Türkiye’de ağustos ayı yalnız Türk Silahlı Kuvvetleri açısından değil, siyaset ve rejim açısından da önemli bir aydır.
Bu nedenle dikkatle izlenir.
Yeni komuta kademesinin belli olması, yeni Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanlarının kimlikleri, komuta kademesine ilişkin yakın geleceğe dönük öngörüler ya da yükseliş potasına girecek olan komutanların isimleri hem medyayı, hem politika kulisini ağustos ayı -ve tabii öncesi- hep meşgul eder.
Ama olağan değildir bu.
Böyle olmaması gerekir.
Daha doğrusu, ileri demokrasilerde silahlı kuvvetler bizdeki kadar ilgi odağı değildir. O ülkelerde silahlı kuvvetlerdeki nöbet değişimleriyle Türkiye’deki gibi uğraşılmaz.
Bizde tam tersi yaşanıyor.
Yakın geçmişi düşünün.
Hilmi Özkök Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı’nın önlenmesi için hükümetle ordu zirvelerinde yapılan manevraları... Zamanın Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu Paşa’nın Özkök Paşa’nın altını oyarken sergilediği kıvrak oyunları...
Şöyle bir anımsayın.
Genelkurmay Başkanlığına veda etmekte olan Orgeneral Büyükanıt’ın bu koltuğa oturması da az fırtınalı olmamıştı.
Bu koltuğun yeni sahibi Orgeneral İlker Başbuğ’un Genelkurmay Başkanlığı’na yükseliş süreci de birçok spekülasyonu beraberinde getirmedi mi?..
Ne yatıyor bunların altında?
Çok şey söylenebilir.
Belki tek cümle yeterli:
Asker ile siyaset fazlasıyla iç içe de olduğu için, ordu sanki ‘devlet içinde devlet’miş, ordu sanki ‘parti’ymiş gibi hareket ettiği için, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde olup biten çok yakından ilgilendiriyor Türkiye’yi, hepimizi...
Peki, ordu neden devlet gibi?..
Ordu niçin parti gibi?..
Bu soruların yanıtlarıyla ilgili olarak eski başbakanlardan, Rize milletvekili Mesut Yılmaz’ın bu yakınlarda Avrupa Parlamentosu’ndaki bir konferans konuşması aklıma geldi.
Sanıyorum şöyle demişti:
“Türkiye’de irtica ve bölücülük sorunları çözülmediği sürece asker siyasetten çekilmez.”
Yılmaz, bu sözü daha farklı ifade edebilir, örneğin şöyle diyebilirdi:
“Asker, irtica (laiklik) ve bölücülük (Kürt meselesi) sorunlarından siyaseten elini çekmediği sürece bu sorunlar çözülmez.”
Şöyle devam edebilirdi:
“Bu sorunların çözümü, öncelikle, seçilmiş sivil iktidarların işidir, asker bu açıdan sivil otoriteye tabidir.”
Sayın Yılmaz bunun böyle olduğunu, kendi başbakanlık deneyiminden dolayı gayet iyi bilir. Böylesi sorunlardan dolayı kapalı kapılar arkasında askerden nasıl yakındığını ben de bilirim.
Bu ülkede seçim sandığından çıkarak başbakanlık koltuğuna oturan her siyasetçi, ‘asker sorunu nedir?’ sorusunun anlamıyla kendi iktidar döneminde yüz yüze gelmiştir.
Güneydoğu ve Kürt sorunu deyince gelmiştir. Kıbrıs deyince gelmiştir. Demokratik laiklik, din eğitimi deyince gelmiştir. Üniversite ve YÖK deyince gelmiştir. Yerel yönetim reformu deyince gelmiştir. Ermeni meselesi deyince gelmiştir. AB çerçevesinde birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti deyince gelmiştir.
Darbe ve muhtıraları düşününce de gelmiştir, ‘asker sorunu’nun anlamıyla yüz yüze...
Bunları Yılmaz da elbette bilir.
Yaşamıştır çünkü...
Ama bugün siyaset yapmak istediği için de askeri karşısına almak istemez. O yüzden, “Asker elini çekmediği sürece ne Kürt sorunu çözülür, ne de irtica” diyecek yerde, cümleyi ince bir oportünist çizgide ya da Demirelvâri kurarak, “Bu sorunlar kaldığı sürece asker siyasetten elini çekmez” der.
İşte ‘sivil kanat’taki bu tutumdur ki, ülkemizde ‘asker sorunu’nun varlığını bugünlere kadar devam ettirmiştir.
Siyaset oyununu askerin çektiği ‘kırmızı çizgiler’ içinde oynayan -oportünizme yatan, iktidarı bir şey yapmak için değil, kendileri için isteyen- siyasetçiler, bu ülkede demokrasi ve hukuk çıtasını çağdaş düzeye çıkarmaktan uzak kalmışlardır.
Bir başka deyişle:
Bu ülkenin bazı temel sorunlarının ‘askere teslim olarak’ çözülemeyeceği gerçeğine yan çizmişlerdir.
Başbakan Erdoğan ne yapacak?
Teslim olacak mı?
Olmayacak mı?
Öyle kolay bir soru olmadığını gayet iyi biliyorum. Türkiye’de bazı sorunların anası olarak asker sorunu nedir yıllardır farkındayım.
Ama şu gerçek de yadsınamız:
Asker sorunu aynı zamanda bir ‘sivil sorunu’dur.
Orgeneral Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna otururken belki daha çok okunur diye yazdım bu konuyu bir kez daha...
Milliyet, 5 Ağustos 2008
|