|
|
|
Neden ihale yapılmıyor? |
“Neden bugüne kadar devlete önemli bir gelir sağlayacak olmasına rağmen frekans ihalesi yapılmadı?” diye soran Nazlı Ilıcak, “Doğan grubunun Star TV ihalesine de katılamaması gerekirdi” dedi. Ilıcak'ın bir sorusu da şu: “Anayasa Mahkemesinin iptaliyle kanunda doğan boşluk niçin 6 yıldır doldurulmadı?”
Hükûmete şunu sormak isterim: Neden bugüne kadar devlete önemli bir gelir sağlayacak olmasına rağmen frekans ihalesi yapılmadı?
Hatırlatalım: 1994’te yürürlüğe giren RTÜK yasası ile, yayıncılar, Türkiye’de karasal vericiler kurmaya ve yasal olarak yayın yapmaya hak kazandılar. Radyo televizyon tekeli böylece kırılmış oldu. 6 ay içinde frekans ihalesi açılmalıydı. Üst Kurul bir yönetmelik hazırladı. İhale açıldı; 16’sı ulusal, gerisi yerel olmak üzere, yayında bulunan bütün radyo ve televizyonlar başvurularını yaptılar. İhale önce yerel televizyonlardan başladı. Ama şirket ortaklarından güvenlik belgesi istenmesine karar verildiği için, iş uzadı, tavsadı. Ulusal yayın yapanlar için de beklenen ihale açılamadı. Hepsinin canına minnet. Bir süre daha devletin frekansını bedava kullanacaklardı.
2000 yılında yeniden frekans ihalesi kararı alındı. Ama Danıştay, “İhaleye, sadece, evvelce müracaat eden 16 ulusal kanal ve yerel kanallar değil, herkes girebilir” dedi, bu şekilde bir şartname hazırlanması için frekans ihalesini iptâl etti.
Frekans ihalesinin yapılmaması, medya patronlarının işine geliyordu; çünkü, bedava olarak kullandıkları karasal yayın hakkı için devlete milyonlarca dolar para ödemeleri gerekecekti. Öte yandan analog sistemden dijitale geçildikçe frekans değerinin de düştüğünü hatırlatalım. Eski hükûmetlerin “ ihmalini” AK Parti de sürdürdü.
HÜKûMETLERİN “İHMALİ”
Tekelleşme gerekçesiyle CNN Türk’e frekans verilmek istenmeyebilir. Ama nerede bunun yasal dayanağı? Aslında Doğan medya grubunun Star TV ihalesine de katılamaması gerekirdi. Fakat yasal dayanak bulunmadığı için engellenemedi. Anayasa Mahkemesi’nin iptâliyle, Radyo Televizyon Kanunu’nda doğan boşluğu niçin 6 yıldır doldurmuyorsunuz diye hükûmete sormak lazım.
Hatırlayalım: Eski kanunda, bir kişi, bir yayın kuruluşunda ancak % 20 hisseye sahip olabilirdi. Büyük medya kuruluşlarının baskısıyla, Ecevit Hükûmeti döneminde, % 20 ortaklık payı, % 20 izlenme payı olarak değiştirildi ve daha da önemlisi, televizyon sahiplerini kamu ihalelerine girmekten men eden madde kanundan çıkarıldı. Anayasa Mahkemesi, % 20 izlenme payının tekelleşmeye yol açabileceği gerekçesiyle, yasanın ilgili maddelerini iptâl etti; Parlamento’dan boşluğun doldurulmasını istedi. Çünkü, sahipliği sınırlayan hükümler tamamen ortadan kalkmıştı. AK Parti Hükûmeti, 6 yıldır ne bu boşluğu doldurdu, ne de radyo televizyon sahiplerine kamu ihale yasağı getirdi.
Yılların biriktirdiği ihmal ve kusurların acısını çekiyoruz.
Sabah, 9.9.2008
|
Nazlı Ilıcak
10.09.2008
|
|
|
Erdoğan ve Doğan |
Bunların istekleri bitmez. Bunlara elini veren kolunu kurtaramaz! Tayyip Erdoğan da başta bunlarla ilişkiye girerken hata yaptı. Başbakan olur olmaz kabineyi toplayıp Aydın Doğan’ın Kelkit’teki organik tarım tesisinin açılışına gitti...
Star Televizyonu’nu Aydın Doğan’ın almasına göz yumdu. Oysa bunları yapmamalıydı. Bunlar ilişkileri “saygı çerçevesinde” götüremezler.
Çünkü bunların saati sürekli almaya ayarlıdır. “Hayır” denildiğinde ise gazetelerini televizyonlarını silah gibi kullanırlar.
Bugün, 9.9.2008
|
Nuh Gönültaş
10.09.2008
|
|
|
Basın, basın olmalı, şantaj çetesi değil! |
Meydan Savaşı bütün hızıyla devam ediyor. Biliyorum, bu yaşanmakta olanlardan büyük bir rahatsızlık duyuyorsunuz. Bu duygularınızı aynen paylaşıyorum... Fakat madem Pandora’nın Kutusu bir kere açıldı, artık konuşmaktan kaçınamayız.
Sevgili Dostlar, Başbakan Erdoğan ve Aydın Doğan tarafından ortaya atılan iddiaların doğruluk payları bir yana - yaşanan olay, hiç ama hiç hoş değildir. 1. Kuvvet ile 4. Kuvvet arasındaki denge, bu şekilde kurulmaz. Kurulmamalıdır.
Önce birinci yanlıştan yola çıkalım: Gelişmiş ülkelerde, basın, bir çeşit müfettiş makamıdır. İcra makamını teftiş etmeye yarar. Halk adına denetleme görevini yerine getirir. Türkiye’de ise ne yazık ki bunun tamamen tersi bir durum yaşanmaktadır. Bizde - devlet genelinde, müfettişleri icra makamına getirirler. Bir de bakarsınız ki, atanmışlar, seçilmişlerin üzerinde bir pozisyonda olduklarını vehmederler.
Basın sektörümüzdeki durum da kısmen bu şekilde cereyan etmektedir. Hâl böyle olduğu zaman, basın, basın olmaktan çıkar. Şantaj Çetesi’ne dönüşür.
Kanımca, Aydın Doğan da, işadamı olmanın gerekleri ile basın özgürlüğünü birbirine karıştırmaktadır. Türkiye’deki sorun’un özü budur.
Bu Kavga’nın sonunda kamuoyu ne düşünecek?
Basın, klasik anlamda bir business değildir. Entegre bir business olarak da değerlendirilemez. Basın, başlıbaşına bir tesir sahası olan etik bir kuvvet’tir. Eğer, medya patronu başka işlerle de iştigal ediyorsa, o işlerin medya işi’ne bulaştırılmaması gerekir. Bence, Kavga’daki ikinci yanlış, üslup ile ilgilidir. Dikkatli olmak gerekir. Bu memlekete hükümet de lâzımdır... Özgür basın da lâzımdır. Her kavgada, birisi galip gelir. Barış, mağlubun galibin şartlarını kabul etmesidir. Sesler kesildiği zaman, kamuoyunun kafasından ne geçecektir? Haaa, demek ki anlaştılar...
Bu tür işlerin kesin bir galibi olmaz. Hayırlı sonuçlar doğurmaz. Kamuoyundaki itibar açısından, Kavga’ya bulaşan her iki taraf da hasar görür.
BU KADAR BÜYÜTMEDEN
SÜKûNETLE ÇÖZÜLEBİLİRDİ
Ben, her iki tarafın da olayın kontrolunu kaçırdıklarını düşünüyorum. Söz gelimi Başbakan Erdoğan, kendisi ön plana çıkmadan başkalarını Kavga’ya sokmalıydı...
Bu kadar alıngan ve tepkisel olmayabilir - oturduğu mevkiyi göz önünde bulundurarak kendisi devreye girmeyebilirdi.
Aydın Doğan da ahlâk-mahlâk, sicil-micil gibi polemiklere girmeden, “Medya olarak görevmizi yerine getirmemiz yadırganmamalı” diyerek işi uzatmadan kenara çekilebilirdi. Peki bu olay nasıl çözülür? Kavga, nasıl biter?
Bana göre iki ihtimalden biri gerçekleşir:
1- Medyanın yüzde 50’sini elinde bulunduran Grup ile Hükümet, peşrevden güreşe geçerler. Testiler tarumar olur, kırılır. Sevimsiz pislikler ortalık yere saçılır.
2- Birbirlerini daha fazla yıpratmanın, kendi yıpranmaları anlamına da geldiğini idrak ederler. Birileri, ringin ortasına şeffaf bir beyaz tülbent atar.
Ne istiyorum, biliyor musunuz? Tarafların zaaflarının bu Kavga’yı örtmesini diliyorum.
Akşam, 9.9.2008
|
Halit Kakınç
10.09.2008
|
|
|
‘Raşide’nin medeniyeti’ |
Fransız Adalet Bakanı Raşide Dati’nin sansasyonel hamilelik haberi daha ziyade magazin haberleri sularında seyrederken, sevgili arkadaşım Oral Çalışlar, pazar günkü yazısında, olayı ‘medeniyet’ düzeyine taşımış. ‘Rachida’nın temsil ettiği uygarlık’ı övmüş. Olaya böyle bakacaksak, yani Raşide Dati bir uygarlığı temsil ediyorsa, Oral’a hiç katılmıyorum, bana göre, bu ‘uygarlık’ izinden gidilecek bir ‘uygarlık’ değil.
İtiraf etmeliyim ki, Raşide Dati’nin sansasyonel hamileliği ilk bakışta, insana, bana fazlasıyla magazinel çağrışımlar yaptı. Sarkozy ile yakınlığının bolca dedikodusu yapılmıştı. Ardından Sarkozy, ünlü model Carla Bruni ile evlenince, bu iki kadın arasında kıskançlık, gerilim dedikoduları ayyuka çıktı. Bruni’nin, Dati’ye Elysee sarayını gezdirirken yatak odasında, ‘Bu yatakta olmayı çok isterdin değil mi?’ dediği bile söylendi. Sonra, Carla Bruni tam bir medya yıldızı haline geldi, siyaset sahnesinde tüm rolleri çaldı. Ben bu hamileliği Dati’nin, yeniden sahne alma hevesine yormuştum. Zira, Adalet Bakanı, şimdiye kadar, ‘çağdaş, özgür kadın’dan ziyade, tam bir dikkat çekme müptelası portresi sergilemişti. Ünlü markalar giyinip, moda dergilerine poz vermesi bu portrenin vazgeçilmez unsurlarıydı.
Dati, bu konuda yanlız değil, zamanımızda, siyaset sahnesi giderek daha fazla gösteri, magazin sahnesine dönüşüyor. Sarkozy ve yeni eşi de, bu sahnenin baş oyuncuları. Buruni de, Başkanlık Sarayı’na yerleşir yerleşmez ilk işi, dama çıkıp moda bir moda dergisine poz vermek oldu. Bu taşkınlığını, ‘demokratik iktidarı özelleştirmek’ diye eleştirenler oldu (Agnes Poirier, The Guardian, 7 Ağustos 2008).
Tüm bunlardan, özgürlükçü bir medeniyet tablosu çıkarmak hayli zor.
Gelelim, bir kadın bakanın babasının kim olduğunu açıklamak lüzumu hissetmediği bir çocuk sahibi olma girişiminin nasıl bir medeniyet tablosu sayılabileceğine. Kadın hakları adına, kadınların, ‘babasız’ (daha doğrusu babası belirsiz) çocuk sahibi olma ‘özgürlüğü’nü sorgusuz sualsiz kabul edip, baş tacı yapma taraftarı olmadığımı daha önce de yazmıştım. Sperm bankası fikrine de bu nedenle karşıyım. Bu noktada, kadınların, babaları es geçerek çocuk sahibi olma hevesini tatmin hakkı ile, çocuğun evebeynlerini bilme hakkının çatışması söz konusu oluyor. Nitekim, sperm bankası çocukları büyüdükçe, bu haktan daha çok söz edilir oldu. Bu çocukların oluşturduğu baskı grupları sayesinde, birçok ülkede, babanın ismini gizleme hakkı iptal edildi.
Hangimiz, bir çocuğun anne ve babasını bilme hakkının temel insan haklarından olmadığını söyleyebiliriz? Ben söyleyemiyorum, ama aslında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi söyledi. Söz konusu karar, baba bir yana, annenin de belirsiz olduğu bir durum üzerine, Pascale Odievre adlı bir Fransız kadının, Mahkeme’ye başvurması üzerine, 13 Şubat 2003’te alındı. Fransa’da, 1789’dan beri uygulanan ve 1941’de yeniden yorumlanan, ana babası tarafından doğumda terk edilen çocukların doğum bilgilerini gizlemeyi (nee sous X) öngörüyor. Pascale Odievre’ın, çocuğun ana babasını bilme hakkı etrafında örgütlenen CNAOP’ın desteğiyle, AİHM’ye açtığı davayı kaybettiği anda çekilen fotoğrafını görmenizi isterdim.
Fransa’da, zamanında, başka zaruretlerle çıkan kanunun sonuçlarına bakıp, kişisel özgürlük adına bir çocuğun anasını, babasını bilme, tanıma hakkından mahrum edilmesinin nasıl bir haksızlık olduğunu uzun uzun düşünmekte fayda var. Buradan hareketle, kadın hakları adına, ‘babayı istemiyorum, çocuğu istiyorum’ şımarıklığına özgürlük adı verilmesi konusuna uzanmak da gerekiyor. Bu, özgürlük falan değil, bencillik, şımarıklık. Ana babanın, süreç içinde ayrı düşmesi, çocukların birinden veya ikisinden mahrum kalması başka bir şey, bu duruma güzelleme yapmak, bunun üzerinden medeniyet tasavvuru üretmek başka şey. İnsanlık durumu, böyle ezberler üzerinden kavranamıyacak kadar karmaşık, bu durumlar üzerine kafa yoracaksak bunu hakkıyla ve elimiz vicdanımızda yapmakta fayda var. Babanın anayı eve hapsettiği veya bu sonucu doğuran, bir medeniyet tasavvuru ne kadar sorunluysa, babasız çocuk, ‘aklıma esti çocuk’ hayali üzerine kurulan medeniyet tasavvuru da o kadar sorunlu. İkincisi, iddia edildiği gibi kadını kollayan alternatif bir medeniyet falan değil, erkek bencilliğine karşı kadın, daha doğrusu ‘burjuva kadın’ bencilliğini ikame eden, dahası birçok durumda kadın ve erkek bencilliğini buluşturan, sorunlu bir medeniyet algısı. Hele, tüm bunları konuşmamıza vesile olan Fransız kadın bakan, özgür kadın ikonu olmayı hiç mi hiç hak etmeyen biri. Dati, başarı, kariyer, gösteri çılgınlığının tam da merkezinde, hepsini ve daha fazlasını bir arada isteyen, anneliği de hırsları arasına dizmiş, çağımızın sıradan plastik kadın kahramanlarından biri, hepsi bu.
Radikal, 9.9.2008
|
Nuray Mert
10.09.2008
|
|
|
|