Milletin gönlünü kıran adımlar
Hatırlayacaksınız; birkaç gün önce Manisa’daki 1. Piyade Er Eğitim Tugay Komutanlığı’nda düzenlenen yemin törenine 40 yaşın altındaki başörtülü asker yakınları alınmamıştı.
Türkiye’nin birçok yerinden, Manisa’da vatani görevini yapan çocuklarının yemin törenine gelen aileler, sabahın erken saatlerinde nizamiye önünde kuyruğa geçmiş, yapılan kimlik kontrolünde 40 yaşın altında olan başörtülü bayanların içeriye girmesine izin verilmemişti. Basına yansıyan fotoğraflarda kırk yaşın altında olduğu tespit edilen hanımların, yakınlarının yemin törenini tel örgülerin arkasından seyrettiği görülüyordu. Gazetelerde ve televizyonlarda sürekli olarak bir şehidin arkasından ağlarken gördüğümüz başörtülü kadınların yemin töreninde olmaları, yakınlarına moral vermeleri uygun görülmemişti.
Oğlunu, kardeşini, yeğenini bu ülkeyi korusunlar diye askere gönderen, onları bu topraklar için şehit veren kadınlar içeriye alınmıyordu. Ancak bu fotoğrafı gören herkes, bunun kasti bir faul olduğunu anladı, çok provokatif bir uygulama olduğunu gördü. Bir kadın tel örgülerin ötesinde olsa ne, berisinde olsa ne? Tel örgülerin öte tarafında olunca rejim korunmuş, laiklik elden gitmemiş mi oluyor? Tabiî ki, burada amaç çok daha başka bir şey.
Bu topraklarda yaşayan bazı insanlar, sürekli olarak bu bölünmüşlüğün, bu ayrılmışlığın izini sürüyor. Millet, ne zaman devletini, ordusunu sevmeye başlayacak olsa bir yerlerden öyle ters bir yumruk atılıyor ki, ayrışma, kavga devam etsin isteniyor. Bu ülkede ne zaman Alevilerle Sünniler kavga etmeden yaşamaya başlasa provokatif eylemlerin ardı arkası kesilmiyor. Kürtlerle Türkler bütün gayret ve ısrarlara rağmen ayrışmadı, iç savaş çıkarmadı, birlikte yaşama kararlılığını sürdürdü. Güneydoğu’da suhulet ve barış artarak devam etme eğilimi gösterince, bir anda ortalığı germeye, çoluk çocuğa araba yaktırmaya, polis taşlatmaya başladılar. Yani ‘bu ülkedeki ayrışma, ötekileştirme devam etsin, akıl değil sinirler ipleri ele alsın’ diye. Neyse... Aslında bunlar bilinen ama bir türlü önlem alınmayan, çözüme yönelik adım atılmayan konular.
Bütün ayrıştırma işleri aslında bizim sinirlerimize oynuyor. Tıpkı Manisa’da yakınlarının yemin töreninde kadınların içeri alınmaması gibi, tıpkı arabaların kundaklanması, güvenlik güçlerine taşlı sopalı saldırılar gibi. Tıpkı Başbakan’ın gezisinde birkaç yüz kişinin ortalığı savaş alanına döndürmesi gibi. Tıpkı Aktütün’de, Dağlıca’da göstere göstere çocuklarımızın şehit edilmesi gibi.
Bu yüzden bu problemleri çözmek, ayrıştırmayı, bölüştürmeyi önlemek için önce her ne pahasına olursa olsun sinirlerimizle değil aklımızla hareket etmekten vazgeçmememiz gerekiyor. Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e öğütlerini bir kere daha hatırlamak ve hiç unutmamakta çok büyük yarar var: “Ey oğul! Beysin; bundan sonra öfke bize, uysallık sana, güceniklik bize gönül almak sana, suçlamak bize, katlanmak sana, acizlik bize yanılgı bize, hoş görmek sana, geçimsizlik, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana. Kötü söz şom ağız haksız yorum bize, bağışlamak sana. Ey oğul! Bölmek bize, bütünlemek sana, üşengeçlik bize, uyarmak gayretlendirmek sana, şekillendirmek sana. Ey oğul; sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma: İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul! İşin ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah yardımcın olsun.”
Devletin en tepesinde bulunanlar bu ayrıştırmayı, bu bölüştürmeyi, sinirlenmeden, ancak akılla bertaraf edebilirler. Sinirle konuşmamayı öğrendiğimizde çok büyük mesafe kat etmiş olacağız.
Ayrıca Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un, Manisa’daki gibi ordu içinde milletin gönlünü kıracak bu tür eylemlere karşı çok daha dikkatli olacağını tahmin ediyorum.
Mehmet Kamış, Zaman, 12.11.2008
|
13.11.2008
|
|
Yatar Diyarbakır Cezaevinde
Son dönemde olan bitenden sonra bölgenin nabzını tutmak amacıyla Güneydoğu’dayım.
Amacım bölgede yaşayan halkla, STK’larla, gazetecilerle, siyasetçilerle konuşup onların görüşlerini de ekrana taşımaktı.
Ancak gelir gelmez yaptığım söyleşilerle bir başka fotoğrafın vahameti beni çok etkiledi.
Kürt çocukların durumu...
İlk olarak 28 Mart 2006’da Diyarbakır’da patlak veren olaylarda gelen görüntülerdeki farklılık dikkatimi çekmişti.
Göstericilerin büyük çoğunluğu çocuklardan oluşuyordu.
Bölgede görevli gazeteci arkadaşlara telefon açtığımda onlar da şaşkınlık içindeydi.
“İlk kez böylesi bir fotoğrafla karşılaşıyoruz. Yüzlerce çocuk her yere saldırıyor. DTP’liler bu çocuklara söz geçiremiyor. Roj TV kameramanı bile dayak yedi...”
Yaşanan bir sosyal patlamaydı.
Diyarbakır’da 18 yaş altında 200 bin çocuk var.
Ortalama altı çocuklu ailelerin olduğu bu demografik yapıda gelir düzeyini, işsizliği, eğitimsizliği ve hemen her evde bulunan TV’lerdeki kaliteli(!) programların yarattığı etkiyi üst üste koyunca nasıl bir profil ve potansiyelle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlarsınız.
Özellikle Öcalan’a dönük işkence iddialarından sonra 18 Ekim’de başlayan olaylarda sadece Diyarbakır’da 377 gözaltı oldu. İHD kaynaklarına göre bu insanlardan 145’i tutuklandı.
Tutuklananlardan 16 tanesi çocuk... İlkokul öğrencisi...
28 Mart 2006’da ise 91 çocuk tutuklanmıştı.
Bölgedeki avukatlar, yaptıkları görüşmelerde emniyette ve tutukevinde bu çocuklara kötü muamele hatta işkence yapıldığını öne sürüyorlar.
Meselenin siyasi boyutu bir yana bence hem DTP hem AKP bu sosyal boyuta odaklanmalılar.
“80’li yıllarda Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar olmasaydı PKK bu denli güçlü olamazdı...” yorumuna katılmayan biri var mı?
Siz bu satırları okurken Güneydoğu’daki cezaevlerinde “terör örgütü üyesi” olmak suçuyla yatan onlarca ilkokul öğrencisi var.
Bu çocuklar hangi koşullarda? Kimlerle beraber kalıyorlar? İlgisi olan var mı?
O çocuklar yarın salıverildiğinde ne olacak?
Sadece Diyarbakır’da yaşayan on binlerce çocuk bu potansiyeli taşımıyor mu?
Yeni TCK’nın 314 ve 220. maddelerine göre ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun yukarıda anlattığım 28 Mart olaylarından sonra aldığı kararla bu çocukların tamamı yarın benzeri bir gösteride “terör örgütü üyesi” olarak değerlendirilmeyecek mi?
Bu tablo herkesin sorunudur. Bu tablodan herkes sorumludur...
erdar Akinan, Akşam, 12.11.2008
|
13.11.2008
|