|
|
|
Ya “başını aç” derse? |
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, daha önce yerel mahkeme tarafından verilen kararı bozarak, kocanın karısına başını örtmesi için baskı yapmasını “sosyal şiddet” sayarak boşanma sebebi saydı.
Adamın yaptığı baskıya neden sosyal şiddet dendiğini anlayamadım. Ortada iki kişi var ve biri diğerine bireysel baskı yapıyor; bu baskı psikolojik olabilir, ekonomik olabilir, hatta fiziksel olabilir ama sonuçta bireyseldir. Toplumu işin içine katmanın mantığı ne?
Her neyse, kararı elbette desteklemek gerekir. Bir evlilik içinde, bu olaydaki gibi yaşam tarzına ilişkin çelişkiler ortaya çıktığında, taraflar öncelikle birbirlerini iknaya ve uzlaşmaya çalışırlar. Ama uzlaşma mümkün değilse, çözüm birinin diğerine istediğini baskıyla yaptırması değil, evliliğin bitmesi olur. Buraya kadar her şey normal...
Ama kararın gerekçelendirilişinde kullanılan bir cümle var ki, doğrusu bir çuval inciri berbat ediyor: “Kocanın karısını çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye zorlaması”...
Bu cümleden anlıyoruz ki, Mahkeme, eşlerden biri diğerine belli bir kıyafet biçimini - nasıl bir kıyafet olursa olsun- zorladığı için değil, “çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye” zorladığı için boşanmaya karar vermiş. Bu ifadeye göre koca karısına başını aç diye baskı yapsa, mahkeme aynı kararı almayacak.
Oysa, koca “aç” dese de “ört” dese de baskı aynı baskıdır ve boşanma sebebi olacaksa her iki durumda da olması gerekir. Ama mahkeme kararı öyle demiyor. “Kocanın karısını çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye zorlaması” ifadesini özellikle kullanıyor.
Çünkü mahkeme yaşam tarzları arasında taraf tutuyor. Birini iyi, birini kötü görüyor ve kadını kötü olandan korumaya çalışıyor.
Oysa mahkemeler kendilerine göre iyi-kötü; çağdaşçağdışı gibi tarifler yapıp böyle sübjektif tanımlar üzerinden kararlar alamazlar. Onlar için sadece suç olan ve olmayan vardır. Tek tek heyet üyelerinin başörtüsü konusundaki düşünceleri ne olursa olsun, heyet olarak, farklı yaşam biçimlerine eşit mesafede durmaları gerekir.
Bir an için heyetin bakış açısından baksak ve baş örtmeyi çağdışı saysak bile, yasalarımıza göre çağdışı olmak da suç değildir; insanların çağdışı olma gibi bir hakları vardır ve mahkemeler onların bu hakkını korumakla yükümlüdür.
Kaldı ki, mahkeme kararını bir çağdaşlık tanımına dayandırmakla, bundan sonrası için de içinden çıkılmaz sorunlara yol açmış oluyor. Düşünün, yarın öbürgün bir kadın “eşim benim üstsüz denize girmeme izin vermiyor, baskı yapıyor” diye boşanma davası açsa ve bu kararı emsal gösterse, dilekçesinde de uzun uzun üstsüz denize girmenin mayolu girmekten daha çağdaş bir tarz olduğunu iddia etse ne olacak?
Öyle ya; “çağdaş”ın da “çağdaş”ı var! Acaba mahkemelerimiz aile içindeki giyim kuşam kavgalarında “çağdaşlık” çıtasını nereye koyacak? Üstsüz mayo ya da mini etek, ya da askılı elbiseye izin vermeyen kocayı da “çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye zorlamakla” mı suçlayacak; yoksa “Yok artık deve!” mi diyecek?
Türkiye’de çok sayıda kadının kendi iradesi dışında - baba, koca ya da erkek kardeş baskısıyla- örtünmek zorunda kaldığını biliyoruz. Ama aynı zamanda, çok sayıda kadının yine kendi iradesi dışında -devlet baskısıyla - başını açmak zorunda kaldığını da biliyoruz.
Aslında birbirinin zıddı gibi görünse de sorunun kaynağı aynı. Baskıcı baba- koca da, devlet de kadını bağımsız ve yetkin bir birey olarak algılamayı bir türlü beceremiyor. Her ikisi de kadını kendisi için neyin doğru olduğuna kendi başına karar verme yeteneği olmayan, hayat boyu rüştünü ispat edemeyen “çocuk-insan” olarak görmekte ısrar ediyor.
Baba ya da koca onu “toplumdaki kötülüklerden korumak ve dinini daha iyi yaşamasını sağlamak için” başını örtmeye zorluyor; devlet de önce başını örten bütün kadınların bunu ailedeki erkeklerin baskısıyla yaptığı gibi bir varsayım üretip sonra da onları bu baskıdan kurtarmaya, zorla “çağdaşlaştırmaya” soyunuyor. Bu arada olan, her durumda bireysel iradesi hiçe sayılan kadınlara oluyor.
Bugün, 24.8.2008
|
Gülay Göktürk
25.08.2008
|
|
|
Kara bulutlar |
İsrail diken üstünde. Nedeni: Rusya’nın Güney Osetya savaşındaki rolü nedeniyle ciddi bir bedel ödetmeye hazırlanması.
İsrail 7 yıl boyunca Gürcistan’a ABD ve Fransa ile birlikte en çok silah satan üç ülkeden biri oldu. Neler vermedi ki: İnsansız uçaklar, roketatarlar, Sukhoi avcı bombardıman uçakları ile Scorpion helikopterlerinin performansını artıran elektronik sistemler, Tabor mitralyözleri, karadan havaya ve havadan havaya füzeler Rusya’dan gelen uyarıları ise “Savunma amaçlı silahlar satıyorum” gerekçesiyle savuşturdu. Ama 7 Ağustos gecesi Güney Osetya’nın başkenti Şinvali’ye yağan füzeler ve roketler, İsrail’in verdiği silahların hiç de savunma amaçlı olmadığını kanıtlamaya yetti.
İsrail ayrıca yıllar boyunca Gürcistan ordusunu eğitti. Emekli General İsrael Ziv ile yarbay Gal Hirsch komutasındaki eğitmenlerin sayısı bir ara bini geçti. Gürcü ordusunda “Seçkin birlikler” oluşturmaya çalışan İsrailli danışmanlar özellikle kentlerde yakın savaş teknikleri öğrettiler.
Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İsrail havayolları “El-Al”dan kiralanan bir uçakla toplam 230 danışman ülkelerine döndü. Yine savaş başladıktan hemen sonra İsrail silah satışlarını da askıya aldı.
Ama bu son dakika manevraları Rusya’yı kandırmaya yetmedi. Tam tersine, suçüstü yakalamanın öfkesiyle misilleme kararlılığını biledi.
Moskova’da esen rüzgarlara bakılırsa, İsrail’i cezalandırmak için iki araç kullanılacak: 1-İran’la hem askeri işbirliğini artırmak, hem de Batı’nın yeni yaptırımlarını engellemek. 2-Suriye’ye gelişmiş silahlar satmak.
İlki İran’ın daha yüksek perdeden meydan okumasına imkân verecek, ikincisi ise Ortadoğu’daki güç dengesini bozacak.
Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın Moskova ziyaretinde misillemenin ilk adımı atıldı: Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Suriye’ye yeni model silahlar satmaya hazır olduklarını” açıkladı. Suriye’nin olası sipariş listesinin ilk iki sırasında son teknoloji ürünü hava savunma sistemleri, tanksavar füzeler bulunuyor. İsrail’in uyarılarına Moskova’nın cevabı da hazır: “Savunma amaçlı silahlar veriyoruz!” İsrail’in Gürcistan için Moskova’ya yanıtının aynısı.
Türkiye’deki görüşmelere etkisi
Rusya’nın Suriye’ye istediği silahları satmasının iki çok önemli yansıması olacak.
İlki: Rus uçaksavar, füzesavar ve tanksavar sistemlerinin bir bölümü Hizbullah’a aktarılacak. Zaten Moskova bunu biliyor, hatta istiyor. İsrail de bu yüzden telaşlanıyor. Zira 2006 yazındaki Lübnan savaşında İsrail zırhlı birliklerine ağır kayıplar verdiren tanksavar füzeler Rus malıydı.
Dahası Rusya’nın Hizbullah’a doğrudan silah satması olasılığı da var. İtalyan “Corriere Della Sera” gazetesi Urallar’daki Sverdlosk bölgesinin merkezi Nijni Taguil kentinde 9-12 Temmuz tarihlerinde düzenlenen silah fuarını Hizbullah’ın üç yetkilisinin de ziyaret ettiğini ve birçok anlaşma imzaladığını yazdı.
Hizbullah’ın Güney Lübnan komutanı Ahmet Murat’ın “Savaş için tüm hazırlıklarımızı tamamladık. İsrail’i vurmak için en uygun zamanı kolluyoruz” açıklamaları, tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını anlatmaya yeterli. Bir ayrıntı daha: Beyrut basınına göre, Hizbullah, İran, Suriye ve eski Doğu Avrupa ülkelerinden (Belarus gibi) elde ettiği 40 binden fazla roket stokladı, Güney Lübnan ve Bekaa Vadisi’ndeki askeri altyapısını güçlendirmek için 800 milyon dolar harcadı.
Rusya’nın Esad rejimine istediği silahları vermesinin ikinci etkisi ise Türkiye’nin arabuluculuğuyla sürdürülen Suriye-İsrail dolaylı barış görüşmelerinde ortaya çıkacak. Suriye askeri gücünü pekiştirmenin özgüveniyle bu ay sonunda 5’inci turunun gerçekleşmesinin beklendiği müzakerelerde talep veya koşul çıtasını yükseltebilecek.
Beşşar Esad’ın Rusya’ya destek vermesine kızan ABD’nin Türkiye ve İsrail’e görüşmeleri kesmeleri baskısı yaptığı iddialarının dolaştığı dönemde Suriye’nin bahane yaratması, Ortadoğu’daki tek barış umuduna ağır, kimbilir belki de ölümcül bir darbe indirmek anlamına gelecek.
Anlaşılan, bu tehlikeli gelişmeyi önlemek için Türkiye’ye yine çok ama çok iş düşüyor...
Sabah, 24.8.2008
|
Erdal Şafak
25.08.2008
|
|
|
İktidardan beklenen |
Türkiye için demokrasi bundan sonra kaderdir ve herkes hesaplarını ‘darbesiz bir Türkiye’ gerçeği üzerine yapmak zorundadır.
Ak Parti’nin iktidardaki yaklaşık ilk altı yılı Türkiye’nin henüz geleceğinden bu kadar emin olamadığı bir dönemdi. İktidarın enerjisinin büyük bölümü, ülkeyi demokrasi dışı istikametlere çekmek isteyenlere karşı tedbirler düşünmekle geçti. 2008 yılını ise, neredeyse bütünüyle, bu anlamda ‘heba edilmiş bir yıl’ sayabiliriz. Ancak heba edilmiş yıl olan 2008, önümüzdeki rahat geçecek yılları da iktidara bağışladı. Şimdi yepyeni bir dönem var ülkemizin önünde; iktidar partisi bu dönemi akıllıca ve sağduyuyu elden bırakmadan değerlendirmek zorunda.
Bunu yapabilecek mi Ak Parti? Önümüzdeki dönemi sürekli kazanım yıllarına çevirebilecek mi?
Gelişmelerin sürekli kazanç hanesine yazılması ancak sorunlarını geride bırakmış bir ülke için söz konusudur. Türkiye ise, bildiğimiz üzere, çözüm için avaz avaz bağıran bir yığın sorunla yüz yüze bulunuyor. O sorunların üstesinden ivedilikle gelinmediği taktirde önümüzdeki dönem de büyük hayal kırıklıkları yaşayabiliriz.
Bereket, Türkiye, sorunların gözde büyütüldüğü kadar çetrefil olmadığını da süreç içerisinde öğrendi. Din ve lâiklik, etnisite ve kimlik, özgürlükçü demokrasinin kanalları, hukuk devleti olmanın gerekleri gibi ana başlıklar altında toplanabilen sorunları, hiçbirini diğerine feda etmeden, teker teker ele alarak, çözmek zorundayız. Çağdaş bir topluma dönüşmek için başka çaremiz yok.
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) perspektifi içerisinde yer alması bu yolda önemli bir fırsat. Son beş yılda yüz güldüren hemen her atılım bir biçimde AB eksenli girişimler sayesinde gerçekleştirilebildi. Aynı yolda atılacak adımları daha da hızlandırmak gerekiyor.
Korkular ve kuşkular yüzünden birbirinden kaygı duyan bir insanlar topluluğu olarak fazla mesafe kaydedemeyeceğimiz ortada; kuşkular ve korkuların bir gecede yok olmasını da bekleyemeyiz. Bu durumda en akıllıca davranış tarzı, hukuku hakem haline dönüştürmek ve sistemin bütün sütunlarını hukuka dayandırmaktır. İkili davranışlarımız, toplumsal bağlarımız, birey-devlet ilişkilerimiz yeni bir gözle yaklaşıldığında çözüme kavuşturulabilir. Birbirimizi anlamaya çalışarak dinlemeye başlamak şartıyla...
Vatandaşların yarısının iktidarı ellerine teslim ettiği Ak Parti kadrosu bize bunu borçlu işte. Demokrasiyi pekiştirecek, hukuku gerçekten üstün hale getirecek, lâikliği siyasilerin elini kolunu bağlayan bir manivela olmaktan çıkarıp devleti inançlar karşısında yansız ve tarafsız yapacak bir politik çizgi. Bunları mümkünse sıfırdan yapılacak bir anayasanın güvencesine kavuşturarak...
Yeni dönemin Türkiye’den beklentilerine cevap verebilmek için iktidarın Türkiye’yi dönüştürmesi şart. Bu fırsatı kaçırmak tarihî bir vebaldir.
Yeni Şafak, 24.8.2008
|
Fehmi Koru
25.08.2008
|
|
|
Şiddet, şiddettir |
Bu kararı tartışmak gerek.
Çünkü gerekçe iki farklı boyutu içinde barındırıyor:
1) Kocanın ısrarlı, zorlayıcı ‘örtün’ talebini, “sosyal şiddet” olarak tanımlıyor.
2) “ Çağdaş kıyafetlere aykırı giyinmeye zorlamak “ diye bir gerekçe daha öne sürüyor.
Gerekçenin birinci boyutunu bence tartışmaya gerek yok: Delillerin neler olduğunu bilmiyoruz ama büyük ihtimalle kocası ‘T.L.’yi örtünmediği için dövmüştür.
Bunu sokakta ya da başkalarının yanında dahi yapmış olabilir. Yargıtay, “sosyal şiddet” derken belli ki bunu kastediyor.
Böyle bir durumda, ‘T.L.’nin boşanma talebi elbette haklı oluyor.
Buna karşılık Yargıtay’ın öteki gerekçesi tartışmaya açıktır.
Diyelim ki tersi geçerli:
Yani ‘T.L.’ örtülü/tesettürlü bir kadın. Kocası da ‘başını açması için’ ısrar ediyor, hatta bu amaçla şiddete başvuruyor.
Böyle bir durumda koca, “eşini çağdaş giyime zorladığı” için haklı mı olacaktı?
Yani o zaman Yargıtay, olayı bir “sosyal şiddet” olarak tanımlamayacak mıydı?
Yargıtay’ın gerekçeler arasına “çağdaş giyim” gibi bir kavramı sokması fuzulidir. Kafa karıştırıcıdır.
Yanlış yorumlara, hatta şiddeti mazur görmeye dahi yol açabilir.
Neden mi? Çünkü:
Nereden gelirse gelsin; “yönü, amacı, niyeti” ne olursa olsun, Yargıtay’ın “sosyal şiddet” diye tanımladığı durum, boşanma için yeterlidir.
“ Örtüneceksin! “ diyerek şiddete başvurmak ne kadar yanlışsa, “Açılacaksın!” diyerek şiddete başvurmak da o kadar yanlıştır.
Meselenin “çağdaş giyimle” ya da tersine “ İslami/muhafazakar “ giyimle ne alakası var?
Şiddet, şiddettir. O kadar!
Not: Tokatlı ‘T.L.’nin “davasını” ısrarla savunmasını da göz ardı etmeyelim. Modernleşen Türkiye’de giderek daha fazla kadın, “örtünürken” de, “açılırken” de, başkasının değil, sadece ve sadece kendi iradesine dayanmak istiyor.
Sabah, 24.8.2008
|
Emre Aköz
25.08.2008
|
|
|
|