Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İnsan hakkı değilmiş

Türkiye’de daha bir iki ay öncesinde işler iyiye doğru gitmekte iken medya boş kalmış, müşteri kaygısına düşmüştü. Muhalefetin ve onlarla işbirliği içinde oldukları anlaşılan bir kısım bürokrasinin sayesinde medyaya gün doğdu. Artık bol müşterili (okuyucu, dinleyici, izleyicili) işler yapıyorlar. Bu arada bir kesimin nefretini, bir kesimin de takdirini aynı şiddet ölçüsü ile harekete geçirmesini bilen bir kısım medyatik eşhas da paslanmaya yüz tutmuş dillerini kullanmaya başladılar.

Bunlardan biri, bir gazeteci bayan, bir hemcinsine ve meslektaşına karşı, anayasa mahkemesinin aldığı kararı tartışırlarken “Ben başörtüsünü hiçbir zaman bir insan hakkı olarak görmedim, 18 yaşına gelmemiş kızları erkekler zorla kapatıyorlar, gelip kabul etsinler bu yaştan önce hiçbir kıza başörtüsü taktırmayalım, 18’inden sonra ise üniversitede serbest bırakalım, bakalım aç kız başını örtecek…” diyor.

Karşısındaki gerçek manada demokrat ve insan hakları savunucusu bayan gerekli cevabı verdi ise de bir de ben, kendi lisanımla bu sözlerdeki yanlışları sayıp dökmek istedim.

İnsan hakkı eğer bu kafadaki bayanların ölçüsüne bırakılacak ve onların hak saymadıkları böyle kabul edilecekse bu haklara “evrensel insan hakları” demek yerine, “Türkiye şartlarında düzenlenmiş bir kısım insan hakları” demek daha uygun olacaktır.

Hemen bütün ülkelerin onayladıkları evrensel insan hakları belgelerinde mesela din ve düşünce özgürlüğü tarif edilmiş, çerçevesi ortaya konmuş ve tahammülsüz Türk laikçilerinin keyiflerine bırakılmamıştır. Bu belgelere göre din özgürlüğü “inanma, tek veya toplu olarak ibadet ve ayin, eğitim ve öğretim, açıklama (görünür kılma), yayma, örgütlenme, din değiştirme…” hak ve özgürlüklerini içermektedir. Farklılıklar ve azınlığın hakları korunacaktır, ancak bu yapılırken çoğunluk da haklarından yoksun bırakılmayacak, gereksiz sınırlamalar yapılmayacaktır.

Tarih boyunca bütün Müslümanlar, günümüzde de Müslümanların kahir ekseriyeti tesettürün (içinde başı örtmenin de bulunduğu örtünmenin) farz, açılmanın haram olduğuna inanmış ve bu inançlarını uygulamışlardır. Bunu hak saymamak o pişkin bayanın hakkı ve haddi değildir.

Türkiye’de kadınları ve kızları erkeklerin zorla örttükleri efsanesi/masalı hep anlatılır, ama aslı faslı yoktur. Doğrusunu ben yazayım:

Örtünen kadın ve kızlarımız daha çok şu sebeplerle örtünürler:

İnandıkları ve bu inanca uygun bir eğitim aldıkları için.

Baba veya ana baskısı yüzünden.

Çevre baskısı yüzünden.

Bu sebepler arasında en baskın olanı da birincisidir.

Buna şöyle itiraz edilebilir:

Küçük yaştan itibaren ailede din eğitimi alan çocuk örtünme bakımından da baskı altında demektir.

Bunun cevabını hukuk vermiş:

Çocukların dinlerini seçmek ve seçilen dine göre tahsil ve eğitim aldırmak ana babaların hakkıdır.

Bu hakka dayanarak dinsizler çocuklarını dinsiz, laikçiler de laikçi olarak yetiştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Kemalizme iman ettiriyorlar, kendi uydurdukları bir tarih, kültür ve dil dersi ve şuuru veriyorlar. Bunlar insan haklarına aykırı olmuyor da dindarların çocuklarını dindar yetiştirmeleri niçin aykırı oluyor?!

Önümüzde iki durum var: Ya kavga ya barış.

O bayanın yolu kavga yolu, bu yolun sonu uçurumdur.

Diğer (demokrat) bayanın yolu barış yoludur; bu yolun da sonu hak ve hukuk çerçevesinde herkesin mutlu olma hakkını elde ettiği bir dünya, bir ülkedir.

Yeni Şafak, 19.6.2008

Hayrettin Karaman

20.06.2008


 

Orduda değişim

Fransız lider Nicolas Sarkozy, Salı günü çok önemli açıklamalar yaptı ve ordunun yapısının tamamen değiştirilerek çağın tehditlerine göre yeniden şekilleneceğini açıkladı.

Sarkozy, Paris’te 3 bin subaya hitaben yaptığı konuşmada bu önemli açıklamaları yaparken, aklıma yıllardır düşündüğüm, Genelkurmay’da sorduğum şu soru yine aklıma geldi:

“Biz neden böyle bir girişim yapmıyoruz? Örneğin sayısı 750 bini bulan asker sayımızı 350 bine düşürüp, profesyonel askerlik sistemine geçip ve bu orduyu da dünyanın en gelişmiş silahlarına sahip ve de müthiş mobil bir hale niye getiremiyoruz veya getirmiyoruz?”

O zaman bu konuda askerlerden aldığım cevap Napolyon’un ünlü sözü idi: “Para.. Para.. Para..”

Bir noktada haklı olabilir bu cevap. Çünkü bakın Sarkozy, 271 bin bile AB’nin en kalabalık ordusu olan Fransa ordusunu 224 bin kişiye indirirken, 2009 yılından başlayıp 11 yıllık bir süre içinde 584 milyar dolarlık yeni silah sistemleri ile askerleri donatacak.

Tabii kimse Amerika değil. O kendini “Dünya polisi” ilan ettiğinden savunmaya yılda 400 milyar dolarlık bütçe ayırabiliyor.

Bundan 12 yıl kadar önce bu konuyu Genelkurmay’da konuştuğum zaman “Hiç olmazsa yavaş yavaş bu uygulamalara geçmemiz gerekmiyor mu?” diye sorduğumda, “Başladık” cevabını almıştım.

Bugün hangi noktadayız bilemiyorum. Ankaralı meslektaşlarımız da komutanlara bu gibi sorular yerine siyasi içerikli sorular sorduklarından, bu konular hiç tartışılmıyor bizde. Genelkurmay Başkanlığı da bir açıklama yapmıyor bu gibi konularda. Oysa gayet gerçekçidir bu kurumumuz. Örneğin askeri harekâtlardan ne gibi dersler alındığını kendi iç hizmet yayınlarında açık açık tartışırlar. Ama gel gelelim medya ile ordumuzun durumu, gereksinimleri, önümüze bakıp ne yapmamız gerektiği, bunun için kaç paraya ihtiyaç olduğunu hiç konuşmazlar.. Merak ederim, niye konuşmazlar.

Şimdi Genelkurmay’ın başında bir kurmay albayın olduğu bir Basın ve Halkla İlişkiler bölümü var. Bari onlar cevap versinler bu sorularımıza.. Malum, komutanlarımız çok meşgul de...

Akşam, 19.6.2008

Sedat Sertoğlu

20.06.2008


 

Erken uyarı

Başörtülü anneler veya derece aldığı halde kürsüye çıkartılmayan türbanlı öğrenciler ile ilgili en son haberi işittiniz mi? Henüz işitmedinizse şimdiden duyurayım, önümüzdeki günlerde hemen her gün bu tür haberler karşınıza çıkacak. Üniversitelerde ders yılı bitti, mezuniyet törenleri başlıyor ve siyaset arenasında sürmekte olan ‘savaş’ hali, birileri tarafından, muhtemelen üniversitelere de taşınacak.

‘Empati’ yeteneğinden yoksun insanlar oldukları için bu tür uygulamaları yürütenlere “Üzerinde düşünün” dememin bir yararı yok; ancak bir anlığına şu tablo üzerinde düşünmenizi sizlerden bekleyebilirim:

Annesiniz, yememiş içmemiş çocuğunuzun iyi yetişmesi için çabalamışsınız, o da mezun olarak bunu size fazlasıyla ödemiş... Bu fedakârlığın taçlandığı diploma merasimine gidiyorsunuz ve kapının sadece sizler için kapalı olduğunu öğreniyorsunuz...

Ya da şu tablo: İlköğretim, lise yıllarını geride bırakmış, üniversiteyi de kaç-göçler arasında bile olsa bitirmeyi başarmışsınız; hem de dereceyle... Üniversitenizin bulunduğu ilin devlet erkânıyla ilin önde gelen sivil toplum temsilcilerinin katılacağı bir törenle diplomanızı almanıza sıra gelince... “Olmaz, bu halde sahneye çıkamazsın!” deniliyor...

Annesiniz veya mezuniyet hakkı kazanmış genç kız... Yani kadınsınız... Baba veya üniversite mezunu olmaya hak kazanmış erkek çocuk olduğunuzda bu yasaklar işlemiyor. Annenin eşi veya ailenin erkek çocuğu olana hiçbir yasak yok. Onlar olduğu gibi tören alanına girip oturabiliyor, hak etmişse sahneye çıkıp diplomasını da alabiliyor... Sizinle aynı görüşte olsalar bile!

Genç kız veya kadın olduğunuzda başınıza ‘yasak’ diye dikilenler, eşiniz veya kardeşinizin önünde kapıları kendileri açıyorlar...

Böyle bir durumda kendinizi nasıl hissedersiniz?

Şu yakın zamanda Meclis tam da bu türden ayrılıkçı davranışları yasaklamak üzere bir anayasa değişikliği gerçekleştirdi; Anayasa Mahkemesi’nin görev alanına girmemesine rağmen ‘iptal ettiği’ ve ‘yürütmesini durdurduğu’ değişiklikler... Bu sebeple bu yıl da mezuniyet törenlerinde ayrımcılık sürecek.

Bir kısım medya öyle istediği için devam edecek bu. CHP anayasa değişikliğine itiraz ettiği için devam edecek. Bir medya grubunun yazarları “Biz de istemiyoruz” dedikleri halde yasağın devamını sağladılar, CHP sözcüleri de “Bu sorunu biz çözeriz” iddiasını sürdürdükleri halde...

Bugün henüz haberi erişmemişse yarın mutlaka haberdar olacaksınız: Ülkenin dört bir yanındaki üniversiteler ve yüksek okullarda hazin tablolar sergilenecek... Anneler gözyaşı dökecek, genç kızların öfkeleri tepelerine vuracak. Kimi kadın olduğu için ayrımcılığa maruz kaldığını düşünecek, kimi sebebi başka yerde arayacak...

Bu erken yazı her yıl tekrarlanan tablolar bu yıl görülmesin diye yazılıyor. CHP “Biz çözeriz” söyleminde samimiyse, bir kısım medya “Biz de istiyoruz” sözünü içten sarf ettiyse işte fırsat şimdi: Üniversitede okuyan kızlar için çözümünü engelledikleri sorunun hiç değilse mezuniyet törenleri sırasında ortadan kaldırılmasına katkıda bulunsunlar. Annelerin gözyaşlarını dindirmek, genç kızların öfkelerini indirmek onların elinde... “Bu yıl mezuniyet törenleri kısıtlamasız yapılsın” deseler yeter.

Mezuniyet töreni düzenleyen yüksek öğretim kurumları da sorunu kendiliğinden çözebilir aslında. Kapıları herkese açarak, sahneyi kimseye kapatmayarak, ya da töreni kampus dışı bir sivil alanda düzenleyerek... İyi niyetli olunca çözülmeyecek sorun yoktur.

İyi niyeti yanlış yerlerde mi arıyorum?

Yeni Şafak, 19.6.2008

Fehmi Koru

20.06.2008


 

Hırlayan bürokrasi

Geçenlerde bir yorumcu, Anayasa Mahkemesi’nin 5 Haziran’da verdiği kararla rejimin değiştiğini söylüyordu. AYM’nin Anayasa’yı çiğneyerek aldığı kararla, demokrasiyi terk edip yargıçlar iktidarına geçmiştik.

Olay böyle de yorumlanabilir.

Gayet makul. Ama gelin başka bir açıdan da bakalım:

İddiam şu: Rejim değişmedi, rejimin maskesi düştü. Yani Türkiye’deki siyasi rejim zaten böyleydi; şimdilerde apaçık görünür oldu.

Herkes biliyor: Ülkedeki iktidar yapılanması çift başlı.

Bir yanda halkın oylarıyla biçimlenen sivil siyaset var, diğer yanda ise bürokratik elit.

Bürokratik elit, siyasete diyor ki:

“Sen ekonomiyle uğraş. Pastayı büyüt. Daha fazla vergi topla. O parayla bana lojman yap. Altıma otomobil çek. Maaşımı, ek ödeneklerimi, harcırahımı artır. Silah alacağım; bana para ver. Ama bu parayı harcama şeklime karışma, denetleme, sorma. Kıbrıs meselesine karışma; ben orada çözüm istemiyorum, gerilimi sürdüreceğim. Kürtleri döveceğim, barıştan filan söz edip kafaları bulandırma. Avrupa Birliği’ne de fazla yanaşıp canımı sıkma. Tamam mı?”

İşte sivil siyaset bu çerçevenin dışına çıktığı anda bürokrasi dişlerini göstermeye başlıyor. Isırmaya kalkışıyor. Çoğu zaman da başarıyor.

Böylece rejimin ne mene bir şey olduğunu, temel özelliklerini, nasıl çalıştığını bizzat yaşayarak kavrıyorsunuz.

Halbuki bizzat yaşamayı beklemeye gerek yok. Çünkü siyasi anılar, tarih ve sosyal bilim çalışmaları bunun örnekleriyle dolu.

Ne var ki iktidara gelenler bu gerçeği hep unutuyor. “Halka dayanıyorum, meşruiyetim var; beni ısıramaz” diyorlar.

Sonuç: Paçasını kurtaran pek az.

Sabah, 19.6.2008

Emre Aköz

20.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır