|
|
|
NİHAYET İTİRAF ETTİLER |
Yaşamakta olduğumuz sürecin; basit, sıradan, hemen her ülkede karşılaşılan türden bir “ gündelik siyaset çekişmesi “ olduğunu sananlar var.
Bu yüzden de bazı medyacıların, diğer bazı medyacılara karşı ‘keskin’ tavırlar almasını doğru bulmuyorlar.(...)
Peki, içinde bulunduğumuz süreç böyle sıradan bir durum mu?
Hayır! Hayır! Hayır!
Biz en azından Mayıs 2006’daki Danıştay saldırısından beri “ sivil siyasete müdahale “ süreci yaşıyoruz.
‘Darbe Günlükleri’ bu müdahale isteğinin ve hazırlıklarının 2003 yılına dek gittiğini gösteriyor.
Yani mesele, “ Erdoğan-Baykal-Bahçeli “ çekişmesi filan değil. Mesele; bir partiyi, bir lideri, belli bir politikayı savunma meselesi hiç değil.
Sorun bambaşka:
‘Sivil siyaset’ devam edecek mi, etmeyecek mi? Demokrasi olacak mı, olmayacak mı? Yoksa otoriter/faşizan bir rejimle mi yönetileceğiz?
Emekli tuğgeneral Nejat Eslen’in yazısı bir “ itiraf “ gibiydi: Ulusalcıların aynı zamanda Avrasya’ya (Rusya, İran, vs.) açılmak istediğini söylüyordu. ( Radikal, 5 Temmuz )
“ Açılmak “ dediği, elbette “ ticaret “ yapmaktan, “ iyi ilişkiler “ geliştirmekten, “ ortak çıkarlar “ temelinde dayanışmaktan ibaret değil.
Türkiye’nin “ kamp “ ve “ kimlik “ değiştirmesinden bahsediyor Eslen.
“ Bu mücadele sadece Türkiye’nin jeopolitik kimliğini değil, aynı zamanda kaderini ve rejimini de belirleyecek “ diyor.
Biz aynı saptamayı, çeşitli ipuçlarını değerlendirerek, bir buçuk yıl önce yaptık.
“ Bunların amacı Putin tarzı bir sopalı rejim kurmak “ dedik. “Ekonomide serbest piyasa devam edecek ama yönetim otoriter bürokrasinin hakimiyetinde olacak; hayalleri bu “ dedik. “ Bizi Batı’dan koparmak istiyorlar “ dedik.
Gördüğünüz gibi basit bir siyasi çekişme değil yaşadığımız: Bir yandan sivil siyasete müdahale ediliyor, öte yandan kamp ve kimlik değiştirme çalışmaları yapılıyor.
İşin hazin yanı bu tezgahı kuranlar; “ Atatürkçülük “, “ laiklik “, “ çağdaşlık “ gibi maskelerin ardına saklanıyor.
Böylece onlar yüce değerlerin savunucusu oluyor, biz ise üç kuruş için hükümeti destekleyen çıkarcılar.
Hadi oradan!
Sen-ben çekişmesi değil bu.
Bir tarafta demokrasiyi, hukuk devletini, milli egemenliği, sivil siyaseti, Avrupa Birliği sürecini savunanlar var. Diğer tarafta kimlerin yer aldığı ise zaten biliniyor. Artık iyice deşifre oldular.
Sabah, 8 Temmuz 2008
|
Emre Aköz
09.07.2008
|
|
|
‘Olmayabilirdi’ |
Tarihte geri gidip, gerçekleşmiş olaylardan bir veya birkaçını değiştirmenin mümkün olup olmadığını, bu değişiklik olursa da zamanın akışının bundan nasıl etkileneceğini sorgulamak fazlasıyla spekülasyon yapmak demek olur.
‘Öyle olmasaydı ne olurdu?’ sorusuna cevap arayan bazı alternatif tarih kitapları da yok değil, ama yine de bu yapılanı çok da fazla ciddiye alma yanlısı olmadım hiç.
Ama ne yapayım ki dün sabah kendimi, ‘Öyle olmasaydı acaba ne olurdu’ sorusunu düşünürken buldum. Bunun nedeni de, Devrim Sevimay’ın Milliyet gazetesi için emekli orgeneral Edip Başer ile yaptığı söyleşide sorduğu bir soru ve Başer’in ona cevabı.
Önce kısa bir hatırlatma yapayım...
2002 yılı temmuz ayında Başbakan Bülent Ecevit, dönemin Genelkurmay Başkanı orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’na, “Önümüzde zor bir dönem var, Amerika, Irak’a saldıracak, Kıbrıs konusu var vs.
Sizin görev sürenizi uzatmak istiyoruz” der.
Kıvrıkoğlu, dört yılını tamamlamakta olduğu görevinin uzatılabilmesi için kanun çıkması gerektiğini biliyor. Ve o kanunun hükümet ortaklarından ANAP’ın karşı çıkması yüzünden çıkamayacağını da kestirebiliyor. Ayrıca ordu içi hassas dengeler var ve bu dengeleri de gözetmek zorunda. Onun süresi uzarsa görev bekleyen çok sayıda orgeneralin emekli olması söz konusu ve bu çeşit şeyler hep ordu içinde huzursuzluk yaratıyor.
Bütün bunları düşünen Kıvrıkoğlu, Ecevit’e kibarca hayır cevabını veriyor. Veriyor ama belli ki teklifin yapılmış olmasından ötürü bir fırsat doğduğunu da düşünmeye başlıyor.
İlk önerisi, Kara Kuvvetleri Komutanı olarak Genelkurmay Başkanlığı’na hazırlanan Orgeneral Hilmi Özkök’ün Genelkurmay Başkanı yapılmamasını söylemek oluyor. Hükümet de, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de şaşırıyor. Bu istemin sebebi sorulunca da, söylenene göre Kıvrıkoğlu, “Özkök irticaya karşı yumuşaktır” diyor. Yine anlatılana göre Cumhurbaşkanı Sezer, “Hiç olur mu öyle şey, madem yumuşaktı neden Kara Kuvvetleri Komutanı yaptınız” diyor ve öneri suya düşüyor.
Evet ama başka bir şey var ki Kıvrıkoğlu’nun yetkisi hâlâ sürüyor: Kuvvet komutanı atamaları.
Kanuna göre atama sürecini Genelkurmay Başkanı başlatıyor, yani bir isim öneriyor. Hükümet bu ismi beğenmezse tek yapabileceği şey kararnameyi imzalamamak olabilir, bu da bir dizi emeklilik işlemine yol açıyor, o da istenmeyen bir şey elbette.
İşte bu silahı bilen Kıvrıkoğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı olmak için sırasını bekleyen 1. Ordu Komutanı Orgeneral Edip Başer’in değil de, emekliliğe hazırlanan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman’ın adını yazıyor Kara Kuvvetleri Komutanı atama kararnamesine. Jandarmaya ise Orgeneral Şener Eruygur’un. ‘İrticaya karşı sert’ iki komutanı Hilmi Özkök’ün yanına vererek dengeleri değiştiriyor Kıvrıkoğlu, sonra da emekli oluyor.
İşte Milliyet’te Devrim Sevimay, o dönemde Kıvrıkoğlu’nun tercihi sebebiyle emekli edilen Edip Başer’e soruyor: “Siz komutan olarak atanmış olsaydınız bugün yaşananlar yine de olabilir miydi?”
Aradan geçen altı yılda bu konuda kendi kişisel kırgınlığını kibarca ifade etmek dışında konuşmamış olan Edip Başer cevaplıyor: “Olmayabilirdi.”
Yani, Aytaç Yalmaz ve Şener Eruygur’un isimleri darbe söylentilerine karışmayabilirdi, zaten bir darbe hazırlığı hiç yapılamazdı, o sebeple de Türk Silahlı Kuvvetleri bugünkü kadar yıpranmazdı, Hilmi Özkök çok daha rahat bir komutanlık dönemi geçirebilirdi. Bugünkü komuta kademesi bu kadar sıkışmayabilirdi.
27 Nisan muhtırası olmayabilirdi. Rejim inatlaşması bu seviyeye gelmeyebilirdi. Bugün bir kapatma davası yaşanmıyor olabilirdi.
Sonsuz seçenekler...
Radikal, 8 Temmuz 2008
|
İsmet Berkan
09.07.2008
|
|
|
Balçık güneşi sıvamaz… |
Özden Örnek günlükleri tek kanıt değil. Ayışığı ve Sarıkız isimleri, jandarmanın darbe planı başlıklı haberler 2004 yılında kimi internet sitelerinde dolaşıyordu.
Bugün Ergenekon efsanesi diye söze başlayan birçok gazeteci 2004 yılından itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri içinde neler olduğunu biliyordu.
Merkez medyanın Ankara temsilcileri o tarihlerde Şener Eruygur’un kimi gazeteci ve iş adamlarını nasıl ağırladığını yazıyordu. Örneğin Murat Yetkin… Şöyle diyordu 29 Mart 2004 tarihli yazısında:
“Eruygur’un bazı politikacılarla, emekli generalleri aracı koyarak makamında görüşme yaptığı konuşuluyordu (…) yalnız Ankara’dan değil, İstanbul’dan da bazı işadamı, siyasetçi, gazeteci ve köşe yazarlarına verdiği akşam yemeklerinde siyasi projeler ortaya koyduğu biliniyordu. Bu toplantılarda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün AKP hükümetine gerekli direnişi göstermediği gerekçesiyle eleştirildiği, Özkök’ün kulağına da muhtemelen gidiyordu…”
Arşivler ortada…
Kimi gazeteciler attıkları ve attırdıkları “Genç subaylar rahatsız” gibi manşetlerle ordu içindeki müdahaleci grubun “lojistik-medyatik destek kolu” gibi faaliyet gösteriyorlardı.
Kimileri, Türk basın tarihinde benzeri az görülmüş bir şekilde bir Genelkurmay Başkanı’nı, Org. Hilmi Özkök’ü AK Parti’ye sert davranmadığı için topa tutuyor, yerden yere vuruyorlardı.
Org. Şener Eruygur’un karargahı mahreçli, içinde gazeteci, yazar, edebiyatçı, akademisyenlerin yer aldığı “Vatan Hainleri” listeleri internet sitelerinde ve elden ele dolaşıyor, gazetelerde yayınlanıyordu…
Ergenekon soruşturmasını önemsiyoruz…
Darbeye, gayrimeşruluğa, yasadışılığa, askeri otoritenin siyasi keyfiliğine yönelik ilk hukuki takibat olduğunu düşünüyoruz…
Ancak şunu da biliyoruz:
Bu soruşturma hiçbir şekilde Ergenekon gerçeğinin “tek ve tam yansıtıcısı” değildir…
Ne kimimizin beklediği gibi soruşturma dosyasındaki bilgiler Ergenekon’u tüm yönleriyle ortaya koyabilir…
Ne de bazılarının iddia ettiği gibi soruşturma sırasında yapılan (mahkeme sürecinde muhtemelen ortaya çıkacak ve temizlenecek) soruşturma hataları ile hukuk sınırlarını zorlayan kimi uygulamalar Ergenekon pisliği ve gerçeğinin üzerini örtebilir…
Mustafa Erdoğan, Star Gazetesi’nde son yazısında “aksi istikamette bir kaygı”yla sormuş:
“Şimdi, diyelim ki, bütün bunların sonucunda hiçbir şey—en azından, yaratılan izlenim kadar vahim bir şey—ortaya çıkmadı. Peki o zaman ne olacak?..”
Yanıtlayalım:
Hiçbir şey olmaz…
Ergenekon’a ve darbe girişimlerine yönelik kanıtların yeterli güçte olmaması halinde bile ne Ergenekon gerçeği ortadan kalkar ne darbe girişimleri gerçeği…
Yargı kararları toplumsal ve siyasal gerçekleri “yok hükmü”nde kılamazlar…
Kuddisi Okkır’ın utanç verici ölümünün yargı hanesine, vicdanlara getirdiği ahlaki ve siyasi yük, tartışılır, yargılanır ama esası ortadan kaldırmaz…
Şöyle diyelim: Hukuk, adalet ve demokratik düzene dair elimizdeki belki en önemli değerdir. Ama aynı hukuk demokrasilerde siyaseti, kanaati, vicdanı hiç bir şekilde ikame etmez…
Özellikle tartıştığımız konuda…
Nitekim kimi siyasi cinayetler, kimi siyasi hadiseler, kimi siyasi skandallar hiç bir zaman tam olarak çözülemez, yargı önünde açığa çıkmaz, failleri hakettikleri cezayı almaz…
Yargının son noktayı koymaması ya da koyamaması yaşananları, siyaseti, vicdanları ortadan kaldırmaz…
Susurluk davasında öyle olmadı mı?
Bugün ortada dolaşan Susurlukçular vicdanlarda ve tarih önünde mahkum olmadı mı?
Dink davası sürüyor, gidişat belli, bir tetikçi ve iki azmettericinin arkasına giden delliller mahkeme tarafından kabul görmezse, mahkemenin hükümü gerçeği mi ikame edecek?
Aleniliğin önünde hiçbir şey duramaz…
Balçık güneşi hiçbir şekilde sıvamaz…
Yeni Şafak,
8 Temmuz 2008
|
Ali Bayramoğlu
09.07.2008
|
|
|
Metris süreci |
Emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon’un TCK’nın 312. ve 314. maddeleri uyarınca “zor kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya çalışmak ve silahlı örgüt kurmaktan” suçlanarak Metris Cezaevi’ne konulmalarıyla Ergenekon soruşturmasında önemli bir sürece girildi. 1960’dan bu yana iki askeri darbe, bir muhtıra, bir “postmodern darbe” ve bir “e-muhtıra”nın gerçekleştiği yakın tarihimizde ordu komutanlığı ve jandarma genel komutanlığı yapmış emekli paşaların “darbe”ye teşebbüsten yargılanmaları alışılmış bir durum değil.
Son gözaltı dalgasında emniyete götürülen zanlılardan bir kısmı serbest bırakılırken, Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün istemi doğrultusunda yargının “tutuklama” kararı vermesinin ardındaki gerekçeler henüz bilinmiyor. “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya çalışmak” suçlaması, klasik darbe dönemlerinde daha çok “sol”a yönelik bir suçlama olarak sıkıyönetim askeri mahkemelerince gündeme getirilirdi. Bu kez sivil mahkemeler emekli paşaları yargılıyor. Ve cezaevine gönderiyor. Mesele “tespihli” bir savcının gayretkeşliğiyle sınırlı olsa “Metris süreci”ne gelinmeyebilirdi. Nitekim İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Mustafa Balbay, sorgulama sonunda tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldılar.
ATO Başkanı Sinan Aygün’ün de tutuklanması dikkat çekici.
Dava başladığında, Savcı Öz’ün Ergenekon yapılanmasına uzanan “darbe teşebbüsü”nü delilleriyle ortaya koyması, paşaların da eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek’e ait olduğu öne sürülen günlüklerdeki “Sarıkız” ve “Ayışığı” adlı hazırlıkların “darbe” anlamına gelmeyeceğini kanıtlamaları gerekecek.
Darbe günlükleri nedeniyle kapatılan Nokta dergisinden Alper Görmüş’ün beraatıyla sonuçlanan davada mahkeme, bu yayını “görünür gerçeğe uygun” bulmuştu.
Ergenekon soruşturması, 2003-2004 yıllarındaki olaylara uzanacaksa o zaman, “günlükler”i tutan emekli Oramiral Örnek’in de mahkeme aşamasında dinlenmesi gerekmez mi?
Genelkurmay Başkanlığı sırasında “darbe niyetleri”ne geçit vermeyen Hilmi Özkök’ün de diyeceği bir şeyler olmalı.
Kamuoyunda şöyle de bir tereddüt var, “Velev ki, paşalar AKP hükümetine karşı darbe yapmayı akıllarından geçirmiş olsunlar. Teşebbüsün davası olur mu?” 4 yıllık gecikme AKP davasıyla ilişkilendiriliyor. Baykal’ın “Ergenekon avukatlığına” soyunması da bu yüzden. Ancak siyasi denge ve hesaplaşmaların gölgeleyemeyeceği bazı olgular da göz ardı edilemez.
Hrant Dink suikastında “jandarma istihbarat”ın konumu örneğin! Çankaya krizi sırasında Türkiye karışır, cumhuriyet mitinglerinin rüzgârıyla seçime gidilirken, “darbeci kadrolara” CHP’de “dokunulmazlık” kazandırılması rastlantı olabilir mi?
“Metris süreci” hafife alınmamalı.
Milliyet, 8 Temmuz 2008
|
Derya Sazak
09.07.2008
|
|
|
Temiz sayfa özlemi |
Türkiye hayli çılgın bir süreçten geçiyor, sürecin nasıl biteceği, nasıl sonuçlar vereceği yolunda kimse net bir şey söyleyemiyor. Bu belirsizlik, hem ülkeyi hem de bireyleri içten içe kemiriyor, tüketiyor. Büyük bir ideolojik savaşın da verilmekte olduğunu çoğumuz en azından hissediyoruz. Her ne kadar aksi yönde fikir bildirenler de olsa Türkiye’nin bu ortamdan çok daha güçlü ve güzel bir bütünlük içinde çıkması da mümkün.
Bunun formülü nedir bilmiyorum, bunu bilen bir kişinin de olduğunu sanmıyorum.
Ancak bazı tavırları düzgün alırsak ülke için hayırlı sonuca varılmasının önünü açarız diye düşünüyorum.
Soruşturma sürecinde her ne kadar bazı yanlışlar yapılsa da, bazı abartılı davranışlar gözükse de bu ülkede huzur isteyen herkes Ergenekon Soruşturması’nın sonuna kadar her yönüyle düzgün bir şekilde sonuçlandırılmasını istemeli.
Soruşturmayı yürütenlere şimdi daha büyük sorumluluk düşmüş durumda. Çünkü ilk aşamada tutuklanıp cezaevine konmuş insanların sayısı arttı. Bunlardan bazılarının masum oldukları şüphesini de mahkeme kararı gelinceye kadar taşımak gerekiyor. Malumunuz geç gelen adalet de adalet olmayabilir, aylarca hapis yatan bir insanın suçsuz olduğuna karar verilmesi hem o kişiye yapılan büyük bir haksızlıktır hem de Türkiye’nin huzuru hızla bulmasını geciktirecek bir gelişmedir.
Geçmiş askeri darbelerde işkenceden delirmiş insanları bile tanıyan benim gibi özgürlükçü sol gelenekten gelen bir insanın darbe lafını bile bu memleketten silme sürecine, mücadelesine katılmaması imkansızdır.
Türkiye’de solcular ile dinciler darbe ortamlarında ortak acılar çekmişlerdir. Bu acıları verenler yaptıklarını ‘Atatürk ilkelerine uygunluk’ adına yapmaktadır. Ve evet eğer Atatürkçülüğün topluma verdiği bir travma hissi varsa, o asıl solcu arkadaşların hissettiği travmadır.
Ve yine evet bu ülkede Atatürkçülük ideolojisiyle yüz yüze gelip özeleştiri yapılmasını sağlamak gerekiyor. Bu mahkeme salonlarında değil, kamuoyunun önünde açıkça yeni toplumsal hareketlere yol açarak yapılmalı.
Bu Ergenekon Soruşturması tamamlanıp, dava açılıp, hükümler verildikten sonra Türkiye kendisine yepyeni bir beyaz sayfa açmak zorunda.
Zorunda çünkü hiçbir toplum bizim üstlendiğimiz streslerle daha fazla dayanamaz, çöküverir.
Bu sistemin teminatı; özgürlükçü sol gelenekten gelen sosyalistler ile dini özgürlükleri vurgulayan, siyaset yapanların konuşması, ortak alanlar yaratmasındadır.
Sosyalistler insana dair her şeyi kolay kabul edebildiklerinden ve her türlü özgürlüğü gönül rahatlığıyla savunabildiklerinden bu adımı atmak bizim açımızdan kolay. Din vurgusu yapan arkadaşlar bu adımı atmakta bizden her zaman daha fazla zorlanmışlardır, ama bu Ergenekon Soruşturması bizi birbirimize daha çok yaklaştırmış olmalı.
Beyaz sayfayı el birliğiyle açacağız. Umuyor ve istiyoruz bunu.
Bu büyük amaca yönelik bir küçük adımla başlayalım ilk önce. Herkese bugünlerde Cemil Meriç okumalarını tavsiye ediyorum. Ne yapayım benim şu anda yapabildiğim de bu kadar, elimden fazla bir şey de gelmiyor. Muhafazakârların çok sevdiği ama aslında Marksist olan, bunu da hiç saklamayan Cemil Meriç’in her kitabında bugün Türkiye’yi rahatlatacak ipuçları var. İnanmıyorsanız okuyun görün.
Akşam, 8 Temmuz 2008
|
Serdar Turgut
09.07.2008
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|