|
|
Âyet-i Kerime Meâli
Onlar iman etmiyor diye, neredeyse kendini helâk edeceksin. Dilesek, Biz onlara gökten bir mu'cize indiririz de, ister istemez ona boyun eğmek zorunda kalırlar.
Şuarâ Sûresi: 3-4
|
13.11.2008
|
|
Zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne
Bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddit hadisler, hem çok işârât-ı Kur’âniye aynı tarihiyle haber veriyorlar.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu nevî hadîsler, müteşabih kısımdandırlar. Hem cüz’î ve hususî değiller, umumî yerlerde bakmıyorlar. Bir kısım ise, ümmetinin başına gelen dinî fitnelerden yalnız bir tek zamanı ve Hicaz ve Irak’ı misâl olarak gösterir. Zaten Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfizî, Ceberî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyeti zedeleyen çok firak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buhârî, Müslim, İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazâli ve Gavs-ı Âzam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pekçok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlûp ettiler. O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalâlet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu-Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadis, hem Hazret-i Ali Radıyallahu Anh sarîh bir sûrette aynı tarihiyle işaret ediyorlar. Sonra bu zamanımızın fitnesi en büyük bir fitne olduğundan, hem müteaddit hadisler, hem çok işârât-ı Kur’âniye aynı tarihiyle haber veriyorlar. Buna kıyasen, ümmetin geçireceği safahatı küllî bir sûrette bir hadis beyan ettiği vakit, bazen o küllînin bir tek hâdisesini, misâl olarak tarihi gösterir. Böyle müteşabih ve mânâsı tamam anlaşılmayan hadislerin Risale-i Nur eczaları katî bir surette tevillerini beyan etmiş. Yirmi Dördüncü Sözde ve Beşinci Şuâda, bu hakikati düsturlarla beyan etmiş.
Şuâlar, s. 293
***
..Risâle-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın Şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeâir-i Ahmediyeye (a.s.m.) ettiği tahribâtın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiâze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin îmanlarını kurtarması noktasından Risâle-i Nur öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki; Kur’ân, ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallâhü Anh üç kerâmetle ona beşâret vermiş ve Gavs-ı Âzam (k.s.) kerâmetkârâne ondan haber verip, tercümanını teşcî etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan îtikâdın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukâvemet ettirecek gâyet kuvvetli bir îmân-ı tahkîki lâzımdır ki dayanabilsin. Risâle-i Nur bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzûmlu nâzik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakâik-ı Kur’âniye ve îmâniyenin en derin ve en gizlilerini, gâyet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek; o îmân-ı tahkîkiyi taşıyan hâlis ve sâdık şâkirtleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde, hizmet-i îmâniye îtibariyle âdetâ birer gizli kutub gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinâdı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i îtikadları cesur birer zâbit gibi, kuvvet-i mâneviyeyi ehl-i îmânın kalblerine verip, mü’minlere mânen mukâvemet ve cesâret veriyorlar.
Mektubat, s. 450
müteaddit: Birçok, çeşitli.
işârât-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın işaretleri.
müteşabih: Lafzı ve mânası açık olmayan, yoruma muhtaç, mecazların kullanıldığı.
firak-ı dâlle: Hak yoldan ayrılmış gruplar.
beşâret: Müjde.
teşcî: Cesaretlendirme, gayrete getirme.
Bediuzzaman Said Nursi
|
13.11.2008
|
|
Nisbî hakikatler ve ahiret (2)
Üçüncü cümle:
“Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücud, görünsün. Sür’at-i hareketle bir nokta bir hat olur. Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurânî.”
Kâinatın kendisi bizatihî bir nisbî hakikattir. Yokluk aynasından varlık âlemine çıkarılmıştır. Allah’ın Kudreti yokluk aynasında tecellî ederek kâinatı kudretine ayna yapmıştır. Aslında yokluk izâfî bir kavramdır. Haricî vücudu yoktur. Yani yokluk kaç kilogramdır, hacmi ne kadardır, nerede ne kadar yer kaplar, gözü, kulağı var mıdır gibi sorular cevapsızdır. Zira yokluk elle tutulan, gözle görülen bir şey değildir. Zaten bütün zıtlıklar böyledir. İşte Cenâb-ı Hak varlık âlemini bize bildirmek için yokluk denen izâfî bir kavram yaratmıştır. Biz bu yolla varlığı ve varlığın mertebelerini anlayabiliyoruz. Yoktan yaratılan bu kâinat da, hem bizzat kendisi bir nisbî hakikat olur, hem de güneşler, aylar, yıldızlar, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve diğer mahlûkat üzerinde tecellî eden Kudret levhalarını gösterir. Ve Allah’ın Kadîr ismi mahlûkat sayısınca farklı bir şekilde tecellî eder. Ancak bütün bu farklılık üzerinde gözüken yine Cenâb-ı Hakk’ın Kadir ismidir. İşte bütün mahlûkatın yokluktan varlığa çıkması ile vücut bulup görünür ve yine Allah’ın Cemil, Rahîm, Kerim, Hay, Kayyum gibi bin bir ismin tecellilerine mazhar olarak mevcudiyeti içinde görünmeye devam eder. Her bir mahlûku bir nokta nispetinde ele alsak o noktalarda tecellî eden yine Allah’ın isimleridir. Yani her mahlûkun yaratılışında Kadir ismi tecellî eder. Mahiyet aynı, tecellî farklıdır. Ancak görünen İsm-i Nurânî aynıdır. Meselâ Cemil ismi bütün mahlûkata tecellî eder. Bütün mahlûkatın üzerine geniş bir dürbün ve göz ile bakılabilse Cemil isminin haşmetli bir tecellisi göze gözükecektir. Nasıl ki bir nokta sür’atle çevrilse bir daire gibi gözükür. Öyle de mahlûkatın üstünde tecelli eden isimler her bir mahlûkata farklı tecelli etmekle nuraniyetinin heyet-i mecmuası da bir nurânî hat şeklinde gözükür.
“Sür'at-i hareketle bir nokta bir hat olur. Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurânî” cümlesi bu hakikate işaret eder.
Dördüncü cümle:
“Hakàik-ı nisbiye vazifesi dünyada dâneler sümbül olur.”
Bu cümle de hakikaten enteresan bir cümledir. Derin mânâlar ihtiva ediyor. Risâle-i Nur’u tanıdığımız ilk günde 23. Söz’den bir ders dinlemiştik. Orada bize ders yapan değerli ağabeyimizin son sözü: “İşte küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalbeder” olmuştu. Doğrusu az biraz fen okuyan birisi olarak bu cümleden çok etkilenmiştim. Şimdi yukarıdaki cümleyi de elmas-kömür ekseninde izah etmeye çalışalım. Zira bu cümleye güzel bir misâl olacak. Çünkü Allah karbon atomu ile yüzlerce nisbî hakikat göstermiş. Karbon atomu bir tek hakikat iken farklı tecellîlerine mazhar kılarak bu atomun nisbî hakikatini canlı mahlûkatı sayısınca çoğaltmış, tane nispetinde olan karbonu sümbül yapmış, hatta sümbülün de içine koymuş. Çünkü canlı kimyası bir nev'î karbon kimyası olarak bilinir. Karbon atomu yapısına aldığı hidrojen, oksijen ve azot gibi maddelerin farklı dizilişleri ile Kudret-i İlâhiyenin farklı tecellilerine mazhar olur. Canlılarda insan, hayvan, bitki bedeni olur, canlılar adedince farklı mahlûkatın temel yapı taşı olma görevini yapar. Canlı âlemi dışında ise bir taraftan kömür olur, öte yandan elmas gibi en değerli bir maddenin temel taşı. İşte karbon atomu farklı dizilişleri ile binlerce maddenin görünmesine sebep olur.
İnsan nesli de bir karbon atomu gibi zıtlıklar aynasında binlerce nev'î netice verir. İmtihana tabi tutulmasıyla, şerrin hayırlar içerisine dahil edilmesiyle Nemrutlardan Peygamberlere kadar mertebeler meydana gelmiştir. Bu sebeple hayrın, hakkın, dürüstlüğün, iyiliğin, güzelliğin hakikatleri hakikî insanlar sayısı kadar sümbül vererek kâinatta hakaik-i nisbiyenin zuhuruna vesile olmuşlardır.
Beşinci cümle:
“Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizâmı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor.”
Cenâb-ı Hak isim ve sıfatlarının tecellilerini görmek ve göstermek için kâinatı ve kâinatın içindekileri yaratmış. Cemil ismini, Rahman, Rahim, Kerim isimlerini ve diğer bütün isim ve sıfatlarını tecellî ettirerek mahlûkatını farklı ve çeşitli şekil ve tavır içinde yaratmaya ve yaşatmaya devam ediyor. İşte bu farklı tecelliler nisbî hakikatleri netice veriyor. Zıtlıklar aynasında nisbî hakikatleri teksir ederek çoğaltıyor. Zira Kudret-i İlâhiye kâinatın hamur ve çamurunu nisbî hakikatleri netice verecek şekilde yoğurmuş. Zıtları bir araya getirerek hem kudret ve gücünü tecellî ettirmiş, hem de kâinatı bir değişim kanununa tabi tutarak, her bir mahlûku için bir kemal noktası tayin edip kâinatı tekâmül kanunu ile şekillendirmiş.
Kanun ise izâfî ve itibârî bir hakikattir. Yani bir nisbî hakikattir ki, icrâcısı olduğu isim ve sıfatlara bakar. Demek ki kâinatın arasındaki nizam ve intizam bağları olan kanunlar da birer nisbî hakikattir. Allah’ın kudret, ilim ve iradesinin farklı bir tezahürü olarak görünürler. Mahlûkat arasındaki hakikî bağlar olan güzellik gibi kavramlar binlerce farklı güzel üzerinde tecellî ederek binlerce nakış bağlantıları ortaya çıkıyor.
Altıncı cümle:
“Âhirette bu nisbî emirler orada hakàik olur.”
Bu makale sınırları içinde müzakere edeceğimiz son cümle ise “Âhirette bu nisbî emirler orada hakàik olur” cümlesidir. Bu ifadeye göre, kâinat yüzünde gözüken nisbî hakikatler ahirette birer hakaik olurlar, yani daimî sabit birer hakikat olurlar.
Peki bu ne demektir? Nisbî hakikatler nasıl ahirette sabit bir hakikat olurlar?
Cevap:
Bu suali yine Cemil isminin tecellisi ile cevaplandırmaya çalışalım. Bir insan yaratılış itibari ile Cemil isminin tecellisine mazhar olur. Ancak bu tecellî nisbîdir. Yani o insana tecellî eden Cemil ismi nisbî olarak tecellî eder. Her bir insan diğer insanlardan farklı bir güzelliğe sahiptir. İşte bir insan ömrü boyunca ne kadar Cemil isminin tecellisine sahip olmuş ise, yani nisbî hakikatlere ne kadar mazhar olmuş ise, bu sahibiyet ahirette kendisi için bitmeyen bir hakikat-i sâbite olacaktır. Kendisine tecelli eden Cemil ismi, bu dünyada elde ettiği nisbî hakikatler ölçüsünde ebedî tecelli etmeye devam edecektir. Yani her kim ki Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına ne kadar mazhar olmuş ise, mazhar olduğu bu nisbî hakikatler ahirette o kişi için sabit bir hakikat olacaktır. Allah’ın Cemil ismi kişinin bu dünyada mazhar olduğu tecellî nispetinde ebedîleşecektir. Demek ki Cenâb-ı Hak bu kâinatı nisbî hakikatleri netice vermek için, ahireti de bu nisbî hakikatleri sabitleştirme ve ebedîleştirmek için yaratmış.
Son söz: Nisbî hakikatler Risâle-i Nur’un yüz keşfiyâtından birisidir.
Bu konunun anlaşılması için az da olsa bir katkımız olmuş ise bu bizim için büyük bir kazançtır. Selâm ve duâ ile.
(SON)
|
HALİL AKGÜNLER
13.11.2008
|
|
|
|