Ergenekon’ komplosu askerlerin bulaştığı ilk olay değil, bu gidişle son da olmayacak. Ayrıca, bu komitacı örgütün karma yapısı militarist zihniyet ve ideolojinin sivil kesimde de epeyce taraftarı olduğunu gösteriyor. Peki, böyle bir sivil-asker ittifakını oluşturan temel dinamik nedir?
Bu tür girişimlerde bazı askerlerin kişisel ihtiraslarının etkisi elbette vardır, ama askerler açısından asıl dinamik kişisel olmaktan çok kurumsaldır. Bu dinamiği, kısaca, profesyonel askerlerin yetiştirilme tarzından kaynaklanan özel görev duygusu ve anlayışı olarak tanımlayabiliriz: Askerler kendilerini Türkiye’nin patronu olarak görüyorlar.
Askerler, toplumu ve sistemiyle Türkiye’nin kaderinden kendilerini sorumlu gördükleri içindir ki, sadece siyasetin değil fakat aynı zamanda toplumun da vasisi gibi davranıyorlar.
Yine aynı nedenledir ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni ‘korumak ve kollamak’ şeklindeki yasal görevlerini de dışarıdan gelecek saldırılara karşı ülkeyi savunma olarak değil de, devlete ve ‘onun’ milletine vesayet etmek olarak anlıyorlar. Onların nazarında, Türkiye’de devletin ve ‘rejim’in bekasının da, toplumun ‘yoldan çıkmaması’nın da garantörü kendileridir.
Bu aslında, geleneksel ‘hikmet-i hükümet’ düşüncesinin ‘Atatürkçülük’ veya ‘Kemalizm’le harmanlanmasından meydana gelen, ama medeni-demokratik bir toplumun gerekleriyle asla bağdaşmayan bir ideolojidir. Bu tuhaf ideoloji siláhlı kuvvetlerdeki cari eğitimin yapısından beslenmektedir. Bu, askerlik mesleğinin gerekleriyle -’harp sanatını öğrenmek ve öğretmek’le- sınırlı, teknik bir eğitim olmaktan ziyade, profesyonel askerin bu ideolojiye ve sözünü ettiğim görev algısına angaje olmasını sağlayan ideolojik bir eğitimdir. Dolayısıyla, Türkiye’de askerlerin ‘gözü dışarda’ olmayan ve sadece kendi işlerine bakan uzman profesyoneller haline gelmeleri, büyük ölçüde, siláhlı kuvvetlerdeki eğitimin müfredatının sivil bir anlayışla yeniden düzenlenmesine bağlıdır. Türkiye’nin selámeti için, askeri eğitimin ideolojik unsurlardan tamamen temizlenmesi şarttır. Bu da bir yandan buna uygun yasal düzenlemeler yapılmasını, öbür yandan da siláhlı kuvvetler üstündeki parlamento ve hükümet denetiminin ciddiyetle yürütülmesini gerektirir.
Yine de, eğer 27 Mayıs 1960 darbesi -başarılı- olmuş olmasaydı, böyle bir anlayış bu kadar tehlikeli olmayabilirdi.
Bir prototip olarak oluşturduğu kötü örnekle ve askeri bir kalkışmayı meşrulaştıran müteakip anayasasıyla, 27 Mayıs maalesef Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme, ama ondan önce medenileşme çabasına vurulmuş ilk ciddi darbedir.
Askerlerle iş tutan komitacı sivillere gelince, bir kere daha hatırlamak isterim ki, toplumumuzun kültürel arka planının sivillerin askerlerle aynı ideolojiyi paylaşmalarını kolaylaştıran bir yanı vardır. Askerliği ‘Peygamber ocağı’ olarak gören ve dolayısıyla ‘Her Türk asker doğar’ sözünün kolayca karşılık bulduğu bir kültürel ortamın ‘niyeti bozuk’ sivilleri daha bir cesaretlendireceği açıktır.
Bununla beraber, sivilleri böyle bir işbirliğine yönelten sadece bu ideolojik ortaklık ve kültürel arka plan değildir. Bunda, onların kendi ikballerini ve hatta ‘onur’larını statükonun devamına bağlı görmelerinin payı muhtemelen daha büyüktür.
Hatta denebilir ki, görünüşteki militarizm sevgisi ve ideolojik angajman, büyük ölçüde, temeldeki bu haksız çıkar arayışının kamuflajından ibarettir.
Star, 10.7.2008
|