"Gerçekten" haber verir 11 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Atatürkçülerin ruh çağırması

Geçen yıl eylül ayında, “ Muhafazakarlık artıyor mu, yoksa azalıyor mu “ konulu bir TV programına katılmıştım.

Programın konuklarından biri de, İstanbul Üniversitesi’nde türbanlı kızlara karşı haşin bir mücadele vermiş, cumhuriyet mitinglerinin düzenlenmesinde etkin rol almış, ardından da CHP’den milletvekili seçilmiş olan iktisatçı Nur Serter’di.

Laf döndü dolaştı, dinin gündelik hayattaki rolüne geldi. Nur Serter “ TV ‘lerdeki kadın programlarına bakın. Organ bağışını hacı hoca takımına soruyorlar “ dedi.

Ben de “ İyi ki soruyorlar “ dedim ve sözle neyi kastettiğimi şöyle anlattım:

***

Modern hayat önümüze cevap vermemiz ve ardından tavır almamız gereken bir sürü soru getiriyor. Bunlardan biri de organ bağışı.

Dindar insanlar öldükten sonra dirileceklerine ve Allah’a hesap vereceklerine inanırlar.

Peki, bu açıdan organ nakli ne anlama geliyor? Mesela tekrar canlandıklarında bağışladıkları organları olacak mı, olmayacak mı?

Eğer Allah’a ve ahıret gününe inanmıyorsanız, mesele yok. Ama inanıyorsanız, o zaman bunlar çok anlamlı sorular.

Ancak bu tip sorulara bilim adamları cevap veremez. Çünkü bilim yaşadığımız somut dünya ile uğraşır. Dini ilgilendiren sorulara ise ancak din alimleri cevap verebilir.

Dolayısıyla inançlı kadınların, hazır karşılarında bir din uzmanı bulmuşken, organ bağışı gibi kafalarını kurcalayan bir soruya cevap aramaları normal değil mi?

Hatta organ bağışından kaçınsalar dahi, o kadınların hayatına bu kavramın girmesi olumlu bir durum değil mi?

Tahmin edeceğiniz gibi, ben bunları söylerken Nur Serter bilinç kapılarını sımsıkı kapamıştı. Tutumunda milim kımıldama olmadı. Çünkü o, ‘bilime inanmış’ bir çağdaş kadındı.

Şimdi, yani o programdan yaklaşık bir yıl sonra, Ergenekon iddianamesinde yer alan bir belgeyle, Nur Serter’in ruh çağırma seanslarına katıldığı gündeme geldi: Bu seanslarda Atatürk’ün ruhunu da çağırmışlar.

Burada tuhaf olan Atatürk’ün ruhunu çağırmak değil bence.

Fi tarihinde bazı arkadaşlarım ruh çağırma olayına merak sarmıştı. İstisnasız hepsi de Atatürk’ün ruhunu çağırmışlardı.

Asıl gariplik, bir insanın, dindarların ‘ öteki hayat’ inancını ve ilgisini aşağılarken, bir benzerini kendisinin yapması.

Acaba Nur Serter, ruh çağırmadan önce, ruhların olup olmadığını bir fizik profesörüne ya da bir tıp uzmanına sordu mu?

Elbette sormadı. Çünkü bilim ‘ maddi dünya’ ile ilgilenir. Ruhların var olup olmadığı, doğa bilimlerinin cevabını aradığı sorulardan değildir.

Ne Stephen Hawking gibi bir fizikçi, ne de Mehmet Öz gibi bir doktor bu soruya ‘bilimsel’ cevap verebilir.

Onlara “ ruh var mı “ diye sorarsanız, bir uzman cevabı alamazsınız. En fazla ‘ kişisel inançlarını’ öğrenebilirsiniz.

İşte çelişki bu noktada:

Kendiniz fizik ötesi dünyaya merak sarıp ruh çağırma seanslarına katılacaksınız. Ama metafizik dünyayı başka bir açıdan merak edip din uzmanlarına soranlara dudak bükeceksiniz.(...)

Sabah, 10 Ağustos 2008

Emre Aköz

11.08.2008


 

Küresel kavganın Osetya ayağı

Güney Osetya’da patlayan kriz hiç sürpriz olmadı. Çünkü Kosova’dan Osetya’ya; Hazar’daki enerji mücadelesinden İran ve Irak krizlerine; füze kalkanı tartışmasından NATO’nun genişleme sürecine, merkezinde yer aldığımız bölge üzerinde bir süredir kara bulutlar uçuşuyordu.

Aslında bu durum, sadece bölgemiz için değil, tüm dünya için geçerli. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bozulan dehşet düzeni, yerini yeni bir düzene bırakmadı. Bir yanda, özellikle oğul Bush liderliğindeki ABD’nin tek kutuplu dünya düzeni denemesi. Diğer yanda, buna karşı çıkan ve düne göre hayli güçlenmiş ülkelerin çok kutuplu dünya arayışı.

Bu durumda, Soğuk Savaş’ın bir barış anlaşmasıyla değil de ateşkesle sonuçlanmamasının da payı var. Bosna’dan Karabağ’a birçok kriz çözülmüyor, derin dondurucuda duruyor. Şu an yarım yamalak süren düzenin temeli, II. Dünya Savaşı’nın galiplerince atılmıştı. Mesela, güç açısından İngiltere ve Fransa’dan geri olmayan Almanya ve Japonya’nın Güvenlik Konseyi’nde olmayışının tek nedeni, mağluplar safında yer almaları. Veto gücüne sahip Çin’in de aralarında bulunduğu Rusya, Hindistan, Almanya, Japonya ve İran gibi ülkeler daha adil bir düzen istiyor. Küçüklü büyüklü bu güçler, ya tepkisini açıkça gösteriyor veya kozların paylaşılacağı gün için kart biriktiriyor.

Yeni düzen isteyenlerin başında ise kısa bir süre öncesine kadar dünyayı yöneten iki kutuptan biri olan Rusya var. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra dağılan ve yeni bir sisteme geçerken emeklilerin maaşlarını ödeyemeyecek kadar zavallı duruma düşen Rusya, şimdilerde mevcut düzenin kendi rağmına kurulduğunu ve 1990’ların başında dillendirilen küresel barış vaatlerinin unutularak kendisinin aldatıldığını düşünüyor. Lideri olduğu Varşova Paktı’nın dağılmasına rağmen NATO’nun, varlığını korumak bir yana sınırlarına doğru sürekli genişlemesini aldatmanın delili sayıyor.

Halbuki doğu ucundan batı ucuna 11 saat dilimi bulunan, yüzölçümü Türkiye’nin 22 katı olan, nükleer silahlara, dev enerji kaynaklarına, zengin kültürel mirasa ve güçlü bir ‘ben’ duygusuna sahip, BM Güvenlik Konseyi üyesi Rusya haklı olarak kale alınmak istiyor. Sesini duymak istemeyenlere de bunu bazen enerji kartını bazen Kosova, bazen Abhazya, bazen Osetya kartını oynayarak göstermek istiyor. Moskova, Batı ile yeni bir yıpratma savaşına tutuşmaktan özenle çekinse de Şanghay İşbirliği Örgütü’nde Çin ve İran gibi çok kutupluluk yanlısı güçlerle bir araya gelerek; Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliğine itiraz ederek; ABD’nin savunma sistemlerini geçersiz kılacak mucize silah sistemleri geliştirerek; kutuplardaki uçuşları yeniden başlatarak mevcut sisteme kafa tutuyor.

Kosova veya Bosna krizlerinde tüm dünyanın soykırımıyla suçladığı Sırplara yakın durarak; Gürcistan’da ve Azerbaycan’da ayrılıkçı güçleri destekleyerek ve doğalgazı silah gibi kullanarak kuşkusuz Rusya hem kendisini sevimsiz hale getiriyor hem de NATO’nun varlık sebebini güçlendiriyor. Ama Rusya’nın böyle davranmasında, Bush’un temsil ettiği dünya vizyonunun etkisi de inkar edilemez. Çünkü Bush doktrini, selefi Clinton’ınkinin aksine dünyanın tek başına ABD tarafından yönetilmesini ve muhtemel rakiplerin birleşerek bile gücüne erişemeyeceği bir silahlanma stratejisini öngörüyor. Bu da hızla dünyayı cinnetin eşiğine taşıyor.

Halbuki Clinton, ABD’nin gücünün er geç zayıflayacağını ve dünyayı diğer güçlerle birlikte yönetmek durumunda kalacağını düşünüyordu. Ona göre yapılması gereken, tüm dünyayı yönetmeye kalkmak yerine, müstakbel ortakların demokrasi ve insan hakları gibi ortak değerleri paylaşmasını sağlamaktı.

Clinton’ın 1990’ların sonunda gündeme getirdiği bu vizyona Rusya’nın cevabı, biraz gecikmeli de olsa mayıs ayında Kremlin’e yerleşen yeni Rus lider Medvedev’den geldi. Haziran başındaki Almanya ziyaretinde Medvedev’in gündeme getirdiği teklif, Soğuk Savaş anlaşmalarının yerini alacak bir trans-Atlantik barış paktı öngörüyor. NATO ve ABD’nin askerî yayılma siyasetinin Moskova’yı üzdüğünü ve bunun Doğu-Batı ilişkilerini radikal şekilde yıkacağını söyleyen Rus liderin teklifine göre, AGİT Şartı modelinde hazırlanacak Euro-Atlantik barış anlaşması Vancouver’dan Vladivostok’a Atlantik’i ve tüm Avrasya’yı kapsayacak. ABD, Kanada, AB’ye üye olan ve olmayan Avrupa ülkeleri ve Rusya’nın da aralarında bulunduğu ülkeler aynı masa etrafında oturacak.

Önerinin samimi bir vizyon mu, yoksa güç oyununda bir atraksiyon mu olduğunu bilmemiz zor. Ama hem bölgemizin hem de yaşlı, gergin dünyanın hakiki barış düşüncesine ihtiyacı aşikar.

Zaman, 10 Ağustos 2008

Abdülhamit Bilici

11.08.2008


 

Kafkasya’da süper güç rekabeti

Gürcistan ve Rusya arasındaki savaş, dünya petrolünün iki büyük aktörü Rusya ile ABD arasındaki paylaşım rekabetinin en sıcak çatışma noktası olarak tehlikeli bir viraj aldı.

Kendi derdimize düştüğümüz için çevremizdeki gelişmeleri izleyip yorumlama yeteneğimizin iyice azaldığı bugünlerde, Budapeşte’deki NATO Zirvesi’nden sonra Kafkasya’da havaların ısınmaya başladığını es geçtik.

Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyeliği, Rusya’nın etkili müdahaleleri sonucu kabul edilmedi ama bu iki ülkeye Aralık ayı yeni tarih olarak vaad edildi.

ABD’nin Doğu Avrupa’ya yerleştirmek istediği füze kalkanı konusunda Çek Cumhuriyeti ile varılan anlaşmadan sonra ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Temmuz ayının ilk yarısında Tiflis’i ziyareti ve orada ABD’nin Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana olduğu açıklaması Rusya’da sinirleri iyice gerdi.

Haziran sonu ve Temmuz ayı başları Abhazya ve Osetya’da olaylı geçti.

Rus Barış Gücü Merkezi makineli tüfekle taranınca, Güney Osetya’daki Gürcistan Yönetimi temsilcisi saldırıya uğradı.

Bombalar, silahla taramalar, saldırılar tırmanınca Washington, Rus barış gücü yerine bölgeye uluslararası barış gücü yerleştirilmesini istedi.

Bu açıklama, Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’daki güvenlik sorumluluğunu hiçe saymak olarak yorumlandı.

1980 sonları ve 90’lardaki çatışmaların ardından anlaşmalar imzalanmış ve Rusya’nın Abhazya ile Güney Osetya’nın güvenliğinden sorumlu olması kararlaştırılmıştı. Kosova’nın şubat ayında ilan ettiği bağımsızlığın tanınması üzerine ise Rusya Osetya ve Abhazya’yı resmen tanımasa da doğrudan ekonomik ve siyasi ilişki kurma kararı almıştı.

Hükümete ait Rusya Gazetesi 9 Temmuz tarihli sayısında, “ABD Dışişleri, Rusya ve Abhazya ile diyalogdan kaçar ve sömürgeleriymiş gibi konuşmaya devam ederse 2008’de Kafkasya’daki sıcak yazı, sıcak bir sonbahar ve yine sıcak bir kış izleyecek” diyordu.

* * *

GERİLİM, cuma günü çatışmaya dönüştü. Gelişmeler, Gürcistan’ı önümüzdeki dönemde daha kırılgan hale getiriyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Kafkasya’daki denetimini kaybetmemek için Azerbaycan ile Ermenistan arasında Karabağ sorununu tırmandıran Rusya’nın, enerji rekabetinin böylesine kızıştığı bir dönemde bu bölgeye sırtını dönmesini beklenemezdi.

Uluslararası kulislerde Gazprom Cumhuriyeti de denen Rusya, enerji piyasaları üzerindeki denetimini zayıflatacak her girişime olduğu gibi Hazar petrolünün Baku-Tiflis-Ceyhan üzerinden geçerek Avrupa pazarlarına çıkmasını hiçbir zaman kabul edemedi.

Geçen hafta, Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattının Türkiye’deki bölümünde meydana gelen ve PKK’nın üstlendiği ileri sürülen patlamanın sonuçları da bu açıdan önemli.

Hattın tekrar açılmasının ne kadar zaman alacağı henüz belli değil. Ama bu sırada BP sahip olduğu petrolü, Rusya’daki boru hatlarına yönlendirecek.

Rusya, dev petrol şirketleri için her zaman olduğu gibi hálá en güvenilir alternatif olduğunu gösterirken, Gürcistan’ı bıçak sırtında tutarak ABD’nin tepkisini de ölçüyor.

* * *

KAFKASYA, ABD ile Rusya arasında enerji rekabetinde, Türkiye’yi de yakından etkileyen gelişmelerin en can alıcı noktası.

İran nükleer krizi, Irak’ta istikrarın sağlanması, İsrail-Filistin, Lübnan sorunları ve Kürtlerin ABD ile ittifakının nasıl devam edeceği bu rekabetin çemberinden geçiyor.

Kafkasya’da istikrarsızlık Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Gürcistan ve Azerbaycan ile ilişkilerin en köklü bölgesel işbirliği örnekleri gösterdiği, Ermenistan ile ilişkilerde düzelme işaretlerinin geldiği bir dönemde ve Rusya ile ilişkilerin iyi bir düzeyi tutturduğu sırada Türkiye’nin bu savaşta tarafsızlığını koruması çok gerekli ama o kadar da zor.

Hürriyet, 10 Ağustos 2008

Ferai Tınç

11.08.2008


 

“Darbeciler Yargılansın” kampanyası

Parlamentoda tek bir kişi ne yapabilir?Bu soru, 22 Temmuz seçimleri öncesi sık sık bağımsız aday Prof. Dr. Baskın Oran’a soruldu.

O da her defasında aynı şeyi söyledi:

“Meclisin ezberini bozmak için tek bir adam yeter.”

Doğrusu Baskın Hoca haklı çıktı.

Gerçi kendisi bu şansı yakalayamadı ama İstanbul 3’üncü bölgeden bağımsız aday olan ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras hem o şansı yakalayarak Meclis’e girdi hem “tek kişi” nin neler yapabileceğini çok net biçimde gösterdi.

Bunun en çarpıcı örneği de Oramiral Özden Örnek’in günlükleriyle su yüzüne çıkan, “Ayışığı ve Sarıkız” adlı darbe girişimlerini Meclis’in araştırmasını istemesiydi.

Aslında sık sık darbelere maruz kalan TBMM için bu önemli bir fırsattı. Her partinin, her milletvekilinin normalde bu araştırmaya destek vermesi gerekiyordu.

Ancak böyle olmadı. Ufuk Uras’a sadece DTP’nin 22 milletvekili ve bir AK Parti milletvekili destek verdi. O AK Partili de sonradan imzasını geri çekti.

Büyük olasılıkla, AK Parti kapatma davası nedeniyle, CHP ise “Ergenekon avukatlığı” na soyunmasıyla Uras’ı yalnız bırakacaktı.

Ama unuttukları bir şey vardı; Halk...

Şimdi bu olayla ilgili olarak halk devreye giriyor. Ufuk Uras Seçim Koordinasyonu “Darbeciler Yargılansın!” imza kampanyası başlatarak halkın desteğini Meclis’e iletmeye çalışıyor.

Peki nasıl gidiyor bu çalışma?

Sorunun cevabını İstanbul Milletvekili Ufuk Uras şöyle veriyor:

“Herkes farkında ki darbecilerle hesaplaşmadan memlekete demokrasi gelmeyecek. Bunun için 12 Eylül 2008’e kadar güçlü bir kampanya yürütülüyor. Değişik yerlerde standlar açılarak bu işin toplumsal ayağı oluşturuluyor. Belki de ilk kez vekilseçmen ilişkisinde yeni bir model de ortaya çıkacak.”

Uras, bu çabanın önümüzdeki dönemde parlamentoyu da etkileyeceğini söyleyerek şöyle diyordu:

“AK Partililer bu konjonktürde başımıza yeni bir iş almayalım diye bir ruh hali içindeydi. Benim umudum bu sonbaharda bu konu öncelikli olarak ele alınıp yeni bir sayfa açılabilir. Bir dizi AKP milletvekili ‘Biz imzalardık’ dedi bana.

Yeni başlayan sivil inisiyatifle kamuoyu baskısı vekillerin de, partilerin de yeniden bir durum değerlendirmesi yapmasına vesile olabilir. Ve konu Genel Kurul’un gündemine gelebilir. Böyle bir şans var.” Bir yandan Ergenekon davası sürecek, bir yandan da parlamento “Darbeciler Yargılansın!” talebini yeniden değerlendirecek.

Görünen o ki, artık darbelerin yargılanması kavramı ciddi anlamda bizim de siyasi hayatımıza girdi.

Geriye “gerçek yargılamayı” başarmak kalıyor.

Sabah, 10 Ağustos 2008

Mahmut Övür

11.08.2008


 

Sisteme teslim olmak ya da olmamak...

Acıklı bir hikâyedir. İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da 1970’lerde, 1980’lerde, hatta 1990’larda yaşananlar bizde yaşanmadı.

Ne yazık ki öyle.

Askeri yönetim ve diktalardan sonra bu üç ülkeyi de demokrasi ve hukuk devletiyle birlikte Avrupa Birliği’ne taşıyanlar sosyal demokratlar, sosyalistler, kısaca solcular oldu.

Demokrasinin, hukukun, insan hakları ve özgürlükler düzeninin çağdaş gereklerini bu ülkelerde sosyal demokrat ve sosyalist partiler yerine getirdiler.

Soares’ler, Gonzalez’ler, Papandreu’lar ve Simitis’ler ülkelerinin diktacı geçmişleriyle hesaplaştılar, askeri demokratik otoriteye tabi kıldılar ve insanlarına AB yoluyla birlikte refah kapısını da ardına kadar açtılar.

Bizde maalesef olmadı bu.

Her darbe ve askeri yönetimle birlikte demokratik hukuk devletinin kolu kanadı daha fazla kırıldı, sivil siyaset alanı daraltıldı.

Ve bizim siyasetçilerimiz bu dar alanda daha çok çelik çomak oynamakla yetindiler; Türkiye’de demokrasi ve hukukun bazı yapısal sorunlarına el atamadılar, atmadılar.

Askerin belirlediği kırmızı çizgiler içinde oyun oynamayı demokrasi sandılar. Ya da devletin demokrasiye ağır basıyor olması gerçeğini, yani asker-sivil bürokrasinin yetki alanını sineye çektiler.

Baykal’a bakın bugün.

Baykal’ın kurmaylarına bakın.

Bakın, CHP’yi getirdikleri yere.

Sözde sosyal demokrat hepsi.

Ama askeri muhtıralara selam çakan onlar... Hukuk skandalı olan 367’leri savunan onlar... Parti kapatma davalarına sessiz kalan onlar... Kürt sorununa yan çizen onlar... 301’lerden bile yana çıkan onlar...

AB’yi takmayan da onlar...

Sosyalist Enternasyonal’den ihracın eşiğine gelen de onlar...

Ve son olarak Ergenekon avukatlığına soyunanlar da onlar değil mi?..

Kısacası:

İspanya’daki gibi, Portekiz’deki gibi, Yunanistan’daki gibi demokrasi ve hukuk kavgası veren ‘solcular’ bizde yok, olmadı.

Demokrasinin karşısında devletin yanında yer almak bizde solculuk sanıldı. Bu yüzden AB de demokrasi diye bastırdıkça, kendilerini solcu sananlar daha çok AB karşıtlığına yöneldiler.

Böylece devletle, sistemle bütünleştiler, Ergenekon avukatlığına bile soyunabildiler...

Geçelim onları.

Peki, şimdi AKP ne yapacak?

Erdoğan da teslim mi olacak?

Yani ‘eskiler’in kaderi, AKP liderini de teslim mi alacak?

Yoksa, Başbakan Erdoğan özellikle 2003-2004’teki gibi AB’ye uyum yolunda bir reform seferberliği başlatacak mı?

Türkiye’de demokratik hukuk devletini darbelere tümüyle bağışık kılacak radikal bir hukuk reformu için, bir sivil anayasa için düğmeye basacak mı?

Bunların temel ilkelerini özenle hazırlayıp kamuoyuna açıkladıktan sonra halktan seçim yoluyla onay isteyecek mi?

Bir başka deyişle:

Erdoğan, boğayı boynuzlarından tutup demokrasi ve hukuk mücadelesi mi verecek? Yoksa yolu, ‘eskilerin yolu’ mu olacak?

İyi pazarlar, Sayın Başbakan!

Milliyet, 10 Ağustos 2008

Hasan Cemal

11.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır