"Gerçekten" haber verir 13 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Konuyu ikisi de bilmiyor muydu zaten?

Başlığın yarım kaldığının farkındasınızdır muhakkak. Yer geniş olsa, tamamı şöyle bir şey olacaktı: “Konuyu ikisi de bilmiyor muydu zaten? O halde Çankaya’da ‘dertleşmekle’ yetindiler herhalde...”

“Çankaya” adı geçtiğine göre kimlerden söz ettiğim anlaşılmıştır. Cumhurbaşkanı Gül ve eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ün Çankaya’da “son durum”u gözden geçirdikleri buluşmadan söz ediyorum.

İkisinin bildiği konu da açık: Bugün Ergenekon davası çerçevesinde tutuklu bulunan eski Jandarma Genel Komutanı Eruygur’un çok çabalamasına rağmen silah arkadaşlarına bir türlü kabul ettiremediği ama üzerinde çalışmayı da inatla sürdürdüğü “darbe teşebbüsleri”nden söz ediyoruz tabi ki.

Eski Genelkurmay Başkanı Özkök’ün söz konusu “teşebbüsler”den haberdar olduğunu Milliyet’ten Fikret Bila’nın himmetiyle artık neredeyse kesin biçimde öğrenmiş bulunuyoruz. Evet artık (“neredeyse”yi de fazla bulduğum için atıyorum) kesin olarak biliyoruz ki, Özkök, komutanlarından birisinin askeri darbeye son derece meraklı olduğunu, birlikte görev yaptıkları günden beri açık seçik olarak bilmektedir.

Özkök’ün “Darbe girişimi var da diyemem, yok da demem. Ne teyit, ne tekzip ederim. Benim söyleyebileceğim budur” açıklamasıyla (bu çerçevedeki diğer açıklamaları da siz ekleyin) komutası altında bulunan Jandarma Komutanı’nın kötü niyetler taşıdığını ilan ettiğini söyleyenler haksız değil.

Ayrıca iki gündür medyada dolaşan yeni bilgileri de buna ekleyebilirsiniz: Aktüel Dergisi’nin haberini yani: Dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök, dönemin Jandarma Komutanı Eruygur’un “darbe toplantılarını” kaydettirdikten sonra makamına çağırdığı “paşa”yı perişan etti. Özkök’ün odasından “yüzü allak bullak” vaziyette çıkan Eruygur’un “Karargâhım bana ihanet etti” dediği de (“mırıldandığı” olsa gerek) hikaye-haberin önemli ayrıntılarından birisi.

Sonuç: Eski Genelkurmay Başkanı Özkök, görevinin başındayken (yani Genelkurmay Başkanı(yken) Jandarma’nın öncülüğünde bir darbe hazırlığının olduğunu (“görüntüleriyle”) bilmektedir.

Gelelim Gül’ün bildiklerine:

Bu konu hakkındaki bilgimiz, bugünlerde kendisine sıkça atıf yapılan, Hasan Cemal’in Nisan 2007’de Abdullah Gül ile yapıp yayımladığı (Milliyet) bir röportajda bulunuyor. Röportajın konumuzla ilgili bölümünü aktarıyorum.

“Tabii sohbetimiz bu konuya gelince (konu: “Demokrasiden dönüş olmaz”. K.B.), Abdullah Gül’e ister istemez NOKTA dergisinin ‘Günlükler’ini soruyorum. Bir bölümü yazılmamak kaydıyla ilginç noktalara değiniyor.

Şu sözleri dikkate değer:

‘İddia edilen, ortaya atılan niyetleri, gayretleri biliyoruz. Bunları basında çıkmadan önce biliyorduk. Türkiye’ye, bu ülkenin geleceğine yakışmayan niyetler... Bunlarla ilgili bilgiler, devlette bilinmesi gereken yerlere bildirilmiştir. Bilmesi gerekenlerin bilgisi vardır. Zaten savcılar da gereğini yaparlar.”

Evet, röportajın bugün bizi ilgilendiren bölümü bundan ibaret.

İbaret olan şu: Abdullah Gül, sonradan Nokta dergisinde yayımlanan günlüklerle ortaya çıkan darbe teşebbüslerinden haberdardır. Haberdar olmasının yanı sıra bu teşebbüslere ilişkin bilgiler “devlette bilinmesi gereken yerlere bildirilmiştir.”

Sonuç: Eruygur’un önayak olduğu darbe teşebbüsleri dönemin Başbakan yardımcısı Gül ve “devlette bilinmesi gereken yerler” tarafından da bilinmektedir.

Bu kadar hatırlatmadan sonra artık sorabiliriz herhalde:

Gül ve Özkök, Çankaya’da darbe teşebbüsleri konusu etrafında “dertleşirken”, yani bildiklerini birbirlerine hatırlatıp hafıza tazelerken zihinlerinden şu soru geçti mi acaba:

Bir dönem, ülkenin Genelkurmay Başkanı, Başbakan Yardımcısı ve “devlette bilmesi gereken yerler” bu gelişmeler hakkında açık seçik bilgilere sahipken adı geçenlerin duruma yasal çerçeve içinde müdahale etmemiş olmaları bir problem teşkil etmiyor mu?

Bu nasıl demokrasi böyle?

Anlatılanlar doğruysa Jandarma’ya suçüstü yapılmış ama bu yasa dışı-anayasa dışı işin yaptırımı komutanın emekliliğinin gelmesini beklemekten ibaret.,..

Bu nasıl demokrasi bu böyle....

Demek ki, Özkök’ün “Suç ve Ceza” hatırlatmasını “Nihayet!” diyerek göklere çıkartırken, “Bu değerli komutanın bu topluma bir otokritik borcu da yok mu?” diye sormayı da unutmamalıyız.

Dönemin Başbakan yardımcısı Gül ve “devlette bilmesi gereken yerler”in sergilediği “bilmekle yetinmek” duruşuna değinmeyeceğim bile... Çünkü pek çok yurttaşı haklı olarak isyan ettirecek bu tavır –yani “bilmekle yetinmek”- yeni değildir. Deyim yerindeyse, “ezelden beri” bu böyledir. “Ezelden beri” böyle olanın günahını yeni yönetimin omuzlarına yüklemek ise büyük haksızlık olur doğrusu.

Yeni Şafak, 12.7.2008

Kürşat Bumin

13.07.2008


 

Terör şirketleri

ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nun önünde meydana gelen terör eylemi, tam anlamıyla terör şirketlerinin ipliğini pazara çıkaran bir eylem olarak tarihe geçecek.

Eskiden ideolojik sosa batırılarak sunulan bu eylemlerin kokuşmuşluğunu artık hiçbir sos örtbas edemiyor. Gencecik üç fidana gözünü kırpmadan kıyan teröristlere bir bakar mısınız? Bunların hangisi bir ideoloji, bir ideal uğruna tetiğe basıyor? Daha önceleri terör eylemlerine biraz ideoloji, biraz ideal, biraz gelecek güzel günler gibi makyajlar yaparlar, tetikçi de vicdanen daha rahat kurşun sıkardı. Eskiden solculuk, sağcılık vardı. Bir tarafta kapitalistlerin sömürgesinden kurtarılacak kitleler için silah sıkan solcular, diğer tarafta da komünistlerin ülkeyi ele geçirip Rus sömürgesi haline getirmesine karşı canlarını ortaya koyan sağcılar vardı. Bugün terörün dayanacağı bir ideoloji kalmadı Türkiye’de. ‘Dinci terör’ de bütün uğraşlara rağmen bir türlü tutmadı bu coğrafyada.

İdeolojilerden yeterince tetikçi bulamayan terör şirketleri artık tetikçi olarak askerliğini komando olarak yapmış, terhisten sonra işsiz kalmış, adi suçlara bulaşmış kişileri kullanıyor. İstanbul’daki son terör eylemi buna çok somut bir örnek. Eylemde öldürülen bu teröristlerden Bülent Çınar’ın eylemi yaptığı gün annesine söylediği sözler çok önemli. Tetikçi annesine, ‘’Ben artık başka bir işte çalışacağım.’’ diyor. Annenin Cihan Haber Ajansı muhabirlerine aktardığı bu sözlerin çok dikkatle ele alınmasında yarar var. Çünkü bu sözler yeni süreçteki teröristin kimliğini ortaya koyuyor. Askerliğini yeni yapmış ve iş arayan bir adam annesine artık yeni bir işte çalışacağını söylüyor. Yani tetikçi olarak çalışacağı yeni işyeri, terör işleriyle uğraşıyor. Diğer terörist Raif Topcıl’ın durumu da, Bülent Çınar ile tamamen aynı özellikler taşıyor. Bir ay önce Erhan Kargın diye bir adamla tanışıyorlar. Kargın onlara çok para kazanacakları, iyi yaşayacakları, kimsenin kendilerini ezemeyeceği bir hayat vaat ediyor. Kargın’ın birkaç kere Afganistan’a gidip gelmesi kamuoyuna onun ‘İslamcı bir adam’ olduğu zannını vermesi için yeterli. Alın size bir El-Kaide terör timi. Teröristlerin hiçbir dinî hayatının olmamasının, hiçbir ideolojik altyapılarının bulunmamasının, hatta namaz kılmayı dahi bilmemesinin önemi yok. Afganistan’a girip çıkmışsa İslamcı olmalarına yeterli diye düşünüyorlar. Eskiden bu işler çok daha özenle yapılırdı. En azından tetiği çekenlerdeki ideolojik sos daha belirgin olurdu. Terör şirketleri de artık bu işleri yüzlerine gözlerine bulaştırıyor.

Bir yanıyla da hangi ideoloji sosu böylesine hayvani bir eylemi haklı gösterebilir ki? Hiçbir suçu olmadan, rastgele seçilerek hayatlarının baharında gencecik üç fidanı katletmek hangi ideolojiye sığar ki? Amerikan Başkonsolosluğu’na saldırılmış gibi görünse de eylemin polisi hedef aldığı çok açık. Bu olay öylesine gayri insani ki, kim bilir belki, bunu bir ideolojiye batırmak için uğraşmamışlardır bile.

Böyle bir eylemi terör şirketine ihale edenler ne mesaj vermek istiyordu acaba? Polise ‘Ergenekon operasyonlarında çok fazla ileriye gittin’ mi demek istiyorlardı? Ama ne mesaj vermek istiyorlarsa istesinler önemi yok artık. Çanlar bu kez terör şirketleri ve sürekli onlara iş verenler için çalıyor.

Zaman, 12.7.2008

Mehmet Kamış

13.07.2008


 

‘Çocuk da yaparım kariyer de...’

Diyerek çıktı kızlar yola. Çok iddialı bir yolculuk!.. Kadına hâlâ aç ‘yönetim’ler (patronlar veya CEO’lar), sloganın altında yatan potansiyel tehlikeyi fark edemedi.

Göbeğini kaşıyan orta yaşlı beyler ve metroseksüel delikanlılar yerine bu kızlara veya kadınlara daha fazla şans tanıdı. Gerçekten de ilk günlerde mini etekli, gömleğinin üç düğmesi açık güzel elemanlar iş yerlerine ayrı bir hava getirdi. Sıkıcı toplantılar daha keyifli hal aldı.

Beyler yeni elbiseler aldı, saçlarını kısa kestirip öne doğru taramaya başladı, işe koşa koşa gelmeye başladı. Çocuk da kariyer de yaparım diyen kızlar sayesinde kurumlar renklendi. Kızlar da gün gün yönetime daha yakın odalara yükseldi. Yönetimler bu iddialı kızları hep yanlarında görmek istedi. Özellikle iş gezilerinde...

Önce ‘bizi dışarıda temsil etsin’ denildi ve ‘Kurumsal İletişim Sorumlusu’ oldular. Eskilerin deyimi ile ‘Halkla Münasebetler Sorumlusu...’ Sonra ilan ve reklam işleri, derken üretim sorumlusu, ürün müdürü, satış sorumlusu falan filan derken... Şu sıralar pek çok kurumda en üst düzeyde bulunan kadınlar var. Çoğu aynen dediği gibi kariyer de yaptı çocuk da. Kimisi çok kişinin çalıştığı kurumlarda genel müdür, kimisi gazetelerde köşe yazarı oldu. Peki bu noktaya kaçta kaçı hak ederek geldi?

Erkek rakiplerini beyni, çalışkanlığı ile geride bıraktı? Burası çok ciddi bir araştırma konusu. Bana gelen bilgilere göre çoğu kariyer yaparken vücudunu kullandı. Hepinizin çok iyi bildiği birkaç büyük firmanın genel müdürlerini anlatıyorlar, inanamıyorum. Film yıldızları ve şarkıcılar yanında ‘Meryem Ana’ kalır. Bu arada hepsi de koşullara uygun koca da bulmuşlar, çocuk da yapmışlar.

Zaten bekarlara fazla yükselme şansı yok. Geldisine gittisine karışmayan, eşinin bir iş kadını ve üst düzey yönetici olmasını anlayan kabul eden kocalar... Eh onlar da yükselmek istiyor. Veya kariyerli eşi olmanın nimetlerinden faydalanıyor. Gençliğinde yapamadığını yapıyor. Sekreter hanım güzel kız değil mi hesabı...

Ve sonuçta bu duruma geldik. Ama durum karışık. ‘Kadın erkek ayrımı asla olmamalı. Kadınlar en önemli yerlere gelmeli. Bu Türkiye’nin Avrupa’ya karşı gururudur’ gibi geyik muhabbetlerini bırakıp bilimsel verilere bakın. Kaç kadın iş hayatında gerçekten başarılı? Türkiye gerçeğini çok iyi bilen, Türk halkını çok iyi tanıyan iş adamları hatta kurallarını yazan beyler şimdi ne diyor biliyor musunuz?

‘Kadınlar ülkemizde çok erken yükseldi. Daha bu pozisyonlara gelecek mantık ve kafa olgunluğunda değiller. Batılı kadın gibi olmaları için en az 50 yıl geçmesi gerekiyor.

Bütün kararlarında duygusallık var. Ve müthiş bencillik. Ne iş yeri, ne ülke ekonomisi onlar için önemli değil. Önemli olan kendileri. Bu yüzden çoğu zaman yanlış karar veriyorlar. Aşırı hırs ve ihtirasa karizma diyorlar. Oysa bu iş yerlerindeki tüm dengeleri altüst ediyor. Erkeklerin performansı müthiş düştü. Çünkü artık çok çalışmak gerekmiyor. Kişisel ilişkiler (!) ağır basıyor. Sadece beğenilmek, ön planda olmak isteyen kadınlar ülke ekonomisine çok büyük zarar veriyor.’

Eee... Çok normal. İş yerinde yükselmek için en kutsal varlığı, namusundan ödün veren bir kızdan ne beklersin? Kazandığı bile haram para değil mi?

Bugün, 12.7.2008

Aykut Işıklar

13.07.2008


 

Demokrasi ve din: Kanıtların dili

Türkiye’de laiklik demokrasinin olmazsa olmaz, birinci -hatta biricik- şartı olarak görülmekte ve siyasete ilişkin tartışmamızın neredeyse tamamını kaplamaktadır.

Bunun bir nedeni, Hristiyanlık’tan farklı olarak, İslam’ın özünde demokrasiyle bağdaşmaz olduğu yolundaki resmi görüştür. Belki daha önemli bir nedeni ise, bununla da ilgili olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin laikliği siyasi-hukuki bir ilkeden ibaret görmeyip, ona toplumun sekülerleş(tiril)mesini de kapsayacak daha geniş ve köktenci bir anlam yüklemesidir.

Gerçi laiklik Batıda da demokrasilerde dinin yeriyle ilgili tartışmanın önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Evet, Batı dünyasında da laiklikle demokrasi genellikle birbiriyle ilişkili görülmektedir, ama orada asıl mesele laikliğin toplumsal barışın sağlanmasına yaptığı katkıdır. Buna karşılık, Batı demokrasilerinde laikliği felsefi anlamda önemseyen ve onu kendi hayat tarzlarıyla ilişkilendiren kişi ve gruplar bulunmakla beraber, bu orada demokrasi tartışmasıyla tek ilgisi, ‘laik hayat tarzı’nın da demokrasinin güvencesi altında olması gereğinden ibarettir. Yani bu, buradaki anlamda demokrasi tartışmasının dışında kalan bir meseledir.

Geçen yıl Kanada’da yayımlanan ve laiklikle demokrasi ilişkisini empirik olarak inceleyen bilimsel bir araştırma bu konudaki yerleşik görüşlerin ciddi olarak gözden geçirilmesini gerektirecek niteliktedir: Jonathan Fox, ‘Do Democracies Have Separation of Reliğion and State’, Canadian Journal of Political Science (40, 1-25).

Yazarın, nüfusu 152 ülkeye ilişkin 1990 ve 2002 yıllarına ait verilere dayalı olarak yaptığı araştırmanın sonuçları çoğu demokraside terimin son derece mütevazi anlamında bile din-devlet ayrılığı olmadığını göstermektedir. Bu sonuç Batı demokrasileri için de geçerlidir..

İlginç olan, bu araştırmada kullanılan ‘din-devlet ayrılığı’ ölçütünün bazı konularda devletin dine müdahalesine izin veren oldukça mütevazi bir anlamı olmasıdır. Bu tanıma gore, mesela bir devlet şunların hepsini yapabilir ve hala din-devlet ayrılığına sahip sayılabilir: (1) Tek bir dine özel bir statü tanımadıkça, bazı dinleri diğerlerine tercih edebilir, (2) Başka siyasi ve sosyal kurumları düzenlediği kadar bütün dini kurumları da düzenleme şeklinde genel bir politikası olabilir, (3) Bazı dini kurumlara veya mezheplere pratik kısıtlamalar getirebilir, (4) Azınlık dinlerine karşı bazı ayrımcılıklar yapabilir, (5) Bütün dinleri (veya sadece çoğunluk dinini) ciddi ölçüde düzenleyebilir, (6) Bir hayat tarzını tercih etmemek kaydıyla, birçok konuda dine dayalı yasa yapabilir.

Mamafih, bu araştırma hiç bir demokrasinin dine müdahale konusunda belli bir noktanın ötesine geçmediğini de göstermektedir. Böylece, demokrasilerle demokrasi olmayanlar arasındaki temel fark din-devlet ayrılığının varlığı değil, fakat daha ziyade devletin dine müdahalesinin üst sınırıdır. Bu bağlamda, devletin dine bazı müdahale biçimleri liberal-demokratik ilkeleri diğerlerinden daha fazla ihlal eder. Meselá, azınlık dinleri üstündeki kısıtlamalar dini kurumların mali olarak desteklenmesinden çok daha az kabul edilebilir bir müdahale biçimidir.

Yazarın kendisinin de belirttiği gibi, bu sonuçlar demokrasi ile din-devlet ayrılığı arasındaki bağlantı konusunu yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.. Bu sonuçlar karşısında, demokrasinin veya hatta liberal bir demokrasinin işleyebilmesi için din-devlet ayrılığının gerekli olduğunu iddia etmek zordur. Gerçekte, bir çok demokrasi son derece mütevazi din-devlet ayrılığı standartlarına bile sahip olmamasına rağmen pekalá işlemektedir. Öyleyse, ya din-devlet ayrılığı liberal demokrasinin zorunlu bir unsuru değildir, ya da ‘liberal demokrasiler’in çoğu gerçekte bu kategorinin kriterlerini karşılamamaktadırlar.

Star, 12.7.2008

Mustafa Erdoğan

13.07.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör