Gezmek… Gönülden kopan bir iştiyaktı bu. Bulutlar o sessiz hissi duymuş olmalı ki, gözüme ve gönlüme dolmak için gül renkli bir buket hâlinde gelip önümde durdular.
Fakat ben ancak almak için uzandığımda fark ettim batan güneşin türbe camında aksettiğini.
Türbe o anda büyüyüp gelişmiş ve devâsâ birer gül hâlini alıvermişti sanki. Eğilip merakla içine baktığımda renk meşheri, çiçek tozu ve bal özü yerine iri sandukalar görünce irkildim.
Lâkin hayranlıkla seyretmekten de kendimi alamadım. Zîra güneşin batış anındaki güzelliği ve guruba karşı yapılan türbenin tenasübü, birbirini ancak bu kadar güzel tamamlayabilirdi.
Makberini her akşam güneşin gül renkli, nur âhenkli tebessümü ile aydınlatan mezar sahibinin kim olduğunu merak edip dikkatle bakınca, zamanın tozu ile karamsarlaşan mermerlerde soluk tebeşirle yazılmış da olsa bir işaret, bir çizgi aradım.
Heyhat!.. Hiçbir iz yoktu.
Eski zamanların ilkel sayılan insanları bile duygularını mağaraların granit taşlarına kazırken, mahallî idarecilerin şehrin en merkezi yerlerindeki bu eşsiz eserlere gösterdikleri ihmalkârlık karşısında müsamahalı bakmayı gerektirecek mâkûl bir mazeret bulamadım.
Kırgın hislerimi, harekete geçen merakın kızgın kırbacı dağlayınca biraz daha eğildim ve çocukluk yıllarında dedemin tarlalarda toprağa çizerek öğrettiği eski harflerin yardımı ile kitabeyi okuyarak muammayı çözdüm.
Türbe yirmi sekizinci Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim’e aitti.
Osmanlı’nın bu mûsikîşinas ve yenilikçi padişahını o anki duygularıma daha yakın bulduğumdan olsa gerek, haklılığımı ispat edebilme ümidiyle veya sığınma ihtiyacı ile taşlara biraz fazla sokulmuş olmalıyım ki yepyeni elbisemin toz-toprak içinde kaldığını görünce şaşırdım.
Toz toprak içindeki bu perişan hâlimle gezmeyi de, eve dönmeyi de gururuma yediremedim. O ruh hâli içinde ne yapacağımı düşünürken, kulağıma saba yelinin gül yaprakları arasından geçerken çıkardığı hışırtıyı andıran bir sada aksetti:
“Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!”
Padişahlar yaptıkları ile gururlandıkları için mi bu tahattur ifadeleri asırlarca huzurlarında tekrarlanıp durmuştu bilmiyorum ama o sesi duyunca şu yılışık renkli elbise ile Şişli’den çıktığımda, gururumun rahmetten mahrum Britanya sisi gibi bütün benliğimi kapladığını hissettim.
Gurur, her insanda bulunan bir büyücü buğudur. İnsan o hissi kullanmak için üfürdükçe heves kabarır, ene şişer. Fakat onlar kabarıp büyüdükçe insan küçülür.
Ecdatla zamâne insanı arasındaki en bariz fark işte bu. Onlar eserleri ve icraatları ile büyümüşler, bunlar gururlarıyla. Bunları düşününce, bir gerçeği daha gördüm.
Demek gurur gubârdan, yani toz zerrelerinden daha küçükmüş.
***
Yolum bir hayli uzundu.
Fakat ben yorulmaya başlamıştım.
Bu hissî yılgınlığı da nazara alarak külliyenin karşısında bulunan Ragıp Paşa Kütüphânesi’ne uzaktan şöyle bir bakarak geçip gitmeyi düşündüm. Paşanın kabrini, kütüphanenin eşiğinin önüne kazdırdığını, üzerine de mütevazi bir mezar yaptırdığını hatırlayınca, yorgunluğa, dalgınlığa, yılgınlığa aldırmadan oraya doğru gittim.
O zamana kadar gördüğüm bütün hazireler genellikle mabetlerin yanındaydı. Bu ise kütüphânenin bahçesinde. Paşa, kitabın hayatî ehemmiyetine dikkat çeken böyle bir ibret levhası inşâ ettirdiği için kabrinde de kitaplarla haşir neşir yaşıyor olmalıydı.
Kabir ve kitabın iç içe oluşu imrendirici bir tecelli idi.
Oradan yüz elli adım kadar aşağıda yer alan ve kadın zevkinin zarafetini ve ruh inceliğini taşa aksettiren en güzel eserlerden biri olan Valide Camii ile Pertevniyal Lisesi arasında kalan kabristandaki mezar taşları da gölgelerinde yatan insanların gönül incelikleriyle işlenmiş gibiydi.
Şehrin en çukur yerinde, çekiçle şekillendirilmiş koca bir dağ gibi yükselen ve çukurluğu hiç hissettirmeyen Pertevniyal Valide Sultan Camii’ni görünce biraz ferahladım.
“Nasıl olsa bu şaheser ihtiyarın gönlünü de fetheder” diye düşünürken, gördüğüm o ihtiyar, kabre selâm veriyormuş gibi şöyle bir baktı ve güzelliğini ancak kendisinin hissedebildiği bir ruh olgunluğu ile gülümseyerek yürüdü.
Ben de onu taklit ederek gülüp geçecektim ama o sırada cami bahçesinin kuytu bir köşesinde, mezar taşı sadeliği içinde sessizce camiyi süzen yaşlı kadın dikkatimi çekti.
O anda bana çok uzun gibi gelen bir anlık tereddüdün ardından, yorgun duygularını dinlendiren mütedeyyin ve mütebessim Anadolu kadınının yanına yaklaştım.
“Bu eseri sizin gözünüzle temâşâ etmeyi ne kadar çok isterdim.”
Gülümsedi.
Duygularımı dolduran hakikat çekirdeklerini bir anda çimlendiren nemli ve müşfik bir bakışla beni uzunca bir süre süzdü ise de hiç konuşmadı. Bu çok sesli sükût, binlerce hitaptan daha mânâlıydı.
Ben bu hicab ânında yüzümün aldığı rengi düşünürken, kadın aradan çekilmiş olmalı ki, bakışlarımı zoraki kaldırdığımda Valide Camii’nin sıcak ve müzeyyen simâsı ile karşı karşıya kaldım.
İstanbul’daki eski eserlerin neresinde hangi âsi otun bittiğini, hangi kovuğunda hangi cinsten kaç kuşun yuva yaptığını, bunların kaç yavru büyüteceklerini, onların da hangi eserin neresine yuva yapacaklarını bile tahmin edebileceğimi zannederken, şehrin orta yerindeki bu huma kuşu yuvasına şimdiye kadar pek dikkat etmediğimi anlayınca şaşırdım.
Cami, mimarîye şekil veren ince duygunun, hassas imanın ve rikkatli heyecanların eseriydi. Hele o köşelerde yükselen ve yükseldikçe incelip lâtifleşen kuleler, yüksek kubbe duvarını ve engin sayvantları gözleyen harika desenli cephe aynaları, sütunları, saçakları, kemerleri ve daha bir yığın mimarî manzumesiyle, âdeta temelden kubbeye kadar iğneyle işlenmiş oya gibi süslenen ve insanda gökten sarkan bir avize hissini uyandıran ve bu hassaslığı, zarafeti, güzelliği dışa aksetmiş kadın ruhunu temsil eden eser, Valide ismini duygularıma ebedî bir ihtimamla nakşetti.
Bunu hissedince gönlümdeki mahcubiyet deryası daha da derinleşti. Anadolu’nun kim bilir hangi köşesinden kalkıp gelen ve kalbi bir ilhamla, önce gönlündeki güzelliği temsil eden bu eseri bulup duygularını dinlendirmek için kendisinden geçen; fakat rüyaya benzer temâşâsının en müsterih ânında, benim gibi bir münasebetsiz meraklı tarafından uyandırılan, mehtap ışığı kadar temiz kalpli bu Osmanlı kadını, o yabânî müdahalenin mağduriyeti ile evine dönüp muhtemelen ömrünün kalan kısmını inzivada geçireceğinden, belki dünyada bir daha karşılaşmayız.
Lâkin, bilmem ki beni mahşerde affeder mi?
O saliha kadın, mahşerde de ‘ana’ sıfatını taşıyacağı için belki ben onun şefkatle kabaran müsamahasına sığınabilirim, ama günümüz insanı, yıkıp yok ettiği onca eser ve kırdığı nice kalp karşısında kendisini kime nasıl affettirecek acaba?
Bütün ihmâl ve ihanetlere rağmen, hâlâ zevksiz beton yığınları arasında, cüzdanda saklanan ecdat yadigârı solgun bir resim gibi sıkışıp kalan ve çok az nazar tarafından fark edilen; kendisini, sinesinde yatan ve onu emanet edecek bir tecessüs sahibi bulamadığı için terk etmeyen ruhun hamiyeti ile koruyabilen, değeri bilindiği halde geçer akçe olmadığı zannı ile itibar edilmeyip, saygılı ama zevksiz bir elin sürdüğü koyu yeşil boya ile varlığını hissettiren; Hamal Baba, Uryânî Dede, Seymenler, Kamer Hatun gibi bir velî, şehid veya makbul insan mezarına gidip mum yerine ruhunu yakarak o eserleri aydınlatmaya çalışırsa belki kendisini affettirebilir.
Yakılıp yıkılan veya kaderine terk edilen bütün türbelere, camilere, hazirelere, çeşmelere, mekteplere, medreselere ve benzeri eserlere onlar adına da af dileme hevesiyle yola devam ettim.
Biraz ilerde, Vatan ve Millet caddelerinin ayrılma noktasında yer alan Murat Paşa Camii’nin ve onun yüz adım kadar ötesinde inşa edilen Yusuf Paşa Camii hazirelerinin sakinleri de diğerleri gibi büyük ağaçların gölgesinde ve çiçekler arasında mesrûr uykularını uyuyorlardı. Onları Garba doğru gittikçe Pirî Mehmed Paşa, Molla Güranî, Mustafa Çavuş, Abbasağa, Şehremini, Beyazıtağa, Kara Ahmed Paşa camileri ve mescitlerindeki hazireler takip ediyordu.
Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Şumnu, Sofya, Filibe, Kırcaali, Kanije, Budin, Üsküp, Kosova, Kalkandelen, Ohri, Tiran, Saraybosna, Mostar, Belgrad daha niceleri, yedi iklim dört köşeye dal-budak salan bu koca çınarın hayattar meyveleriydi.
Osmanlı mimarîsinin şahs-ı mânevîsi, eline tohum torbasını alıp gittiği güzergâha avuç avuç tohum saçmış, tane tane çekirdek ekmiş, tek tek fidan dikmişçesine; camisiyle, haziresiyle ve sair müştemilatıyla bu külliyeler hep birbirine benziyor.
Şu şehre bakın. Bir cadde üzerinde onlarca padişah, yüzlerce şehzade, binlerce üdeba, ümera, paşa, eşraf, esnaf, havass ve âvam mezarı; işleyen idraklere, gören gözlere, düşünen akıllara ‘ölüm hiçlik değil’ hakikatini hatırlatıyor. İnancın ve idealin, yüzüğe kaş yapılmış taş gibi bir şehrin mimarisine bu kadar ustaca işlenişini, dünyanın başka bir yerinde, şehrinde ve medeniyetinde bulmak pek mümkün değildir.
İşte şair Nedim’in deyişiyle ‘Acem ülkesine değişilmeyen taşların’ dilindeki tekellüm bu. İstanbul’un, ‘Lezzetleri acılaştıran ölümü zikretmesinde’ bile apayrı bir zevk ve lezzet var:
Hizmet lezzeti…
Bizim insanımıza has asil bir haslet olan bu lezzet, yeni kurulan onlarca İstanbul semtinde yapılan yüzlerce cami ve mescit sayesinde artarak devam ediyor. Lâkin devam etmeyen bir şey var:
Hazireler!..
Halbuki, her an pek çok fuzulî işlerle, malayâni meşguliyetlerle zararlı alışkanlıklarla ve müstehcen neşriyatla aklı karıştırılan, fikri bozulan, idraki iğfal edilen zamane insanı; ölüm hakikatini hatırlamaya her zamankinden daha çok muhtaç.
Bu itibarla İstanbul’un, hayatla ölümü mezcedip insanı kabre âşinâ hâle getirerek ahirete hazırlayan hazireli camilerle, mütekâmil külliyelerle, çınarla, selviyle, gülle, bülbülle, lâleyle, martıyla müzeyyen şehir mimarisi memleketin her yerinde yaşatılmalıdır.
Bu sayede belki bir gün insanlığa da mâlolur.
(Adım Adım İstanbul’dan)
|