aydınlatmak ve sorumlulan açıklamak konusunda herkesten önce davranmalı... öyle davranırsa, bu millet Başbuğ’un sahiden durduğu yeri görecektir...
Taraf, 3.12.2008
|
Rasim Ozan Kütahyalı
04.12.2008
|
|
CHP çarşafa dolanınca
CHP bir kez daha yaptı yapacağını. Hep ‘vitrin’ düzenleyen bu parti aynı maksatla bu defa da yeni bir adım attı ve ‘çarşaflıları’ içine aldı.
Doğrusu budur. Yapılması gereken budur. Ne var ki, bu doğru adımın atılması, bu partinin kapısını bu toplumda yaşayan herkese açması onun yeniden siyasal yaşama döndüğü 1994’ten bu yana geçen 15 yılda ancak gerçekleşebildi. Ama işin aslı astarı böyle değil. O nedenle ben konuyu iki yönden ele alayım.
Yeni CHP’nin günahları
CHP’nin yeniden açılmasıyla Uğur Mumcu ‘nun öldürülmesi yakın iki olaydır. Kamuoyu katli belli bir açıdan kavradı ve Uğur Mumcu’nun ardından milyonlarca insan ‘laiklik endişesiyle’ sokağa döküldü. Maksat buydu ve bu maksat sağlanmıştı.
Yeni açılan CHP’nin başına geçmiş Baykal o hamleyi görünce ‘aradığı kanı buldu’ ve partiyi hızla 1930’ların siyasal anlayışıyla bütünleştirdi . CHP bir kez daha devletçi, bir kez daha laisist, bir kez daha topluma ve siyasete karşı kendi seçkinlerini öne süren bir parti olmuştu. Bu niteliğiyle devletçi bir parti olmakla kalmadı CHP aynı zamanda devletin partisi de oldu. Yeni kimliği onun, o sıralarda bu anlayışın tam tersi kavramların ve siyasetlerin tartışıldığı SHP’yi yutmasına, bünyesinde eritmesine yol açtı.
CHP 2002 seçimlerinden sonra bütün siyasetini laiklik-antilaiklik üstüne oturttu. Türkiye’yi hiç gereği olmayan, anlamsız, işlevsiz, yararsız bir tartışmanın içine çekti. Türkiye’nin çok daha ferah bir biçimde farklı siyasetler üretmesine engel oldu. Hepsinden beteri CHP bu anlayışı bu devletçilaikçi yaklaşımı sosyal demokrasi diye sunarak gerçek bir sosyal demokrasinin önünü kesti. Bu yanıyla da devlete hizmet etti. Türkiye gibi sınıfsal tepkiler veren bir toplumda yeni sosyolojileri hiç umursamadı, onlara sırtını döndü, o kitlelerin 1990’larda başlayan 3. dalga göçle geldiği büyük kentlerde sağ dinsel ve sağ nasyonalist partilere yönelmesine yol açtı.
Hep o şarkı ya da
beterin beteri
Şimdi aynı CHP Türkiye bir daha büyük bir seçime giderken tıpkı daha önce din adamlarını bünyesine alarak gövde gösterisi yaptığı gibi bu defa da çarşaflılara parti rozeti takarak o kitleye kapalı olmadığını göstermeye çalışıyor. Ama bir yere kadar. Belli bir noktadan sonra CHP ve Baykal hızla yeniden eski tezlerine dönüyor ve yaptığının inandırıcı olmadığını bizzat kendisi ilan ediyor, bizzat kendisine ilan ediyor.
‘Bütün bunlardan daha elim ve vahim olarak’ bugün CHP kitlesi, CHP yazarları ve Cumhuriyet gazetesi CHP’yi kapısını bu ‘yeni insanlara’ açtığı için kınıyor . Hayır, benim öne sürdüğüm nedenden yani CHP bu adımıyla inandırıcı olmadığı, haydi çok sevdikleri bir tabirle söyleyeyim ‘takiye’ yaptığı ve buna kızdıkları için değil şu kadarcık bir taktik adıma bile kapalı kaldıkları, Türkiye’de türbanıyla, çarşafıyla kendince yaşayanlara karşı oldukları için.
Ben de türbana, çarşafa veya bir başka türlü yaşama biçimine, onların sembollerine karşı olabilirim, onlardan herhangi birisini herhangi bir düzeyde (kültürel, toplumsal, siyasal) hoşlanmayabilirim ve onun aşılmasını isteyebilirim. Fakat bu benim o karşı olduğum şeyin yasaklanmasını, ortadan kaldırılmasını, onunla bütünleşmiş insanın toplumsalsiyasal alandan silinmesini öncelikle talep etmemi gerektirmez, o hakkı bana sağlamaz. Bu liberal doktrinin temel kuralıdır.
CHP bu kabahati bugüne kadar işledi. Beterin beteri aynı dışlayıcı tepkinin bugün de sürdürülmesini isteyen bir tabana sahip olması. Gerçek muhafazakârlık budur ve bu muhafazkârlık CHP’nin siyasal genetiğidir.
Keşke bu adımla CHP’nin gerçek anlamda değiştiğine, dönüştüğüne inanabilseydik. O zaman bu tartışmada onun yanında yer alırdık. Ama öyle değil. Şeyh Edebali, Anadolu solculuğu, diğer vitrin düzenlemeleri gibi bu da bir süre sonra sönecek ve unutulacak bir balondur.
Sabah, 3.12.2008
|
Hasan Bülent Kahraman
04.12.2008
|
|
Erdoğan sandıkta çöküş yaşar mı?
Mart sonunda yerel seçimler var. Erdoğan açısından zamanlaması hiç de iyi olmayan bir seçim bu.
Kriz derinleşiyor.
Özellikle ocak, şubat ve mart aylarında ekonomi küçülürken işsizlik çok fena büyüyebilir.
Ciddi bir ihtimal bu.
Bir iktidar partisi için küçülen ekonomi ve büyüyen işsizlikle seçime gitmek bir kabustur. Erdoğan’la kurmaylarının böyle bir kabusu bir süredir yaşadıkları konusunda herhangi bir kuşkum yok.
Kim bilir belki de, Erdoğan’ın özellikle son zamanlarda tutum ve diline vuran sinirlilik hali bu kabus durumundan kaynaklanıyor olabilir.
Önümüzdeki üç dört ayda iş-sizlik patlar ve ekonomide büyük bir çöküş yaşanırsa, seçim sandığında ne olur? Bir çöküş de sandıkta yaşanır mı?
Milliyet, 3.12.2008
|
Hasan Cemal
04.12.2008
|