|
|
Âyet-i Kerime Meâli
Hakkı bâtılla karıştırmayın ve bildiğiniz hâlde hakkı gizlemeyin.
Bakara Sûresi: 42
|
17.07.2008
|
|
Mutlu bir aile ancak İslâm adabıyla olabilir
Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki:
Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur.
Hem bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini kazanır.
Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittibâ eder, vazgeçirmeye çalışmaz, kendisi de iştirak eder.
Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar, onu başka bir surette taklit eder.
Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.
İşte, Risale-i Nur’un bu meâldeki cümlelerinin mânâsı budur ki:
Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.
Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki:
Kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa, o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar, sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder. Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır. Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zaafiyetiyle beraber; hukukunu muhafaza edemez.
Lem’alar, 24. Lem’a, s. 261
İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimâiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılır ki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllî hâceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden daha zâhirdir ve daha ziyâde tahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri, insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?
Sözler, 10. Söz, s. 93
refika-i ebediye: Ebedî arkadaş, eş.
saliha: Hayırlı kadın.
mütedeyyin: Dindar.
saadet-i dünyeviye: Dünya mutluluğu.
saadet-i uhreviye: Ahiret mutluluğu.
sefahet: Gayrimeşru zevk ve eğlenceler.
ittibâ: Uyma, tabi olma.
bedbaht: Kötü talihli.
veyl: Yazıklar olsun.
fısk: Günah.
inkişaf: Açılma, yayılma, genişleme, keşfetme.
âdâb-ı İslâmiyet: İslamî edepler, terbiye.
vazife-i ailevî: Aileye ait vazife.
zîr ü zeber: Alt üst, darma dağınık, karma karışık.
nâmahrem: Dinen evlenilmeye mani olmayan erkek veya kadın.
istiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatma.
|
17.07.2008
|
|
Diriliş
Bir zamanlar yoktuk. Sonra dünyaya misafir edildik.
Bu geçen serüvenleri bilmiyoruz.
Annemiz, babamız, dedemiz, ninelerimiz ve kardeşlerimiz bizi dünyaya geldiğimiz zaman fark ettiler. Sonra adımız kondu. Daha sonra günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı.
5-6 yaşına varıncaya kadar yaşadığımız hayat hallerini bilemedik.
Hayat bütün yoğunluğu ve kargaşası ile yaşanmaya başladı.
Yıllar yılları kovaladı.
Sonra bizler anne ve baba olduk.
Hatta “dede” olduk. “Nasıl geçti habersiz, o güzelim yıllarım” şarkılarını dinledik.
Dirilişi işte o zaman anladık. Oysa yaşanılan hayat acılar ve ızdıraplar ile dolu idi.
Bizler yaşlandıkça, bize hayatı hazırlayanlar da bir bir aramızdan ayrılmaya başladılar.
Annemiz, babamız, dedemiz, ninemiz.
Aramızdan bir bir ayrılan dostlarımız ve sevdiklerimizin ardından gözyaşları döktük.
Sadece biz mi?
Hayır biz değil.
İlk insan Adem peygamberden bu yana bu hayat böyle geldi, böyle geçti, böyle gelecek.
Sonra aklımıza daha başka şeyler gelmeye başladı.
Peki ne olacak?
Eğer her şey iki metrekarelik bir mezar ile noktalanacaksa bunun ne tadı, ne tuzu kalır.
Halbuki, insanın arzuları ve beklentileri çoktur.
İşte o zaman en güzel müjdelerin bir bir arkadan sıralandığını gördük.
“Hazırlanınız başka daimi bir memlekete gideceksiniz.
Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nispeten bir zindan hükmündedir” müjdesini işittik, içimiz ısındı.
İçinde yaşadığımız alemin mükemmelliği başka daimi bir memleketin güzelliğini gösteriyordu.
Bu alemi yapan ve yaratan elbette ki başka daimi ceza ve mükafat menzillerini yapacaktır.
Dirilişe inanmak hayata önemli bir dinamizm kazandırır.
|
Raşit YÜCEL
17.07.2008
|
|
KARDEŞÇE YAŞAMAK
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Suresi, 13. Ayet)
Kardeşçe yaşamak”, hem kâlbe, hem de kulağa hoş gelen, insanın içinde tatlı hisler meydana getiren iki kelimeden oluşan kısa bir deyim. Kendi kısa, fakat tesiri çok büyük. Esasında, yalnızca, “kardeşçe” demek bile yetiyor. Cümleyi tersinden okumak bile mânâyı değiştirmiyor. Bu cümleyi ikiye ayırdığımızda bile, bu hoşluk, bu güzellik azalmıyor. Nitekim, “kardeşçe” dediğimizde muhabbet, dostluk, yardımlaşma dayanışma ve benzeri güzel hasletler, içimizi ısıtıyor. Bu kelime bu hususları hemen çağrıştırıyor. “Yaşamak” dediğimizde ise, sağlık, esenlik, dirilik, canlılık ve benzeri güzel hâller gönlümüzü şenlendiriyor. “Yaşamak” başlı başına bir mutluluk, bir umuttur. Ayrı ayrı bile, neş’e ve sürûr kaynağı olan bu iki kelimeyi bir araya getirdiğimizde, (ister “Kardeşçe yaşamak”, isterse “Yaşamak kardeşçe” dediğimizde,) imbat misâli insana huzur veren serin bir rüzgâr esintisiyle adeta kanatlanıyoruz.
Kardeşçe yaşamak, bu kadar hoş ve tatlı iken, en güzeli, en doğrusu ve en iyisi bu iken, insanoğlu neden yanlışı, çirkini ve eğriyi seçiyor da, kendisini mutsuzluğa sürüklüyor? Uzun izahlara lüzum yok. Sebebi oldukça basit ve oldukça açık. Aynı Baba ve aynı Ana’dan geldiğimizi unutmak bizleri felakete sürüklüyor. Kur’ân-ı Kerim’in açık ifadesiyle, hepimiz bir erkek ve bir dişiden çoğaldık. Babamız Âdem ve Annemiz Hava’dır. Sonra, milletlere ve kabilelere ayrıldık. Bu ayrılık bir ihtiyaca, bir sebebe binaendir. Milletlerin ve kabilelerin varlık nedeni, Hucurat Suresi 13. ayette en öz, en açık bir şekilde beyan edildiği üzere, birbirimizle tanışmak ve birbirimizi tanımak içindir. Bunun dışında, milletler ve kabileler, üstünlük ya da düşüklük olarak yorumlanamayacağı gibi, ayrılık ya da gayrılık için de kullanılamaz. Peygamber Efendimizin (asm) bir Hadis-i Şeriflerinde buyurdukları üzere, “insanlar bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir”. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ne millette, ne kabilede, ne ırkta aranmalıdır. Üstünlük ancak “takva”da aranmalıdır. Takva’nın önemine ilişkin ayet ve hadis sayısı oldukça fazladır. Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde takva emredilmiştir. Takva sahibi olmak Müslüman için, yerine getirilmesi gereken bir farzdır, uyulması gereken bir şarttır. Takva sahibi bir mü’min, milliyetini, ırkını ve kabilesini öne çıkarır mı? Bırakın takva sahibi bir mü’mini, herhangi bir mü’min, milliyetini, ırkını ve kabilesini öne çıkarır mı? Elbette çıkaramaz. Çünkü, milliyeti, ırkı ve kabileyi öne çıkarmak ve buradan bir üstünlük payesi edinmek “bir cahiliye adeti”dir. Bu hususu teyiden, Hz. Ebu Zer Gıfarî ile Hz. Bilal-ı Habeşi arasında yaşanan ve Peygamber Efendimizin (asm) Hz. Ebu Zer’i uyarısıyla sonuçlanan bir olayı hatırlayalım. Hz. Ebu Zer, bir kızgınlık anında, Hz. Bilâl’e, “Ey kara kadının oğlu!” diye seslenivermişti. Bilâl’in şikâyeti üzerine, Efendimiz (asm) Ebû Zerre itabda bulunmuş ve “Sende hâlâ cahiliyeden eser var” diye seslenmişti. Bunun üzerine Ebû Zerr, derhal Hz. Bilâl’in bulunduğu yere koşmuş, geçeceği yere yüzünü koyarak, “Bilâl’in ayağı bu yüzü çiğnemedikçe bu yüz yerden kalkmaz” diyerek pişmanlığını izhar etmişti.
Cemiyet hayatı konusundaki bizim görüş ve ölçümüz Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerdir. Başka görüş ve ölçüye itibar etmeyiz. Bu görüş ve ölçü doğrultusunda, cemiyet içinde yaşarken, insanların birbirine saygı ve sevgi içinde ve kardeşçesine yaklaşması gerektiğine inanırız. Cemiyet içindeki farklılıkları, ayrışma vesilesi değil, bilakis, Kur’ân-ı Kerim’de Hucurat Suresinde beyan edildiği üzere, tanışma ve kaynaşma vesilesi olarak görürüz. Bir cemiyette, çeşitli ırk, dil, din ve milletten insanlar bulunmasından daha normal ne olabilir? Çünkü, bir cemiyeti, milletler ya da kabileler teşekkül ettirmez. Bir cemiyeti ayrı ayrı fertler teşekkül ettirir. Bir cemiyetteki fertler de bir millete ya da kabileye mensup olabileceği gibi, başka başka bir millet ya da kabilelere mensup olabilir. Üstüne parmak basarak, altını çizerek tekraren belirtiyorum ki; “başka bir millete ya da başka bir kabileye mensup olma, aynı cemiyette yaşamaya engel olmadığı gibi, bilakis, güzel bir çeşitlilik olup bir tanışma ve kaynaşma vesilesidir.” Millet ya da kabile, bir insan için üstünlük vesilesi değildir. Biz bir cemiyetteki millet ya da kabile farklılıklarını değil, kâmil insan olmayı, takva sahibi olmayı büyütmeli ve bunu üstünlük vesilesi yapmalıyız. İşte kâlbe ve kulağa çok hoş gelen, insanda tatlı hisler uyandıran “kardeşçe yaşamanın” yolu ve yöntemi budur.
Kardeşçe yaşamak için, aynı cemiyette yaşadığımız insanların kendi inançlarımızdan olması gerekmiyor. İnanç farklılığı kardeşçe yaşamaya engel değildir. Zaten, aynı inançtan olan insanlar için geçerli olan düstur “kardeşçe yaşamak” değil, bundan da daha üste olan bir tabirdir. O tabir “uhuvvet” yani “kardeşlik”tir. Öyleyse, yukarıda belirtiklerimiz, ister mü’min olsun, ister mü’min olmasın aynı cemiyette bir ararda yaşayan insanların huzur ve mutluluğu için lazım gelen hayat düsturuydu. Bu düsturu “kardeşçe yaşamak” diye özetledik. Dünyanın her tarafına dağılmış ve başka başka cemiyetlerde yaşama durumunda Mü’minler için geçerli olan ilkemiz “kardeşçe yaşamak”tan daha üste olan bir tabirdir. Bu durumda “kardeşçe yaşamak” değil bizzat “kardeşlik” söz konusudur. Dünyanın neresinde olursa olsun ve hangi cemiyetinde yaşarsa yaşasın tüm mü’minler kardeştir. Bu hükmü Yüce Allah (cc) Kur’ân-ı Kerim’de Hucurat Suresi 10. ayette; “”Mü’minler ancak kardeştirler” şeklinde beyan ediyor.
Öyleyse, “kardeşçe yaşamak” tüm insanlar için lazım gelen bir hayat düsturudur. “Mü’minler ise bizzat kardeştirler”. Vesselam.
|
Ahmet SANDAL
17.07.2008
|
|
|
|