|
|
|
Başbakan KOB okur mu? |
Dünkü ‘Kapatma ama hırpala’ başlıklı yazımın sonu şöyleydi: ‘Aslında dün bulunan ‘ara formül’ herkesi rahatlattı ama Türkiye’nin her an geriye doğru nasıl kolay kayabileceğini de bir kez daha gösterdi.
Açılmaması gereken bir dava iktidarın ağır biçimde hırpalanmasıyla sonuçlandı. Bugünden itibaren siyasal iktidar hem kendi yanlışlarını, hem de Türkiye’deki bu yorucu Şark havasını değiştirip düzeltmek için devreye girip, yeni ve taze bir başlangıç yapabilecek mi?
Açılmaması gereken bir dava iktidarın ağır biçimde hırpalanmasıyla sonuçlandı. Bugünden itibaren siyasal iktidar hem kendi yanlışlarını, hem de Türkiye’deki bu yorucu Şark havasını değiştirip düzeltmek için devreye girip, yeni ve taze bir başlangıç yapabilecek mi? Yeni gündemi şimdi herhalde bu oluşturacak...’
Devlet içindeki çetelerin göz yummasıyla alenen ve taammüden öldürülmeye devam eden ‘kaçak işçilerden’ on üçünün cesetlerinin tarlalara fırlatıldığını okuyunca...
Keşke dedim, gündem Anayasa Mahkemesi sonrası siyaset olmasa da, insan yaşamlarına kezzap dökmeye devam eden, hepimizin yüzünü ve vicdanını kızartan sıradanlaşmış skandallar olsa...
Ama maalesef... Tarlalardan cesetleri toplanan kaçak işçiler meselesi ancak yarım kulaklık bir ilgi uyandırabilmişti... Kurdukları tezgahlarına çomak sokulmasından korkanlar başta olmak üzere, herkes ortaklaşa siyasete abanmayı tercih etmişti.
* * *
Siyaset ‘yeni ve taze’ bir başlangıç yapabilecek mi? Bunun için, Türkiye’de halkın iradesini ‘uygunsuz’ bulan ‘köhnemiş devlet’ zihniyeti kadar...
Bir yıl içinde ‘yüzde 47’den aşırı hırpalanma’ noktasına düşen AK Parti’nin hatalarını da konuşmak gerekiyor...
Zaten dünkü ‘ortak ve makul’ talep de buydu...
* * *
Siyasal iktidarın yanlışlarının kısa bir özetini ‘laikçi’ anlayıştan değil de, geçen gün ‘başörtüsü sorununu diğer sorunlarla paket haline getirip çözme yolunu seçmemesi büyük bir hata idi’ diyen Ali Bulaç’dan okuyarak geçmek daha anlamlı olabilir...
Yazının bir bölümü şöyleydi: ‘... Ama tabii ki hükümetin ilk günden demokratikleşmeyi ve rejimi normalleştirmeyi sağlayacak adımlar atmaması,
Parti kapatmaları zorlaştırmaması,
DTP kapatılmak istenirken sesini çıkarmaması,
Ufuk Uras’ın Meclis araştırmasına destek vermemesi,
Başörtüsü sorununu diğer sorunlarla paket haline getirip çözme yolunu seçmemesi büyük bir hata idi.’
* * *
Yeni ve taze bir başlangıç konusunda, benim radikal önerim ‘erken seçim’dir... Mevcut resimden enerjik ve umut dolu bir bekleyişe cevap çıkar mı, endişeliyim...
Ama siyaset ‘erken seçime’ direnir, kör topal yürümeyi tercih ederse, doğru adres için önerim KOB’dur... KOB ne mi?
‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ yani Türkçe söylersek ‘Türkiye’nin AB standartlarına ulaşmak için yapması gereken kısa ve orta vadeli reformların on beş, yirmi sayfalık listesi’...
Geçen gün KOB için şunları yazıp, Ali Babacan’a soruyordum: ‘Beş ay uçtu gitti... Katılım Ortaklığı Belgesi adını maalesef hiç bir şekilde duymaz olduk... Yapılacak iş sadece ‘reformların hangi tarihlerde gerçekleşeceğini’ saptayıp, AB’ye bildirmekten ibaret.
Dünyadaki tüm büyükelçileri çağırdık... Cumhurbaşkanı, başbakan ‘AB hedefini’ demeç düzeyinde tekrarlayıp durmakta... Ama fiiliyatta iş, Katılım Ortaklık Belgesinin akıbetinden geçmekte.
Halbuki bu belge sanki toprağa gömülmüş gibi... Durum nedir, Sayın Babacan?’
* * *
Genel seçim ertesi ne kadar da umutluyduk... Sivil bir anayasa... Ve AB reformlarına tam gaz basarak, ‘Yeni Türkiye’nin’ yaratılacağını düşünüyorduk. İkisi de unutuldu...
Unutulduğu bir yana, şimdi Meclis Genel Kurulu’nda görüşülen ‘Kamu İhale Yasası’nda olduğu gibi, müteahhit baskısıyla, depremlerde kamu okullarındaki çocukların ölmesine yol açacak garip bir tutumda direnme noktalarına gelindi...
Ayrıca... AB müzakere sürecini... AB Kurumu olan AB Genel Sekreterliği yerine, planlama döneminin kurumu olan Devlet Planlama’ya emanet etmek gibi anlaşılmaz tasarruflar da cabası.
* * *
Şark usulü kurnazlıklarla topluca el çırparak ‘oldu, oldu’ yaptığımız bir günün sabahı...
Vicdanım cesetleri tarlalara fırlatılan göçmen işçi cesetleriyle meşgul.
Böyle bir Türkiye’den nasıl kurtulabiliriz?
Reçetesi KOB’dur... Tabii gereğini yaparsanız...
Star, 1 Ağustos 2008
|
Mehmet Altan
02.08.2008
|
|
|
Yara rejim! |
Dipsiz Kuyu’da, “paralel güncel tarih” okuma çabasıyla şu manzara çizildi çok yazıda:
1. ABD “Irak işgali”ne koyulurken TBMM’de “tezkere kabul edilmemesi”ni ihanet saydı. (İsrail de öyle!) Bunda ABD yönetiminde “mutabakat” vardı.
2. AKP merkezinin ve Genelkurmay’ın “tezkere” isteğine karşın, toplumda da, soldan sağa, en az yüzde 80, “tezkereye karşı mutabakat” mevcuttu.
Toplum, işgal karşısında, çeşitli duyarlılık ve duygularla birleşmişti.
3. İşgal ardından ABD yönetiminde, o sırada çok etkin şahinler (ve İsrailli şahinler) “Türkiye’den rövanş” öfkesiyle doldu. Özellikle, “Washington ve Büyük Ortadoğu Projesi gölgesi” nde görünse de, ne yapacağı kestirilemeyen, Suriye, İran, Hamas ile kafasına göre temas kuran “güvenilmez İslamcı AKP” den
4. (Bence) bu öfke, kendi iç dinamikleri de olan iki “odak”la buluştu. Biri, Türkiye’de toplumu birbirine kinle dolduracak (ve zaten AKP’den de nefret eden) eylem, suikast merkezleri. Diğeri, Irak’ta zaten ABD ile onun uzantısı Kürt yönetimi (ve İsrail) tarlasında hormonlanan PKK. PKK’nın Irak’tan mayın ve kayıp ABD silahları yüklenmesini hatırlayın!
5. O sırada, TSK’da en azından belli görüşlerin de, ABD (ve İsrail) şahinleriyle çeşitli zaviyeler ve seviyelerde buluştuğu, aynı konferanslarda, düşünce merkezlerinde çalıştığı ve çakıştığı görüldü. ABD’de mantar gibi çoğalan “Türkiye’de felaket senaryoları”nı, neomuhafazakâr görüşlerin burada yankı buluş biçimlerini, Harp Akademileri’nde konferanslara davetli ABD’li şahinleri hatırlayın.
6. (Zannımca!) o dönemde, adı her ne ise, “Ergenekon” tipi yapı(lar)ın Silahlı Kuvvetler ya da Özel Kuvvetler bağları daha sağlamdı! ABD’li (ve İsrailli) şahinler ile Türkiye’de sözde “ABD karşıtı” şahinleri birleştiren “dış askeri müdahale ile iç askeri müdahale” tasavvuru, belki de projesi mevcuttu!
SONRA “BİR ŞEYLER” OLDU!
7. İlk cumhurbaşkanlığı süreci o projenin hem zirvesi hem de zırvası oldu! Bush’un ikinci döneme yaralı girmesiyle, ABD yönetiminde ayrışma ve tasfiyeler, iki kanattan “gerçekçi” olanın, “Türkiye’de askeri müdahaleci, darbeci maceralar”a mesafe koyma sürecini şiddetlendirdi.
8. Genelkurmay’ın da mesafe ayarını yapmaya başladığı süreçti.
9. Erdoğan ile Büyükanıt arasında “Dolmabahçe mutabakatı” bu sürecin ilk adımıydı ve ülkenin de ABD ile ilişkilerin de normalleştirilmesini öngörüyordu. O zaman ısrarla yazdım: “Mutabakat”ın en önemli unsuru, Gül’ün tekrar aday olmamasıydı!
10. Israrlı adaylıkla “mutabakat” yara aldı. Ama su alıp batmadı. Elde “Cumhuriyet mitingleri” vardı ama, bir de “inadına yüzde 47” mevcuttu.
11. Arka arkaya Washington ziyaretleri, “ABD gölgesi”nde, zaten yeterince hırpalanan Türkiye’yi normalleştirme arzuları ile doluydu. “Washington mutabakatı” namıyla çok andık!
12. Ancak, hem bazı dış odaklarla, hem içeride kimi resmi odakla paralellikte bulunmuş “Ergenekon” tipi yapı(lar) artık “özerk” heves ve hareketlerini (ve ideolojileri ile kitle desteği umudunu) kazanmıştı. Bu tip örgütlerin klasik “kontrolden çıkma” hali!
13. ABD’de (Cheney hariç) şahinlere karşı nispeten zemin kazanan, özünde çok ayrı olmayan ama daha temkinli davranan yönetim kanadı, Türkiye’nin hırpalanarak değil, sakinleştirilip “Irak, Afganistan (Pakistan), İran ve Lübnan (hatta Suriye)” gibi “bölgesel meseleler”e hazır olmasını tercih ediyordu.
14. Sanki ABD’liler kullanmamış gibi, sanki sorun yeniymiş gibi, “PKK’ya karşı istihbarat” ile “sınırlı sınır ötesi harekât” yeni dönemin jestleri oldu.
15. Çok ayrıntı atlıyorum ama, işin özü şuydu: AKP’nin yaralarla terbiyesi, evcilleştirilmesi, merkezleştirilmesi, hatta herkesleştirilmesi! Maceradan uzak, ABD gölgesinde rasyonel bir politikacı olması.
Silahlı Kuvvetler’in de, nasıl ABD gölgesinde Gladio’lar olmuşsa, bu kez bunların en maceracılarından arındırılması.
16. Böyle bir sürecin arazı marazı da çok olur: Pek istemediği halde Erdoğan’ın “Türban” hamlesi mesela. O hamle, AKP’yi “sistemin mahkumu ve daha fazla rehinesi” haline getirdi, aslında yenilgisiyle sonuçlandı. Bir puan alırken iki de kaybetti. AKP’den; darbeyle de yargıyla da, hele seçimle hiç kurtulamayanlar da tek puanla esasta mağlup ve yaralı kaldı.
17. Şimdi, bombalara rağmen, üç kuvveti, yürütme, yasama ve yargısı da; Silahlı Kuvvet’i de yaralarla normalleştirilmeye çalışılan bir devlet var. Ne ekonomik krizde çökmesi, ne bölgesel krizlere çok güçsüz yakalanması istenen bir devlet. Ama gölgede ve gölgeli!
18. Bu süreci böyle okuyarak, tabii ki basitleştirsek de böyle yorumlayarak, Anayasa Mahkemesi “türban”a “9’a 2” tavır aldığında, ısrarla “kapatmada 6’ya 5” bekleyin deyip durdum: “Türbanı devre dışı bırakarak AKP’yi kapatmayacak bir mutabakat işareti.”
19. Anayasa Mahkemesi’nin “tek (kendi içinde tutarlı) oylu” Başkanı Kılıç, “Sorunlar yargıya gelmeden demokrasi içinde çözülmeli” diyor. Hiç “cinayet, arazi, boşanma davaları” için “yargıya gelmeden demokrasi içinde çözülmeli” diyebilir mi? Ama kapatma üstüne denir. Çünkü bu dâvâlar baştan sona, (9’a 2, 7’ye 4, 6’ya 5, hem mahkum et hem kapatma) “bağımsız yargı” değil, hakikaten “etkilere açık demokrasi” sorunudur.
“Demokratiklik” değil ille; ama “politik” sorundur. Hukuk değil, politikadır. Halk da dahil, bir sürü güçten etkilenir. (Zaten özünde hukuk da odur!)
Sadece iç politika değil, dış politikadır hem de! Mutabakat su gibidir; bir yol bulur. Ara rejim yerine, ara çözümlerle, ayakta tutulan “yara rejim”le.
O yüzden, Ergenekon’nun da “gittiği her yere kadar gitmesini” pek beklemeyin!
Sabah, 1 Ağustos 2008
|
Umur Talu
02.08.2008
|
|
|
Demokles’in kılıcı ve AK Parti |
AK Parti kapatılmayınca, İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, partililere şöyle bir mesaj çekti: “Sevgili kardeşim. Bugün akıttığın terin, yaşadığın hüzünlerin, samimiyet dolu duygularının ve davanda haklılığının hukuk tarafından da tescil edildiği gündür. Kutlu olsun.”
Partinin kapatılmaması, ülkemizin istikrarı açısından olumlu bir gelişme. Buna mukabil, AK Parti için kararın müspet olduğu söylenemez. Hele de, “Mahkeme, haklılığımızı tescil etmiştir” hiç denilemez. Aksine, AK Parti’nin laiklik karşıtı eylemlerin içinde bulunduğu ilân edilmekle birlikte, daha hafif bir ceza olan, Hazine yardımının kesilmesi benimsenmiştir.
Buna rağmen, Tayyip Erdoğan, derin bir nefes almıştır. Çünkü, hem partisi kapatılmadı, hem kendisi siyasi yasak kapsamına girmedi. Çok zorlu bir mücadeleden kurtuldu. “Laiklik karşıtı” olma konusu ise siyasi bir mesele. Gerekçeli karar açıklanınca, hangi davranışların laiklik karşıtı olarak mütalaa edildiğini göreceğiz. Ama bugünden şunu söyleyebiliriz: Söz ve eylemleri, önümüzdeki yıllarda da, rejim açısından tartışma yaratmaya devam edecektir.
Muhalefet, AK Parti’ye, “laiklik karşıtlığı mahkemeden tescilli” muamelesi yapacaktır. Üstelik, artık partinin tepesine, “Demokles’in kılıcı” asılmıştır. Diyelim ki AK Parti programında söz verdiği gibi İmam Hatip mezunlarının üniversiteye gitmesini zorlaştıran katsayı adaletsizliğini gidermeye çalıştı ya da başörtülü kızların üniversitede okuyabilmesi için harekete geçti. Hemen, Anayasa Mahkemesi’nin kararına atıfta bulunanlar çıkacaktır.
Bakalım Tayyip Erdoğan bu çemberi kırabilecek mi?
Sabah, 1 Ağustos 2008
|
Nazlı Ilıcak
02.08.2008
|
|
|
Tehlikeli bir virajı döndük... |
Demokrasi bir yolculuk. Üstelik henüz tamamlanmamış bir yolculuk. AKP’nin kapatılması davası bu yolda kritik bir virajdı. Araba yeniden devrilebilirdi. Devrilmesini isteyenler vardı. Üstelik bunu gerçekleştirebilecek güçleri de...
Bu ülkedeki tek yolculuk demokrasi yolculuğu değil. Bu ülkede bir de “demokrasiyi engelleme yolculuğu” var. Bu yolculuğun tutkulu sürücüleri, demokrasiyi engelleme aşkıyla yanıp tutuşan şoförleri var.
14 Mart 2008 tarihinde Yargıtay Başsavcısı davayı açtığı zaman egemen olan hava karamsardı. Bu davanın Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecini sekteye uğratacağını, özürlü demokrasisini daha da özürlü hale getireceğini biliyorduk, davayı açanlar ve açtıranlar da biliyordu.
Akla aykırı bir girişimdi bu. Türkiye’nin gelişmesi yönündeki eğilime de aykırıydı.
12 Eylülcü sistem; Cumhurbaşkanlığı seçimini engelleyemedi, 27 Nisan bildirisine rağmen seçimin sonuçlarını da etkileyemedi. Geriye kapatma silahı kalmıştı, o devreye sokuldu.
Demokrasinin kaybetme olasılığının bazı kesimlerde yarattığı heyecan dikkat çekiciydi. Demokrasiyi engelleme umuduna kapılan kesimlerin heyecanı o kadar yoğundu ki, demokrasi yanlılarının demokrasiden duydukları heyecandan bile bazen daha şiddetli olabiliyordu. Gelişmeler, demokrasi aşkının demokrasiyi engellemeye duyulan aşktan daha kitlesel destek bulduğunu gösterse de, demokrasiyi engellemeye âşık olan azınlık öyle görünüyor ki çabalarını sürdürecek.
Kapatma davasını işte bu manzara içinde bir yere oturtabiliriz. Zaten 12 Eylül askeri darbesinin hukuk sistemi ve kurumları bu günler için hazırlanmıştı.
O zaman 7 yıllığına seçilen ve cuntanın belirlediği Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi üyelerini seçecek, YÖK Başkanını dolayısıyla üniversite rektörlerini atayacak buna benzer kurumların desteğiyle her türlü demokratikleşme isteğinin önüne set çekecekti. Ergenekon iddianamesinden de anlıyoruz ki, bir kesim daha da ileri gitmiş ve suikastlar, toplumsal çatışmalar ve darbe girişimleriyle 12 Eylülcü statükoyu korumaya azmetmişti.
***
22 Temmuz 2007 seçimleri 12 Eylülcüleri hayal kırıklığına uğrattı. Türkiye gerçeğinden o kadar kopuklardı ki seçimden bir CHP-MHP koalisyonu çıkabileceğini sanıyorlardı. O zamanki seçim tahminlerine bakın statükocuların ne ölçüde ülke gerçeklerinden koptuğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Statükocuların kurgusal bir dünya içinde yaşadıklarını belirtmek zorundayız.
Dava açıldığında çok umutlu ve kendilerinden emindiler.
Sonra hava değişti. Toplumun AKP’ye oy veren ve vermeyen değişik kesimleri, kapatmanın sonuçlarını hesaplamaya başladı. Kapatma halinde bir siyasi kriz kapıdaydı. Türkiye gibi Ortadoğu’nun en sağlam ülkelerinden birisinde ortaya çıkacak siyasi kriz Batı’nın da dengelerini etkileyebilirdi. Siyasi krizi kaçınılmaz olarak ekonomik kriz izleyecekti.
Darbeciler bunu isteyebilirlerdi, kendi hedefleri açısından mubah görebilirlerdi. Toplum böyle bir sonuca katlanmak istemiyordu. AKP’ye uzak duranlar da dahil, halk bu kapatma davasının nelere yol açacağını kavramaya başladı.
Batı dünyası da kapatmanın yol açabileceği derin krizi süreç içinde anladı.
***
Anayasa Mahkemesi, bu kadar sıkleti kaldıramazdı. 11 Nisan, böylesine ağır sonuçları olacak bir krizi tetiklemediler, tetikçisi olamadılar. Ülkemizin demokrasi birikimi, huzur isteyen çoğunluğunun eğilimi, Batı’nın kaygıları sonucu etkileri.
12 Eylülcü sistem, Türkiye’nin demokrasi yolculuğunun önüne dikildi, ama durduramadı.
Şimdi her zamankinden daha çok demokratikleşme çabasına, örgütlenmesine, iradesine ihtiyaç olduğu bir döneme girdik.
Demokrasiye ve AB’ye yolculuk daha akla uygun şekilde devam edecek.
Demokrasi kazandı...
Radikal, 1 Ağustos 2008
|
Oral Çalışlar
02.08.2008
|
|
|
AK Parti vesayete razı mı? |
Bir ülkede demokrasiyi, hukuku, istikrarı, barışı 11 yüksek mahkeme üyesine emanet etmek... Bunun adı cumhuriyet değil, oligarşi olabilir ancak.
AK Parti kapatılmadı. Anayasa Mahkemesi üyelerinin beşi siyasi değerlendirmelerle kapatma kararının yaratması çok muhtemel kaotik sonuçlarından kaçınmak istediler. Ama doğabilecek bütün siyasi, ekonomik ve sosyal sonuçlarına rağmen mahkeme üyelerinin altısı kapatma yönünde oy kullandı. Kararın kapatmama yönünde çıkmasını sağlayan sadece bir üyenin tercihiydi.
Kapatma talebinin reddi Anayasa Mahkemesi’nin kararının sadece bir boyutu. AK Parti böylece kurumsal yapısı ve parlamento çoğunluğuyla ‘yola devam’ edecek. Ancak kararın ikinci bir boyutu da var: AK Parti başsavcının iddiası doğrultusunda ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı’ ilan edildi. Doğrusu bu davayı açanlar AK Parti’yi ‘laiklik’ konusunda ‘aklamayı’ akıllarından bile geçirmemişlerdir. Dolayısıyla bu, verebilecekleri ‘en hafif’ ceza.
Partinin kapatılmaması, demokrasi adına olumlu. Ama ‘laiklik karşıtı odak’ ilan edilmenin de bir hükmü olacak. Öncelikle başsavcının dayanaksız, mantıksız ve ideolojik önyargılarla dolu iddianamesinin AYM tarafından ikna edici bulunması bir facia. Biliyoruz ki bu, ‘ideolojik’ bir örtüşmenin sonucu. Amaç belli; AK Parti’nin boynuna ‘laiklik karşıtlığı’ yaftasını yapıştırmak. Siyasete derin bir müdahale bu. Laiklik tartışmalarının yarattığı gerginliklere açıkça prim veren, davetiye çıkaran, dolayısıyla önümüzdeki dönemde siyaseti ve toplumu daha da gerecek bir karar. Mahkeme açıkça şunu diyor: AK Parti’nin yumuşak karnı laikliktir, oraya vurun!
Bu yönüyle karar AK Parti üzerinde bir ‘laiklik vesayeti’ kurma girişimidir. Hatta bunun ötesinde mahkeme, son anayasa değişikliğini iptal ederken sergilediği siyaset üzerinde denetleyici, kurucu, düzenleyici vesayetini bu kararıyla daha da ileriye götürmeyi denemektedir.
Yargı, 1999 sonrası ‘bürokratik iktidar’ın ‘demokratik güçlere’ karşı kaybettiği iktidar alanlarını geri alıyor. ‘Odak olma’ kararı, bürokratik elitin halk iradesi ve halk temsilcileri üzerinde egemenliğini ilan etmesidir adeta. Eğer siyaset kurumu ‘tam demokrasi’ye sahip çıkmazsa önümüzdeki dönemde ‘bürokratik iktidarın dönüşü’ne tanıklık edeceğiz. Demokrasi üzerindeki ‘bürokratik vesayet’ AK Parti ‘bahanesi’yle yeniden inşa ediliyor. Hem demokratları hem AK Partilileri ‘öldürmeyip sıtmaya razı etmek’tir bunun adı.
Açıkçası bu karar AK Parti’yi vesayet altına alma girişimidir. Mahkeme AK Parti’ye, milletin anlamadığı bir mantıkla, delil anlayışıyla ve yorumla ‘suçlusun, ama affettik’ demiştir. Bu şekilde parti, yargı bürokrasisinin denetimi altına alınmaya çalışılmaktadır.
Dolayısıyla bu karar, siyasetin alanını daraltan bir sonuç yaratabilir eğer AK Parti siyasetin önünü açacak girişimlerde bulunmazsa. AK Parti, ya vesayete razı olacak veya siyaseti yeniden kuracaktır. Partinin kapatılmamış olması siyaset için bir nefes alma imkanı olabilir. Süreci, kararı ve siyasetin imkanlarını doğru okumak gerek.
AK Parti’nin var olabilmesi tam demokrasiden geçer. Herkes için özgürlükten, herkes için hukuktan, eşitlikten, adaletten geçer. Ama bu kararı ‘sistem’le uzlaşı olarak da anlatabilir birileri, partinin içinden veya dışından. ‘Sistem’ atanmışların seçilmişler karşısında üstünlüğüne, ahlaklılığına, dürüstlüğüne ve hatta vatanseverliğine dayanıyor. Bununla uzlaşırsa buyursunlar. Bürokratik iktidara teslim olan bir AK Parti demokratik mücadelede miadını doldurmuş demektir.
Aksine, AK Parti önümüzdeki süreçte uzlaşıyı demokraside ararsa hem kendisi ayakta durur hem ülkeyi daha derin demokrasi sularına taşır.
AYM’nin ‘odak olma kararı’ demokrasiyi, milli iradeyi, toplumun tercihlerini vesayet altına alma girişimidir, kabul edilemez. Ya tam demokrasi ya tam demokrasi... Milletin daha aza razı olması beklenmesin, AK Parti razı olsa bile.
Zaman, 1 Ağustos 2008
|
İhsan Dağı
02.08.2008
|
|
|
|