"Gerçekten" haber verir 13 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Ekonomik kriz, Papa ve ilâhî uyarı

Papa 16. Benediktus’un, Vatikan’da “Piskoposlar Sinodu” toplantısının açılışında dünyanın en büyük gündemi olan, “ekonomi kriz”i kendine has yorumlarla değerlendirmesi, birçok çevrede şaşkınlık meydana getirdi.

Zira Papa; “Yaşanan krizin maddiyata bel bağlamanın yanlışlığını ortaya koyduğunu” belirtmiş, “Hayatlarını sadece başarı, kariyer ve para gibi gözle görülür ve hissedilebilir şeyler üzerine bina edenler, evlerini kum üzerine kurmuşlardır. Gerçekmiş gibi görünen bu şeyler eninde sonunda geçip gidecektir” sözleriyle modern zihin yapısına aykırı fikirler beyan ederek; “Küresel kriz ilahi bir uyarıdır”, demiştir.

Gördüğüm kadarıyla Müslüman muhafazakâr kesimden de bu sözleri garipseyenler çıktı. Onlar, kendilerini son dönemlerde “Paranın dini ve ideolojisi olmaz, varsa yoksa liberal ekonomi” gibi küresel (!) söylemlere kaptırmış kişiler.

Yoksa krizin “ilahî uyarı” olarak anlamlandırılması, İslâm’ın “sünnettullah” konsepti perspektifinden değerlendirildiğinde, garip bir durum değildir. Bunu garipseyen, “tanrı”ya inanan ama “tanrı”yı tarihin akışına müdahale etmeyen üstün bir güç olarak tasavvur eden modern zihin yapısıdır, şaşkınlığın kaynağı ise yanlış “tanrı algısı”ndan neşet etmektedir.

Kur’an perspektifinden meseleye baktığımızda Cenab-ı Hak doğanın ve tarihin devinimine yön veren tek Mutlak Güç’tür. Bunu da koyduğu yasalarla yapar.

Kozmik yasalar (Sünen el-Kevniyye) da, tarihi süreç içinde toplumlara uygulanan sosyolojik yasalar da, o Mutlak Güç’e tabidir. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın (c.c.) kâinat ve insan hayatına dair koyduğu kanunları, bir diğer ifadeyle O’nun varlık alemiyle temâsındaki âdetini; “sünnetullah” diye isimlendirir. Buna göre varlık âleminde doğaya ve insana taalluk eden olaylar bu yasalar çerçevesinde meydana gelir.

Geçmiş kavimlerin haberleri bu sünnetullahın nasıl işlediğini anlayalım, onlardan dersler çıkaralım ve rotamızı ona göre belirleyelim diye anlatılır, Kur’an’da.

Milletler içinden bazı milletlerin yükselmesi, güçlenmesi ve büyük medeniyetler kurması tesadüf? değildir. Yükselişi yöneten kanunlar vardır. Yükselen medeniyetlerin daha sonra tekrar inişe geçmesi de tesadüfi değildir, bir takım etmenlere bağlıdır. Özetle, yükselişi ve inişi belirleyen kanunlar, Allah’ın toplumları yönetme yöntemidir.

“Sizden önce nice (milletler hakkında) ilâhî kanunlar gelip geçmiştir. Onun için, yeryüzünde gezin dolaşın da (Allah’ın âyetlerini)yalan sayanların akıbeti ne olmuş, görün!” (Âl-i İmrân: 137) ilâhî buyruğu, dikkatlerimizi bu gerçeğe yöneltir.

Aslında konu geniş. Ama ne oldu da günümüz müslümanlarının özellikle de eğitimli olanlarının önemli bir bölümü sosyo-politik ve sosyo-ekono-mik olayları anlamlandırırken “Allah yokmuş!”, “sünnetullah işlemiyormuş!” gibi okumalar yapabiliyor, biraz bunun üzerinde kafa yormamız gerekir diye düşünüyorum.

Buradan kastettiğim her toplumsal olay analizinin altına gelişigüzel âyet ve hadisleri serpiştirme ucuzluğu değildir kuşkusuz. Küllî meselelere küllî perspektiften yaklaşabilme; tarihi okumalar yaparken Kur'an'ın tarih konseptini önemseyerek yapma hassasiyetidir, anlatmak istediğimiz.

Meselâ, Kur’an âyetleri damıtılarak elde edilen şu hüküm cümlesi böylesi küllî bir kanuna işaret eder: “El-Mulku yebgâ mal kufrîve lâ yabgâ ma zulmi”, yani “Hâkimiyet/egemenlik/yönetim küfürle devam edebilir ancak zulümle devam etmez”. Tarih bu hükmün en önemli tanığı değil midir? Zulümle ilelebet payidar kalmış tek bir medeniyet var mıdır?

Yoktur, olamaz da. Mülkün temeli adalettir, adalet devam ettiği müddetçe mülk de devam edecektir. Bu ilâhî bir yasadır. Adalet değil de zulüm kâim olduğunda krizler ilâhi bir uyarı olarak kapımıza dayanacaktır.

Neden zulümle âbâd olunmaz?

Olunmaz, çünkü; zulmün hâkim olduğu bir yerde mutlaka değişim talepleri, adalet arayışları olacaktır. Değişim talepleri toplumsal krizleri bünyesinde barındırır. Hâlinden memnun olmayan kitleler bu arayışlarını tatmin olacakları bir sistem bulana kadar devam ettireceklerdir.

Buradan günümüz ekonomik krizine gelelim. Daha önce de yazdım, bu kriz ekonomik olmaktan çok sistem krizidir. Özellikle de 11 Eylül olaylarından sonra ahlâkî söylem üstünlüğünü kaybeden sistemin krizidir. Adalet, insan hakları, demokrasi maskesini takan, ama; insan hafsalasını zorlayacak düzeyde zulümler irtikâb eden bir sistemin krizi..

Ürettiğinden çok fazlasını tüketen, hukuk terazisinin kantarını Guantanamo Bay’da, dünya geneline yaydığı gizli işkencehânelerde, Ebu Gu-reyb’lerde yitiren, “Might is right” -güçlü haklıdır- mantığının hâkim olduğu bir süper gücün âbâd olması, sosyolojik ilâhî yasalara aykırıdır.

Bilimsel analizler bu çöküşün nasıllığını açıklayacaktır. Bu nasıllık da bu yasalar çerçevesinde meydana gelir elbet. Birçok müslüman ilahiyatçı, modern paradigmaya ters düşüyor diye bunu dillendirmekten çekinirken, Papa bir gerçeğe sadece parmak basmıştır.

Vakit, 12.10.2008

Serdar Demirel

13.10.2008


Ordu neden eleştiriliyor?

Günlerden beri sürdürülen yayınları, bazılarının ileri sürdüğü gibi, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma amaçlı saldırılar” saymıyoruz.

Hiç kuşkusuz kötü niyetliler de olabilir eleştirenler arasında, ancak pek çok eleştiri sahibinin bunu yaparken ne kadar rahatsızlık duyduğu yazılarına bile siniyor. Aklı başında hiç kimse ordusunun ele güne karşı zayıf görünmesini istemez.

Ortada eleştiriyi hak eden bir durum olmazsa eleştiriye kulak veren de çıkmaz zaten; bugünkü sorun, TSK söz konusu olduğunda, bir şeylerin yanlış gitmesiyle ilintili. Yanlış giden şey, tek bir kişiyle -diyelim görevini aksatan bir komutan ile- ilgili olsaydı, yapılacak şey belliydi: Komutan istifa eder ya da istifaya zorlanır, hiçbir şey olmamış gibi yola devam edilirdi. Oysa, pek çok belirtiden kurumsal bir ‘sorun’ ile karşı karşıya olduğumuz çok belli. Bir komutanın yanlışlığına kurumun sahip çıkması, kurumsal açıklamalardan tatmin hissi duyulmaması, bu gerçeğe işaret ediyor.

Herhalde alınan savaş eğitiminden kaynaklanmıyor bu durum. Türk ordusunun çevredeki herhangi bir ülkenin ordusuyla savaşması gerekse, çatışmadan üstün gelen taraf olarak çıkacağına kuşku duymamız için bir sebep yok. Vatanı düşmanlardan koruma noktasında askerî yönden bir zaaf yaşanmayacağına, her şeye rağmen, emin olabiliyoruz.

Sorun başka yerden kaynaklanıyor ve eğer derhal çaresine bakılmazsa, şimdilerde yalnızca yönetsel yönden alınan alarm sinyalleri, ileride ordunun esas görev alanında da olumsuz etkisini gösterebilir. Dünyanın her ülkesinde küçüklü-büyüklü ordular var. TSK silâh ve asker gücü bakımından dünyanın üçüncü büyük ordusu. Askerliğin belli yaştaki her erkeğe zorunlu olduğu az sayıdaki ülkelerden biriyiz. Bu yüzden de TSK hem gözümüzün bebeği, hem de gözümüzün üstünde olduğu bir kurum; orada işlerin nasıl gittiği hepimizi bir biçimde ilgilendiriyor.

Bu ilgi son 50 yılda başka bir sebepten daha da arttı: Türk demokrasisine müdahale ordudan geliyor da ondan... Biri hiyerarşiye aldırmayan (1960), ikisi emir-komuta zinciri içerisinde (1971 ve 1980), sonuncusu post-modern bir yöntemle (1997) tam dört askerî müdahale yaşandı ülkemizde. Geçen yıl, cumhurbaşkanı seçimi sürecine, yayınladığı e-muhtıra ile dahil olma girişiminde bulundu TSK. Anayasa Mahkemesi’nden çıkan bazı kararları da ordunun etkisine bağlama eğilimine girdi toplum. Ortalığa saçılan belgelere bakılırsa, 2004 yılı dolaylarında iki ciddi darbe niyeti de akamete uğramış...

İlk çağlardaki Sun Tzu’dan Prusyalı Carl von Clausewitz’e ondan da günümüzün Samuel Huntington’una kadar bütün stratejistler, siyasetin ordular üzerindeki çürütücü etkisine dikkat çekmekten geri durmamışlardır. TSK komuta kademesinin bu değerlendirmelerden habersiz olması beklenemez. Bilindiği halde siyasetin kıyısında dolaşılması, 20. yüzyılın 3. Dünya ülkeleri ordularına biçtiği ekstra görev dolayısıyladır: Toplumun siyasetçiler eliyle yanlış istikamete yönlendirilmesi tehlikesine karşı durma ve tehlike hayata geçme aşamasına girmişse müdahale etme görevi...

Asli görevi yerine ekstra görevine daha fazla önem vermeye başladığında bir ordu, yanlışlıklara doğru sürüklenmeye başlar. Bugün karşımıza çıkan tablonun bir sebebi budur.

20. yüzyılı çoktan geride bıraktık ve Türkiye bir ‘3. Dünya’ ülkesi değil. Günümüz Türkiye’sinde siyaset kendi alanında demokratik kuralları çalıştırıyor; toplumumuz da birilerinin ele geçirdiği iktidarı kötüye kullanmasına izin vermeyecek olgunlukta... Türkiye’nin uluslararası bağlantıları da demokrasi limanına sımsıkı bağlı kalmasını garanti ediyor zaten. Roma İmparatorluğu’nun ‘Praetorian Guards’ı gibi ayrı bir ‘özel koruma kalkanı’na ihtiyaç yok bugün.

TSK asıl görevine sımsıkı sarılırsa kendisinden bekleneni daha iyi yapacak; o durumda da, eleştirme ne kelime, gözbebeğimiz gibi üzerine titrenecek bir kurum olmayı hakkıyla sürdürecektir.

Yeni Şafak, 12.10.2008

Fehmi Koru

13.10.2008


Sayın Başbakan, yoksa teslim olma sırası sizde mi?

Hiç değişmiyor, yine eski plak çalıyor, deniyor ki: PKK ve terörle mücadelede yeni yetkilere ihtiyaç var.

Deniyor ki:

‘AB yasaları’yla bu iş gitmiyor.

Deniyor ki:

Yasal düzenlemeler şart!

Deniyor ki:

Gözaltı süresini uzatmak lazım.

Olabilir.

Ama bana hiç ama hiç inandırıcı gelmiyor bütün bunlar.

Yasaların Türkiye’de, hele özellikle Güneydoğu, PKK ve terörle mücadele söz konusu olduğunda, bugüne kadar herhangi bir engel oluşturduğuna, engel oluşturabileceğine hiç ihtimal vermedim, vermiyorum da.

Güneydoğu’da yasalar, çat kapı bir haneye girilmesine, pat diye bir eve baskın yapılmasına engel olabilir mi?

Güneydoğu’da yasalar, araç kontrollerinde engel oluşturabilir mi?

Güneydoğu’da yasalar, vatandaşların üzerlerinin istenildiği gibi aranmasına engel olabilir mi?

Güneydoğu’da yasalar, vatandaşların pat diye karakola çekilmesine engel olabilir mi?

Güneydoğu’da yasalar, dağ başında neye engel olabilir ki?

Güneydoğu’yu bilen, o bölgede kelle koltukta görev yapan askeri de, polisi de elini şöyle bir vicdanına koyup bu soruların karşılıklarını düşünsün.

Geçmişte de yasalar vardı.

Ama o yasalar, örneğin 1990’larda Güneydoğu’da faili meçhullere mi engel oluşturdu?

İşkencelere mi engel olabildi?

Yargısız infazları mı önledi?

Ev baskınlarını, köy baskınlarını mı engelledi?

Hiçbiri olmadı.

Onun içindir ki:

Çalınan eski plak çok itici!

Yeni yetkilere, yeni yasal düzenlemelere, gözaltı sürelerine, sorguda avukata, yani ‘AB koşulları’na ilişkin istek ve yakınmalar bana pek öyle inandırıcı gelmiyor.

Terörle mücadele konusunda eğer Ankara’da gerçekten ‘yeni bir yol haritası’ çizilmek isteniyorsa, ‘eski plaklar’ın kaldırılıp atılması lazım.

Bunlar çok dinlendi.

Artık yeni bir şeyler çalma zamanı!

‘Eskiler’den gına geldi.

Hatırlayın:

Demirel ‘Kürt realitesi’ demişti.

Çiller ‘Bask modeli’ demişti.

Yılmaz ‘AB yolu Diyarbakır’dan geçer’ demişti.

Dediler de ne oldu?

Ne değişti? Hiçbir şey!

Siz, Sayın Başbakan;

2005’de ‘Kürt sorunu’ dediniz Diyarbakır’da. Yani meselenin adını koyma cesaretini gösterdiniz.

Bununla yetinmediniz.

“Bu sorun bizim de sorunumuz” dediniz.

Yetinmediniz.

“Devletin de hataları oldu” dediniz.

Yürekli bir çıkıştı.

Üç yıl geçti aradan.

Değişen bir şey var mı?..

Yoksa teslim olma sırası sizde mi?

Milliyet, 12.10.2008

Hasan Cemal

13.10.2008


Askeri sürekli gündemde tutmak

Türkiye parti genel merkezlerinde bir genelkurmay başkanını görmeye pek alışık değil. İlker Başbuğ Paşa’yı CHP ve MHP’de görüverince şaşıranlar oldu.

Hemen itiraz etmeyin, altında bit yeniği aramıyorum, masum olduğunu biliyorum, iade-i ziyaretten ibaret olduğunun farkındayım. Başbuğ’un her iki partinin lideriyle de görüşmesi bir saatten fazla sürdü. Olağan bir ziyaret için uzun bir süre. Neler konuştuklarını tahmin etmek zor değil, herhalde terör saldırılarını konuşmuşlardır. Benim merak ettiğim, acaba askerin terörle mücadele için hükümetten talep ettiği yasa değişiklikleri gündeme geldi mi? Eğer Başbuğ muhalefet liderleriyle ‘yasal düzenlemeleri’ konuştuysa Anayasa’nın kendisine tanıdığı görev alanının dışına çıkmış demektir. Bu açıkça siyaset yapma anlamına gelir ki mevzuata göre suçtur. Siyasi iradeden beklentilerini hükümete, Meclis’ten isteklerini de Meclis Başkanı’na iletebilir. Kulis yapmak Genelkurmay başkanlarının işi değil.

Başbuğ’un kurallara karşı hassasiyeti dikkate alındığında parti amblemleri altında üniformalı genel merkez görüntülerinin insani nedenlerden kaynaklansa da pek şık durmadığı söylenebilir. Bugünlerde Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklamalarına yansıyan bazı gariplikler gözden kaçmıyor. Sözgelimi Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu hakkındaki golf haberlerine açıklık getirmek isterken komutanı daha da zor durumda bırakacak açıklama yaptı. Açıkça ‘Hava operasyonlarını koordine ettim’ diyen Babaoğlu’nu yalanladı. Resmî açıklamaya göre komutanın şehitlerden 30 saat sonra haberdar olmuş. Bu Babaoğlu’na dönük tepkileri daha da artırdı. Doğrusu Genelkurmay açıklaması zihinleri bulandırdı ve bazı soru işaretlerine neden oldu. Benim aklımı kurcalıyor; bu bir iletişim kazası mı yoksa işin içinde başka iş mi var?

Açıklamalardan Hasan Iğsız Paşa da nasibini aldı. İnternet sitesinde duyurulan yazılı açıklama değil bu bir düzeltme. Malum, Aktütün baskınının ardından Genelkurmay İkinci Başkanı Iğsız karargâha çağırdığı medya mensuplarına karara rağmen aralarında Aktütün’ün bulunduğu karakolların mali nedenlerden dolayı taşınmasının geciktiğini söylemişti. Önceki gün Genelkurmay İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Iğsız Paşa’nın sözlerini düzeltme gereği duydu, buna ‘tekzip etti’ de diyebiliriz. Gürak net ifadelerle ‘Mali kaynak sorunumuz yoktur’ dedi. Komutanların sözlerinin açıklamalarla düzeltilmesi daha az konuşmaları gerektiğini de gösteriyor.

Askerle başlamışken devam edelim... Ankara’da Genelkurmay’ın talepleri tartışılıyor... Terörle Mücadele Yasası’ndaki değişiklik istekleri konuşuluyor her yerde. Bu taleplerin Aktütün baskınıyla birebir ilgisi yok, Diyarbakır saldırısıyla da irtibatlı değil. Günler, hatta haftalar öncesine dayanıyor. İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturur oturmaz bir talep listesi oluşturdu. Terörle Mücadele Yasası’ndaki değişiklik bunlardan birisi.

Askerin şu an için doğrudan OHAL talebi yok. Ancak talep ettiği yasal düzenlemeler OHAL uygulamalarına kapı aralıyor. Eğer bu yol açılırsa bölge kısa sürede tekrar olağanüstü hale dönüşür. Bu ihtimal kimilerini derin endişeye sevk ederken demokrasi dışı yöntemde sakınca görmeyenler olabilir. Nitekim var. Bunu açıkça söylemekten de geri durmuyorlar. Ben derin kaygı duyanlardanım, hiçbir çözüm getirmiyor çünkü, sorunu halletmiyor, aksine daha da ağırlaştırıyor. Bölücü terörle mücadelede 25 yıllık birikime sahip bir ülkeyiz. Hemen her yol denendi. Sıkıyönetim de olağanüstü hal de uygulandı. Sonuç ortada. Ne dağlar teröristten temizlenebildi ne de örgütün operasyon yeteneği kırılabildi. Güvenlik kuvvetlerinin etkisiz hale getirdiği militanların yerini yenileri alıyor, dağa çıkışın da önü bir türlü kesilemedi. Bunun başka bir çaresi olmalı.

Askerin olağan dışı görüntü ve taleplerle gündeme gelmesi kurum olarak TSK’yı fena halde yıpratıyor. Umarım Genelkurmay Başkanı bunun farkındadır ve gereğini yapar. TSK’yı tartışmaların dışında tutar...

Zaman, 12.10.2008

Mustafa Ünal

13.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır