Evet, Başbakan Erdoğan yanlış yaptı.
Deniz Feneri olayıyla başlattığı ‘medya kavgası’nda basın özgürlüğü ve demokrasi kültürü derslerinden aldığı kırık notlarla sınıfta kaldı.
Üstelik Türkiye’yi gerdi.
Türkiye’nin gerçek gündemini şaşırtıcı, istikrarsızlığı körükleyici bir yörüngeye girdi.
Bunlar yanlıştı.
Üç haftadır neredeyse her Allah’ın günü bu açılardan eleştirel yazılar yazdım bu köşede.
Başbakan Erdoğan’ın eğer demokrasi, hukuk devleti, kalkınma ve AB gibi bu ülkenin temel hedeflerinde gerçekten samimiyse, o zaman basın özgürlüğünü, gazeteci milletine tahammülü ve yolsuzluklarla mücadeleyi çok daha ciddiye alması gerektiğini belirttim.
Bunları yazarken elbette bir noktayı unutmadım. Bizim mesleğin halleri de aklımdaydı. Başbakan’ı eleştirirken, siyaseti eleştirirken, medyanın durumu göz ardı edilemezdi.
Medyada kalite çıtasını ne kadar yükseğe çekebilirsek, siyasetin kalite çıtası da o kadar yükselirdi.
Yıllardır böyle düşünüyorum.
Siyasete dönük olarak yaptığımız eleştirilerin ne kadarını kendi içimizde kendi mesleğimize ve bir kurum olarak medyaya dönük olarak yapabildik, yapabiliyoruz sorusunun yanıtı kesinlikle olumlu değildir.
Bizim de özeleştiri geleneğimiz yok. Gazeteci milleti de kendini eleştirmekten hoşlanmıyor.
Bu ülkede demokrasinin kolu kanadı kırılmışsa, hukuk guguka çevrilmişse, insan hakları ve özgürlükler düzeni geri kalmışsa, medyanın rolü bunda büyüktür.
Demokrasiye ne kadar sahip çıktık?
Darbelere ne kadar karşı durduk?
Askeri müdahalelerde rolümüz neydi? Askeri otoritenin seçilmiş sivil otoriteye tabi olması konusundaki demokrasi ilkesini bugüne dek ne kadar savunduk?
Siyasete karşı, devlete karşı olduğu gibi, iş dünyasına dönük mesafemizi de ayarlayabildik mi? İş dünyasının çıkarlarıyla bizim meslek ilkeleri karşı karşıya geldiğinde hangi taraf genellikle ağır bastı?
Bu ülkede genel olarak medyanın, basının ve gazeteci milletinin bu sorulara ilişkin sicilinin kırıklarla dolu olduğunu biliyorum.
Seneye bu meslekte kırkıncı yılım.
Ama hâlâ kendime de, gazeteci milletine de arada bir seslenmek ihtiyacını hissediyorum. Bizim de bir mesleğimiz var, gazetecilik. Ve bu mesleğin evrensel ilkeleri var; bunun ne kadar farkındayız? Temel ilke ve kurallarıyla birlikte bu mesleğe sahip çıkabilmeliyiz; tüm ‘güç odakları’na karşı bunu yapabilmeliyiz. Devletteki, siyasetteki, iş dünyasındaki ‘iktidar merkezleri’ne karşı da gazeteciliğin bağımsızlığını başımız dik olarak koruyabilmeliyiz.
Bir önemli nokta daha var:
Patronlarla ilişkilerimiz...
Kendi patronlarımıza karşı da gazeteciliğin ne olup ne olmadığını bugüne kadar doğru dürüst savunabildiğimizi sanmıyorum. Bu konuda yalnız patronların değil, bizim de kırık notlarımız var.
Bunu hiç unutmayalım.
Amerikan kapitaliziminin basındaki amiral gemisi sayılan The Wall Street Journal gazetesi geçen yıl satılırken, gazete yöneticileri yeni patronla bir editoryal anlaşma yaptılar(*). Anlaşma, 106 yıllık bağımsız gazetecilik geleneği konusundaki titizliği yansıtıyordu.
Bazı noktalar şöyle özetlenebilirdi:
(1) Gazete sahibinin gazete dışındaki iş çıkarlarıyla, gazete yönetimi ve gazetecilik faaliyeti arasında duvar çekilecekti.
(2) “Gazete sahibinin iş çıkarları da, başka alanlardaki faaliyetleri de, gazete tarafından düzgün ve dürüst olarak haber ve yorum çerçevesinde izlenecek”ti.
(3) Gazetecilik faaliyetlerinin herhangi bir gizli gündemi olamayacaktı.
(4) “Bu gazetede yapılan analizler, gazete sahibinin, reklam verenlerin, haber kaynaklarının tercihlerini değil, bu gazetenin bağımsız yargılarını yansıtacak”tı.
(5) Bütün bunların işleyişi, çalışma ilke ve kuralları titizlikle belirlenen beş kişilik bir komite tarafından sağlanacaktı.
Lütfen dudak bükmeyin!
Düşünmeye çalışın bu konuları.
Çünkü bunlar yok bizde .
Var mı böyle editoryal anlaşmalar? Gazeteler patron değiştirirken hiç aklımıza geldi mi böyle ilkeli anlaşmalar yapmak?
Yeni atanmış genel yayın yönetmeni olarak patronun karşısına otururken, bizim gazetecilik mesleğinin bağımsızlığıyla, evrensel ilkeleriyle ilgili konuları gündeme getirdik mi?
Bunları patronla konuştuk mu?
Ya da gazete içinde haber ve yorum bölümleriyle finans, reklam, pazarlama, promosyon gibi öteki bölümler arasına bir duvar çekilmesinin gazetecilik mesleği açısından, bağımsız gazeteciliğin işleyişi açısından önemine ne kadar dikkat çektik?
Hatta böyle bir duvarı, gazetenin haber ve yorum bölümleri arasında çekmek aklımıza ne kadar geldi? ‘Okur temsilcileri’miz var, iyi de oldu. Ama bu konuda ne kadar titizlendik? Örneğin, okur temsilcilerinin kalite kontrolu yaptıkları gazetelerin maaşlı çalışanları olamayacağını düşündük mü?
Uzun lafın kısası:
Gazeteci milleti, siyaseti eleştirirken kendi hallerine de bakmalı, kalite kontrolu konusunda çok daha fazla düşünmeli.
Daha önce de söylemiştim:
Medya adam olmadan, demokrasi adam olmaz!
Ayrıntılar için bu köşede çıkan 6,7,8 Aralık 2007 tarihli yazılarıma bakılabilir.
Milliyet, 25.9.2008
|