Dünyanın zevkini isterseniz...
Acaba yüzde bir ihtimâl-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî, onun yemek iştihâsını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sâdık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimâl ile, dalâlet ve sefâhet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine katî sebep olduğunu ve imân, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimâl ile o darağacını kaldırıp, o hapsi münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emârelerini ve âsârlarını gösterdikleri halde, bu acîb ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan bîçare insan ve bâhusus Müslüman, eğer imân ve ubûdiyeti olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağrılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.
Mâdem ihtiyarlık, hastalık, musîbet ve her tarafta vefiyâtlar, o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar; elbette o ehl-i dalâlet ve sefâhet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem, kalbinde yaşar ve yakar. Fakat, pek kalın gaflet sersemliği, muvakkaten hissettirmez.
Mâdem ehl-i imân ve tâat, göz önünde gördüğü kabri bir hazîne-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderât piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi, imân vesîkasıyla ona çıkmış; her vakit, “Gel, biletini al,” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakiki lezzet ve zevk-i mânevî, öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususi bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik sâikasıyla, o hadsiz elemler ile âlûde zehirli bir bala benzeyen sefîhâne ve heveskârâne muvakkat bir lezzet-i gayr-i meşrûayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de kemâlâta medâr olacak bâzı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem enbiyâyı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vâsıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz. Ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda, kemâlâtı muhâfaza edecek hiçbir esâsâtı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve dâveti umum nev-i beşere baktığı için ve mu’cizâtça ve dince umuma fâik ve bütün nev-i beşere bütün hakàikte üstadlık edip, on dört asırda, parlak bir sûrette ispat eden ve nev-i beşerin medâr-ı iftiharı bir zâtın terbiye-i esâsiyelerini ve usûl-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz; sukùt-u mutlaka mahkûmdur.
İşte ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptela ve endişe-i istikbâl ile istikbâlini ve hayatını temin için çabalayan bîçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşrû dairedeki keyfe iktifâ ediniz; o, keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-i meşrû dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu sâbık beyânâtta elbette anladınız. Eğer mâzi, yani, geçmiş zamanın hâdisâtını sinema ile hal-i hazırda gösterdikleri gibi, istikbâldeki ahvâl dahi—meselâ elli sene sonraki halleri—bir sinema ile gösterilse idi, ehl-i sefâhet, şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrîn ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve dâimî sürûru isteyen, imân dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.
Sözler, 13. Söz, 2. Makam, s. 132
hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatı.
endişe-i istikbâl: Gelecek endişesi.
bîçare: Çaresiz.
iktifâ: Yetinme, kâfî görme
|
Gökyüzünün mücevherleri
Yıldızlı bir akşam vakti… Gökyüzü mücevherlerini takınmış… En güzeli pırlanta misâli dolunay... Gökyüzüne her baktığımda hayranlıkla izlerim her bir yıldızı. Kâinatın her satırında nasıl Rabbimizin esmâ nakışları görünüyorsa, yıldızlarda ve kamerde de esmânın akisleri mevcut... Hakîm, Rahman, Nûr, Hafîz, Hayy, Kayyum... Ve daha pek çok Esmâ-i Hüsnâ ile hayat bulur yıldızlar…
Yıldızlar, sanki göz kırpar insanoğluna. Gülümser yeryüzündeki pırlanta misâl insanlara. Onlar, gökyüzü çiçekleri… Hani yeryüzünde çoğunlukla nazarımızı çiçekler çeker... Yıldızlar da semanın çiçekleridir. Her gece açarlar ışıklarını. Biz de buradayız derler. Adeta bir sinema izler gibi izlenirler. Seyircileri, gece karanlığında niyaz için ellerini semaya yönelttiklerinde, göz göze gelirler onlarla…
Gerçi günümüzde sun’î yıldızlar çıktı… İnsanların doldurması gereken vakitleri, boşaltan sahte yıldızlar. Tv, evlere ışıltısıyla girdi… Sahte yıldızlar evimizde yer edindi. Kimse görmez oldu semâ yıldızlarını… Şehir ışıkları da eklenince bu hâle… Yalnızca şehirde elektrikler kesilince fark ettik onları. “Aaa! Bu kadar yıldız var mıymış gökyüzünde?” dedik… Çünkü bir kısım insanlar yıldız peşinde ya da yıldız olma derdinde oldular… Öyle ki Esmânın tezahür ettiği yıldızları göremediler. İşte gaflete bir sebep…
Tefekkür gafleti izale eder. Yıldızlar, insanı tefekküre dâvet ederler… “Bak ve oku bizi” derler… Gündüzü nasıl tefekkür ediyorsan; geceyi de öyle tefekkür et. Yıldızlar… Öyle ki karanlığa inat daha bir parlarlar. Karanlığı tebessüm ile karşılarlar…
Yıldızlar… O uzaktan parlayan sevimli cisimler… Gökten yeryüzüne salınan lambalar… Enerjilerini tükenmez bir kaynaktan alıyorlar ki ışıkları kuvvetle yanıyor. Işığını Cennetten alır, yıldızlar… Arkasında büyük bir kuvvet var. Onları yaratan Bir Rab var. Yıldızlar, güneş doğunca; çekilirler köşelerine… Güneşe hürmet edercesine… İnsan da kalbini yıldız misâl parlatmalı… Öyleyse kalbini, Rahman’a yakınlaştır… Kalbini iman nuruyla münevver kıl…
Bizden çok uzaklarda olan semâ âleminde pek çok faaliyet içindeler; fakat duymayız biz onları. Patlamalar, hayata elveda diyen yıldızlar, hayatı tadan yıldızlar… Bir de duysaydık bu faaliyetleri… Hayat çekilmez olurdu. Cenâb-ı Hak öyle hikmetli yaratmış ki insanı ve âlemi… İşitmenin de ölçüsü var. Belirli bir sınıra kadar duyabiliyoruz.
Gökyüzünde yalnız gezmez yıldızlar… Çünkü kendilerine tayin edilmiş melekler vardır üzerlerinde… Yeryüzünden gökyüzünü izleyen dostları vardır onların. Yıldızları, semaya mücevher misâli yerleştiren Bir Sani-i Hakîm vardır. Öyle ki O, her şeyi hikmetle tezyin eder, idare eder Bir Rab’dir. Yıldızlar âleminin ilmini bilen, onlardan her an haberdar olan Bir Yaratıcı… Yoksa onları semaya pırlanta misâli kim yerleştirmiştir? Tabiatın aklı mı var ki o onları oraya bıraksın, sonra da idare etsin (hâşâ). Bu tabiat, âlemin hangi bir köşesine yetişsin. İnsaf…Tabiatı rahat bırakın.
Hasıl-ı kelâm: Hakikî mülk sahibine iman ederek hayat bulmalı… Ve mülkünde seyre dalmalı gökyüzü mücevherleri yıldızları… Dinlemeli yıldızların şirin hutbelerini… Maşallah, Sübhanallah demeli…
“Hem semâvât meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefineler, harika tayyareler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanat-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan Güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla Güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.” (Münâcât)
|