Tüketemediğimiz eğitimli gençlik
Geçen hafta mezuniyet töreni vardı fakültemizde. Normal zamanlarda hocaların lüks otomobillerine ev sahipliği yapan bahçemiz, bu kez çiçekçilerin seslerine karışan çiçek gibi gençlere ve gururlu velilere pişdarlık ediyordu.
Anadolu’nun kırsalından gelmişti velilerin çoğu.
Hani yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş nev'înden fedakâr insanlar.
Yıl boyu kapuskaya talim eden, asgarî ücret-le en az beş nüfus besleyen, bunlardan nerden baksan üçünü vatan millet aşkına ilim irfan peşinde koşturarak bütün ekonomik teorileri allak bullak eden iktisat mu'cizesi veliler.
Bahçeyi binbir fedakârlıkla okuttukları çocuklarının mürüvetini görmek için uzak diyarlardan gelen bu velilerle haşir neşir olan çocuklarının neşeli cıvıltıları kaplarken, törenin yapıldığı salonda öyle bir duygu yoğunluğu yaşanıyordu ki, diplomasını almak için sahneye çıkan her genç, annesine babasına ve dahi hocalarına öyle minnettar hitabelerde bulunuyordu ki ağlamamak ne mümkün…
Nihayet kepler atılıyor, gizli gizli söz yüzükleri takılıyor, nişan ve evlilik hayalleri kurulu-yordu.
Kuruluyordu kurulmasına da ne olacaktı bu gençlerin hâli.
Velilerin zannettiği gibi öğretmenlik diplomasını hak eden bu gençler önümüzdeki sezonda öğretmen olarak vatanın bir köşesinde hizmete atılabilecek miydi?
Yoksa tüketemediğimiz binlerce üniversite mezunlarının arasına yenileri mi eklenecekti?
Bu düşüncelerle kalabalığı üzgün, süzgün temâşâ ederken, babasıyla tanıştırmak için Emre yaklaştı yanıma.
Uzun boylu, kara yağız bir Anadolu çocuğu.
Yakışıklı, Eric Bana’nın Konya versiyonu gibi bir şey. Edebiyat öğretmenliği’nde okuyor.
Severek gelmiş.
İsteyerek, gönüllü erkân-ı harblerden.
Gönlünün bir yarısı Necip Fazıl’ın, diğeri ise Atilla İlhan’ın sırça köşklerinde oturuyor.
Ruhunu ise Rahman’a teslim etmiş. Gayrısına geçit yok.
Biraz mahçup, biraz kırılgan, ama adam gibi adam.
Niyeti belli.
Çünkü yüreği elinde geziyor. Ruhundaki amatör kırpıntılarla çıkmış yola.
İçindeki fırtınaları dindirecek olan tek yol var.
Bunları aktarabileceği genç beyinler.
Paylaşacağı çok şey var onlarla.
Kalbine mukabil bir kalp olarak görüyor kendisini bekleyen öğrencilerini.
Ama nafile…
Atanma ihtimali binde bir…
Kendisi gibi on bin kişi bekliyor kapıda.
Oysa öylesine ihtiyacı var ki milyonlarca vatan gencinin bu on binlerce öğretmene…
Ama atanamıyor.
Atanamayınca başka bir iş de yapamıyor.
Çağın iki silahından mahrum yetişmiş çünkü. Ne yabancı dili var, ne bilgisayarı...
Oysa on küsûr sene okuduğu İngilizceyi adam gösterseler bu çocuklar yabancı dili konuşacak seviyede öğrenmiş olmazlar mıydı mezun olurken?..
Diğer yandan bilgi toplumunun en önemli silâhı olan bilgisayarda bir program yazabilecek kadar bilgi sahibi yapılsaydı, homeofisinde yüksek teknolojiyi kullanarak üretime katkıda bulunsa fena mı olurdu?
Ya şimdi…
Onu da ululemirlerimiz düşünsün…
Dersek aldanırız. Çünkü düşünmezler.
Neden mi düşünmezler?
Üç yüz yıldan beri günü kurtarma peşinde-ler de ondan.
O halde gençler iş size düşüyor.
Lütfen kendi kendinizi yetiştirin.
Mezun olduğunuzda iyot gibi açıkta kalmak istemiyorsanız, programcılık seviyesinde bilgisayarı ve konuşacak derecede İngilizceyi öğrenin…
|
Yönelsin dünyamız hızla barışa
Bir zamanlar başkaydı bu mekânlar
Gülerdi çocuklar hürdü insanlar
Sevinçle açardı binlerce çiçek
Uçardı ışıkta güzel kelebek
Yıldızlar tebessümle göz kırpardı
Çayları özgürce, hızla akardı
Yoktu orda matemleri yasları
Mutluydu insanlar hürdü başları
Esince ansızın çok sert bir rüzgâr
Karardı Filistin’de hür ufuklar
Kuşatıldı dağ, taş, her yeri beter
Çöktü yüreklere dağ gibi keder
Büküldü boyunlar yetim başlar
Boğuldu acılara bütün kardaşlar
Bürünmüş yaslara birçok dilekler
Nefes alamıyor, solmuş çiçekler
Sığmaz düşlere bile cinayetler
Görünce canlar titrer, yürek titrer
Çocuklar babasız yetim kaldılar
Vahşice, can üstüne can aldılar
Vicdanlar paslanmış, kalmamış iz’an
Görünce vahşeti, ürperir insan
Sokaklar ile evler bomboş kalmış
Benizler solmuş, yürekler bunalmış
Gönülde acılar yürek dağlıyor
Bugün komşumuz Irak kan ağlıyor
Bak Ortadoğu’da sürüyor şiddet
Bu ne bitmez kin, bu ne bitmez hiddet
Kimi beklemede kimi atakta
Özgürlüğe hasret gözler şafakta
Bozulacak hakla korkunç tuzaklar
Barışa hasret, çatlamış dudaklar
Kâinatta son verilsin her savaşa
Yönelsin dünyamız hızla barışa…
|
Hiç düşünmeden
Her gün güneş doğar bu gezegene, bazen daha farklı, bazen her günkü gibi. Kimi zaman bulutların arasından sıyrılır gelir, kimi zaman yağmurdan sonra rengârenk haliyle, kimi zaman olduğu gibi, kendi gibi, güneş gibi.
Bir ışık hüzmesindedir çoğu zaman güzelliği. Örtmeye çalışsalar da bulutlar, bir ışığı yeter, bir parlayışı, ışıldayışı, parıldayışı...
Kimi zaman bulut olmak ister insan. Gitmek, uzaklara, çok uzaklara, yükselmek, kimsenin ulaşamayacağı, erişemeyeceği kadar yükseklere çıkmak ister. Sıyrılmak her şeyden, herkesten ve kendinden kaçmak.
İmkânsızdır oysa kendinden gitmek. Nereye gidersen git kendini, yüreğini ve biriktirdiklerini götürürsün. Dağları, tepeleri aşarken, taşlara basarken sadece heybendekini taşırsın farkında olmadan. Ardında bıraktığını sanırken her şey orada duruyordur. Tâ ki sen görene dek...
Sonra çok yükseklerden geçersin, hayal edemeyeceğin kadar yükseklerden. Arkana baktığında yürüdüğün adımlardan, ayak izlerinden başka birşey kalmamıştır. Sen izlerini bile yok etmek isterken bu bile yürümene, gitmene, uçmana ağır gelir artık.
Bir bulut nazeniyle dolanırken dağ tepe, gittiğin yolları geri gelme endişesi düşer süveydana. Her şeyi geri bırakarak düşmüştün oysa. Kendini bile feda etmişken, ruhunu bir ağacın dalına asmışken bu geri dönüş de nereden çıkmıştı? Başka hazineler aramaktı umudun, başka keşifler keşfetmekti. Önüne bakmadan hep uzaklara dalarak, hep uzaklarda arayarak çıkılan bir yolculuktu bu. Ya şimdi?
Zaman geri dönüş zamanıydı. Bütün saatler buna kilitlenmişti artık. Kum saatinden akıp giden kumlardan kalan sadece bir kaç toz zerresiydi. Aklında asılı duran o sorulara verilecek cevap hazırdı artık...
Dönmek, gitmek kadar kolay olmasa gerekti. Ama güzeldi dönmek, güzeldi geri gelmek, geri gelebilmek. Bir dağ yamacından geçerken bir çiçek bekliyordu artık, bir filiz, bir umut. Zorluklarla dönülen bu dönüş yolunda sarılar, yeşiller, maviler bekliyordu artık.
Yollar vardır, uzayıp giden uzaklara. Yollar vardır götürmek isteyen başka diyarlara. Yollar vardır birbirine, başka yollara bağlayan. Yollar vardır hayal edilen, gidilesi, dönülesi yollar. Bütün bunların ötesinde ve ötekisinde öyle bir yol vardır ki, yıkılması o kadar kolay iken kurulması zorluğun ta kendisidir. Bütün yollar gidilebilir, bütün yollara çıkılabilir ve bütün yollardan dönülebilir ve bütün yollara köprü kurulabilir ama en önemli yolumuz kalp yolumuz değil midir? Kuracağımız köprüler kalpten kalbe kuracağımız köprüler değil midir? Kurulması bu kadar zor iken yıkılmasına gösterdiğimiz bu kolaylık niye? Bu tanıdığımız tolerans niye? Bir daha, bir daha ve binlerce defa düşünmemiz gereken yollarda kaybolmayalım.
Nereye gidersek gidelim yine götüreceğimiz kendi yüreğimiz değil midir? Başka diyarlarda arıyoruz hep, başka diyarlarda bekliyoruz, başka istasyonlardan trenleri bekliyoruz, önümüzde duran gülleri ezdiğimizi hiç farketmeden...
Nereye gidersek gidelim dönüşümüz hep kendimize değil midir?
|