Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Krizden çıkışın yolu: Yeni bir anayasa

TÜSİAD’ın “anayasa konvansiyonu girişimi” bir fırsat olabilir. Bu girişim, büyük sermayenin reel çıkarları üzerine inşa edildiği için tutarlı ve inandırıcı.

Küresel ekonomi durgunluğa (iyimser bir tahminle büyümenin yavaşlamasına) doğru ilerliyor. Dalga sahillerinize ulaştığı zaman, inşa ettiğiniz bentlerin sağlam durumda olması lâzım. Türkiye tam tersine, 14 Mart 2008’de birden içine düştüğü ve giderek boğazına kadar gömüldüğü bir anayasal kriz yaşıyor. Anayasal kriz bir sistem krizi demek. Sizi koruyan, varlığınızı devam ettiren ve sorun çözen sisteminiz işlemez vaziyette. Yaklaşmakta olan ekonomik durgunluk, sistem krizinin yaratacağı zaafları ölümcül hale getiriyor. Çare? Diken battığı yerden çıkar. Sistem krizini çözmenin yolu, oturup sistemi gözden geçirmek ve sağlam bir şekilde yeniden inşa etmektir.

AK Parti’nin seçim öncesi başlattığı yeni anayasa hazırlıkları parlak bir inisiyatifti. Seçim sonrasında, aldığı % 47’lik desteğin de katkısıyla Türkiye bu yıl içinde yeni bir anayasaya sahip olabilirdi. İki kritik hata, bu fırsatın yok olmasına sebep oldu. Birincisi, bütün tarafları sağlıklı bir müzakere sürecine sokmak ve anayasayı geniş bir mutabakata dayandırmak yerine, kendi taslağı ile yola çıkarak taraf olmasıydı. İkinci büyük hata, esaslı bir yöntem hatası. Geniş bir katılımı imkânsız hale getirecek şekilde teknik bir metin, somut bir anayasa metni tartışmaların merkezine yerleştirildi.

Halbuki anayasa söz konusu olunca, hukukçuların uzmanlık otoritelerinin üzerine çıkmamız şart. Anayasa bir toplum sözleşmesi. Demokrasinin gücü, anlaşılabilirliğidir. Şayet bir toplum sözleşmesi, toplumun yabancı kalacağı uzmanlık labirentleri içine hapsedilirse, demokrasinin kendisi bile imkânsız demektir. Yapılması gereken, bir taslağın değil, somut maddelere rehberlik eden temel prensiplerin tartışmaya açılması ve toplumsal mutabakata konu edilmesiydi. Meselâ, parlamenter sistemi işletelim prensibi ışığında “cumhurbaşkanı parlamenter rejime uygun olarak hem sorumsuz hem de yetkisiz olsun” şeklinde uzlaşırsanız, bu prensibi 3-5 madde içinde etkili bir şekilde formüle edebilirsiniz. Evrensel hukuka uygun olarak, temel hakları ve yargı bağımsızlığını korumak için “yargı birliği” prensibinde genel bir mutabakat sağlarsanız, askerî yargıyı, somut anayasa maddelerinde bu prensibe uyarak revize edersiniz. Anayasa Mahkemesi’nin mevcut kompozisyonunun adil ve tarafsız bir yargılamaya gölge düşürdüğünü düşünüyorsanız, bu mahkemenin yetkilerini Yargıtay içinde oluşturacağınız bir başka heyete aktarabilirsiniz.

TÜSİAD, TBMM Başkanı’nın önderliğinde yargıdan sivil topluma, siyasetin bütün kesimlerinden diğer kurumlara uzanan geniş bir konvansiyonun, anayasa yapım işini üstlenmesini öneriyor. Bu öneri, anayasal prensipler konusunda toplumsal mutabakat sağlamak ile bu prensiplere uygun yeni bir anayasa metni kaleme almak arasındaki farka riayet edilirse, ileri bir anayasa düzenine geçişe katkıda bulunabilir. Yani bu konvansiyon gerekçeleri ile birlikte bir prensipler manzumesinde mutabakata öncülük etmeli, TBMM de bu mutabakata yaslanarak bir anayasa metni ortaya koymalıdır.

Yaşadığımız sürecin ne olduğu konusunda vereceğiniz hüküm, baktığınız yere bağlı. Demokratik siyasetin etkisiz hale getirilmesi, bir darbe süreci yaşadığımızı gösteriyor. Ama öbür taraftan bu süreç sadece yargı eliyle yürüyor. 28 Şubat’ta demokrasiye cephe alanların çoğu, bugün çözüm için demokrasi safında yer alıyor. TÜSİAD gibi.

Kriz ciddi, ama krizi çıkartanların gücü sınırlı. Tersine, totaliter bir ideolojik tahakküme ve içe kapanmacı bir korku egemenliğine karşı özgürlükçü ve rasyonel ortak paydalarda nefes alacağımız demokratik bir iklim herkesin çıkarına. Bu iklimi, herkesin kendi fanusu içinde nefes alıp verdiği yalıtılmış adacıklardan çıkartıp genel bir atmosfere dönüştürmek için her şey mevcut.

Türkiye, bütün toplum kesimlerinin seferber edileceği ve en geniş mutabakatın aranacağı uzun soluklu bir anayasa yapım süreci içine en kısa zamanda girmeli.

Zaman,20 Haziran 2008

Mümtaz’er Türköne

21.06.2008


 

Neden değiştiremediniz?

Bürokratların hep söyledikleri, temcit pilavı gibi koyup kaldırdıkları şudur: Karşıdevrimciler ezanı Arapça’ya döndürdüler, oysa İnönü onu ne güzel Türkçe okutuyordu...

Hani bir çeşit “Martin Luther’in İncil’i Almanca’ya tercüme etmesi” gibilerden bir reform görmek isterler bu ezan meselesinde...

Oysa kendilerine “müteaddit defalar izah etmeye” çalıştık: Ezanın Arapça, Türkçe, Arnavutça ya da Norveççe okunması arasında pratikte hiçbir fark yoktur, çünkü anlamını ve ne işe yaradığını bilmeyen yoktur. Bir Hıristiyan bile bunu merak etmez. “Tanrı uludur” denildiği zaman onu kolaylıkla anlayacak olduğu varsayılan hiçbir “cahil köylü” de, “Allahüekber” denildiği zaman “ne çığırıyor bu müezzin, acaba beni bir yere mi çağırıyor” diye sormaz!

Çünkü bu bir kalıptır, bin beş yüz yıldır her gün beş kere tekrarlanan bir ritüel.

Ortalama 70 yıllık insan ömründe aşağı yukarı 130 bin kere duyulacak bir kalıp!

Dolayısıyla, “ondan başka yoktur tapacak” desen ne değişecektir, “la ilahe ill’Allah” desen ne fark edecektir? Müezzin çıkıp da “there is no god but Allah” dese bu çağdaşlık mı sayılacaktır? Ben şimdi “come to the prayer, come to salvation” yazsam Avrupalı mı olurum, yoksa dinden mi çıkarım?

Ezanın Türkçe okunması, devrim falan değil, yalnızca bir özenti olmuştur. Halk tarafından da hiç hoş karşılanmamıştır.

“Halk için halka rağmen” yaklaşımı da fazla yürümemiştir tabii...

Bürokrasi, günün birinde iktidara yeniden el koyduğunda, ezanı yeniden Türkçe okutmayı ciddi olarak düşünmekte midir?

Sanmıyorum.

Öyleyse bu kavganın anlamı nedir?

Sanmıyorum, çünkü 1960 yılında elinde bu güç vardı, isteseydi yapardı!

1980 yılında demedim, çünkü o dönem, ezanı Türkçe okutmak şöyle dursun, tam tersine, Amerikan “yeşil kuşak” politikasının dümen suyunda, komünizme karşı dinciliği kullanmaya hız veren bir dönem olarak tasarlanmıştı.

Bunda başarılı da oldu! Fakat akşam yediği hurmalar, sabah döndü bürokrasiyi tırmaladı!

Şu anda yürüttüğü mücadele de, hurmaların “tahribatını” temizleme çabası! Evet, bürokrasi isteseydi 1960 ya da 1961 yılında ezanın Türkçe okunmasına geri dönebilirdi.

Milli Birlik Komitesi bunu niçin yapmamıştır?

Demek ki “söktüremeyeceğini” görmüştür. Halkın tepkisinden çekinmiştir. Belki de hiç aklına bile gelmemiştir! Böyle bir konuyu kendi aralarında gündeme getiren bile çıkmamıştır!

Öyleyse Adnan Menderes’e niçin küfür ediyorlar?

Şimdi oturmuşlar tartışıyorlar, emekli memur gazetelerinde sözcülüklerini üstlenmiş birtakım fosiller aracılığıyla, yok efendim Mustafa Kaplan böyle istemiş de, Sami Küçük karşı çıkmış da... Yaşı altmışın altında olan hiçbir vatandaşa hiçbir şey söylemeyen abuk anılar...

Elinde güç vardı, niçin yapmadın beyamca?

Yapamadıysan, elli senedir niçin bağırıp çağırıyorsun?

1971 yılında Nihat Erim’e niçin yaptırmadın? Hani Atatürkçü reformlar “sür’atle tahakkuk” ettirilecekti o dönemde?

Yoksa Deniz Baykal ya da Tuncay Özkan mı başaracak bu “devrimi” çıkmaz ayın son çarşambasında? Çok beklersin!

İstersen Doğu Perinçek’i başbakan yap, ezanı Çince okutsun. Fena mı, kurmayı düşündüğün yeni ittifaka da yararlı olur.

Sabah, 20 Haziran 2008

Engin Ardıç

21.06.2008


 

‘Laiklik, bizim laiklik dediğimiz şeydir’

Dün sormuştum: “ Madem laiklik bir yaşam tarzı, o halde şunun 24 saatini kabaca anlatın bakalım. “

Laik yaşam tarzında saat kaçta uyanılır? Kahvaltıda neler yenir? Ne tür işlerde çalışılır? Laik yaşam tarzının hâkim olduğu bir evde, ne tür müzikler dinlenir, akşam TV’de hangi diziler izlenir?

Sürüyle mesaj geldi bu yazıya. Ama bir kişi, evet sadece bir kişi bile, “laik yaşam tarzı” nasıl olur, anlatmadı.

Burada anlatmama bir tercih değil elbette. Mesele şu ki “anlatamıyorlar”!

Çünkü laik yaşam tarzı diye bir şey yok. Yapacakları her denemede, kendilerini “ dinsiz “ bir hayat tarzını, “laik yaşam biçimi” diye anlatırken bulacaklar.

O zaman da İslamcı kesimin kendilerine yönelttiği “Allahsızlık” eleştirisini kabullenmiş olacaklar.

Bu da can sıkıcı, istenmeyen bir durum; çünkü laikliği savunanlar arasında, dindarlar nispeten az olsa da, Allah’a inananlar önemli bir bölümü oluşturuyor.

Halbuki böyle sıkıntılara girmeye, çelişkilere kapılmaya, kafaları bulandırmaya ne gerek var?

Anayasa’da laiklik, “ devleti ve dini “ ilgilendiren siyasi/hukuki bir kavram olarak tanımlanıyor.

Bu da bize yeter.

Olayı (yani laikliği) devlet alanının dışına çıkartıp gündelik hayata, kişisel tercihlere filan da sokarsanız, bazı normal davranışları suç haline getirirsiniz.

Nasıl mı?

Laiklik ilkesini uygulaması sayesinde devlet, çok farklı yaşam biçimleriyle arasına mesafe koyar.

Taraf tutmaz ve onların kavga etmeden bir arada yaşamalarını sağlar.

Ama eğer devlet laikse, laiklik de Başsavcının iddia ettiği gibi bir yaşam biçimiyse, o zaman diğer yaşam biçimleri suç haline gelir ki ortaya tam bir garabet çıkar.

Böyle bir şey ancak insanların her alanda tek biçimli olmaya zorlandığı totaliter rejimlerde gerçekleşebilir.

Eskiden sağcılar komünizm için “ kökü dışarıda ideoloji “ derlerdi. Halbuki, sağcıların savunduğu milliyetçiliğin de kökü dışarıdadır.

Bunlar tarihsel olarak toplumun bağrından çıkan ideolojiler değil, Batı’yı tanımış aydınların, ülke sorunlarına çözüm bulmak üzere ithal ettiği fikir öbekleridir. (Elbette iyi niyetle.)

Dolayısıyla hep bir üste uymama durumundalar: Kâh bol geliyorlar, kâh dar.

Milliyetçilik, komünizm ya da mesela liberalizm öyle de, laiklik farklı mı?

Milyonlarca kişinin nasıl telaffuz edeceğini hâlâ bilmediği laiklik de ithal bir fikir değil mi?

Tam da bu yüzden, laiklik ilkesiyle tam olarak ne yapacağımızı, nasıl uygulayacağımızı bilmiyoruz.

Daha da kötüsü, laikliği de bir ideoloji haline getirdik. Ortaya ‘ laikçilik’ çıktı.

Laikçilik toplumsal düzeyde sınıf mücadelesinin araçlarından biri oldu. (Bu konuyu didikleyecek Türk ‘ Pierre Bourdieu’ler nerede?)

Devlet düzeyinde ise bürokrasinin, özellikle de askeri bürokrasinin, ‘İsviçre Çakısı’ durumunda laiklik. Karşılaştıkları 10 siyasi sorundan yedisini onunla çözmeye çalışıyorlar.

Not: Komutan söylevlerinde laiklik ve onun düşman kardeşi olan ‘irtica’ kavramları ne çok yer alıyor değil mi?

Hep merak etmişimdir: Doğaüstü bir müdahale ile bu kelimeler beyinlerimizden silinse; acaba ne derler, nasıl konuşurlar?

Özetle: Bence doğrudan zümresel çıkarlara hitap ettiği için Türkiye’de laikliğin ne olduğunu en iyi askeriye ve yargı biliyor: “ Laiklik, bizim laiklik dediğimiz şeydir .”

Sabah, 20 Haziran 2008

Emre Aköz

21.06.2008


 

Silahlı Kuvvetler Partisinin toplumu hizaya getirme planı

Demokrasilerde, ordu ülkeyi yönetmez, ülkeye hizmet eder.

Demokrasilerde, ordu milletin öncüsü değildir, olmaya heveslenmez.

Demokrasilerde, ordu sadece ülkenin savunmasından sorumludur, ama savunmayla ilgili konularda bile son sözü seçilmişler söyler.

Demokrasilerde, ordunun üzerinde tam bir sivil denetim olması şarttır.

Demokrasilerde, ordu herhangi bir siyasi görüşü ya da etnik veya sosyal bir grubu temsil edemez.

Demokrasilerde, ordunun amacı toplumu korumaktır, onu tanımlamak değil.

***

Bugün Amerika’da, Avrupa’da ortaöğretim düzeyinde okutulan yurttaşlık bilgisi ya da kamu yönetimi kitaplarından herhangi birisini açın.

“Demokrasinin Temel İlkeleri” ya da benzer başlıklı fasıl altında, mutlaka bir “Sivil-Asker İlişkileri” kısmı bulacaksınız.

O kısmı okuyun; yukarıdaki temel kabullerin tek tek sıralandığını göreceksiniz.

***

Şimdi de, Taraf’ın bugünkü manşetine konu olan, Eylül 2007 tarihli Genelkurmay “Bilgi Destek Planı” ve “Bilgi Destek Planı Faaliyet Çizelgesi”ndeki eylem kararlarını okuyun.

Batı demokrasilerinin çocuklarına öğrettiği demokratik ilkelerle uyumsuz bir ordumuz olduğunu göreceksiniz.

Türkiye’nin demokrasi olmadığından kuşkunuz vardıysa eğer, kalmayacak.

***

Bakın, yedi ay önce hangi faaliyete karar vermiş Türk ordusu?

Genelkurmay Başkanlığı çıkışlı elektronik belgesi elimizde bulunan Çizelge’nin beşinci maddesinden aynen aktarıyorum:

“Kamuoyu oluşturma gücüne sahipbulunan üniversiteler, üst yargı organları başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi suretiyle, bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması.”

Öngörülen faaliyet bu.

“Yöntem” kısmındaysa, ‘Temas için uygun zemin/fırsatlar oluşturulacak; Genelkurmay Başkanı, Genelkurmay İkinci Başkanı, Kuvvet Komutanları, Genelkurmay Karargâh Başkanlıkları ve Genelkurmay Genel Sekreterliği düzeyinde yapılacak; temas edilecek kişilerin, TSK’nın temel değerlerini savunan, koruyan niteliklere sahip olmasına özen gösterilecek” gibi ifadeler var.

Ne söylüyor bu belge bize?

Diyelim ki, bugünlerde bir kuvvet komutanı bir üst yargı organının başkanvekili ile görüşmüş olsun.

Belgeyi okuduktan sonra, artık bu görüşmenin, Genelkurmay’ın Bilgi Destek Planı’na uygun bir faaliyet olduğunu; amacın, söz konusu üst yargı organı başkanvekilinin ‘TSK ile aynı paralelde hareket etmesinin sağlanması” olarak saptandığını biliyoruz.

***

Çizelge’nin altıncı maddesiyse şöyle diyor:

‘Tam kontrollü Sivil Toplum Örgütleri yerine ‘etki edilen ve harekete geçirilebilen’ Sivil Toplum Örgütleri kullanılacaktır... Faaliyetlerin maliyetlerinin karşılanmasına ihtiyaç vardır.”

Ya da 12. maddeye bakabiliriz; “kanaat önderlerinin yönlendirilerek kullanılması” hedefleniyor bu maddede ve bunun yöntemi açıklanıyor:

“Kanaat önderleri dolaylı olarak ve uygun yöntemlerle desteklenecektir... Kanaat önderlerinin faaliyetlerinin maliyetlerinin doğrudan veya dolaylı olarak karşılanmasına ihtiyaç vardır.”

Peki, ordu “desteklediği” kanaat önderlerinin ne yapmasını istiyor?

Yine belgeden okuyoruz ki, bu kanaat önderlerine biçilen görev, ‘TSK’nın topluma öncü olma konumunu sürdürdüğü..., anayasa paketinin milli devlete karşı olduğu” gibi genel ve güncel konuları işlemeleri.”

Ne söylüyor bu belge bize?

Diyelim ki, sivil hükümet bir anayasa paketi hazırladı.

Belgeyi okuyunca biliyoruz ki, ordunun masraflarını karşılayarak “etki edebildiği ve harekete geçirebildiği” sivil toplum örgütleri ve kanaat önderleri bu pakete karşı çalışmakla görevlendirilecek.

***

Tarafın elindeki belge, Genelkurmay’ın Eylül 2007 itibariyle, AKP hükümeti hakkındaki görüşünü de yansıtıyor:

“İrticai faaliyetlere zemin hazırlayan birçok gelişmenin bizzat iktidar tarafından organize edildiğini” yazıyor.

Ne anlamalıyız bundan?

Diyelim ki, hükümet partisini kapatma amaçlı bir dava var ve dayandığı temel iddia, “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak.”

Belgeyi okuyunca artık eminiz ki, bu iddia Genelkurmay tarafından bire bir paylaşılıyor.

***

Genelkurmay’ın faaliyet planında, “uygun sanatçı ve yazarlara eserler hazırlatılması” da var.

Tabii, o kadar değil; elimizdeki belgede, muhalif yazar ve sanatçıların hakkından nasıl gelineceğinin yolu da gösteriliyor.

Şöyle diyor çizelgenin 13. maddesi:

‘TSK’yı yıpratmayı amaçlayanlar hakkındaki bilgilerin uygun medya kanalları kullanılarak kamuoyuna yansıtılması.”

Bu amaçla “haberlerin hazırlanması, medya organları ile sürekli iletişim halinde olunması ve medyada amacı gerçekleştirecek şekilde yer almasını sağlamak” gerektiği de aynı maddede yazılı.

Bilgi Destek Planı’nda ise aynen şu cümle var:

“Bazı sanatçı ve yazarların desteklenmesi ve ön plana çıkarılması sağlanırken, TSK karşıtı fikir ve eylemleri ile bilinen sanatçı ve yazarların yıpratılması hedef alınacaktır.”

Bundan ne çıkaralım?

Diyelim ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni üzerine vazife olmayan siyasi işlere karıştığı için eleştiren bir kişi ya da kurum, bir yazar ya da sanatçısınız.

Belge gösteriyor ki, hakkınızda yıpratma amaçlı haberler hazırlatabilecek, medya organlarının bu haberleri amacına uygun şekilde kullanmasını sağlamaya kararlı bir ordunuz var.

O kadar da değil; bu çizelgenin 17. maddesinde aynı ordunun içinize ajanlar sokabileceği hatırlatılıyor:

‘TSK’yı hedef alan gruplar içindeki bazı kişiler desteklenecektir. Hedef kitle olarak tanımlanan siyasi ve etnik gruplarda ayrışmayı desteklemek ve birliği bozmak maksadıyla bu grup içindeki bazı kişilerle iletişim kurulacaktır.”

İşte böyle...

Şimdi en başa dönün.

Batılı çocuklara, demokrasilerde ordunun işlev ve sorumluluğu konusunda ne öğretildiğini hatırlayın.

Ve lütfen, bir gün bizim çocuklarımızın da, okullarında bu demokratik sınırları öğreneceğine inanın.

Sınıfta öğrendikleri doğruların, sokakta ve kışlada da geçerli olacağı günleri göreceğimizden umudu kesmeyin.(...)

Taraf, 20 Haziran 2008

Yasemin Çongar

21.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır