Nur literatüründe üç kelime: Talebe, kardeş ve dost (3)
Hulusi Bey, Bediüzzaman’ı görmeden epey zaman önce Sözleri (risâleler) yazmaya başlamıştır. Sözler'de geçen temsiller Hulusi Beyin yaptığı görevle yani askerlikle ilgili temsillerdir. Burada Bediüzzaman, Hulusi Beyin aynı vazifesiyle muvazzaf bir “şahs-ı mânevî”den söz etmektedir. Hulusi Bey o tarihlerde Eğridir’de muvazzaf subaydır. Hulusi Bey, Bediüzzaman’ı görmese de ona muhatap olmuştur. Bu sırlı durumu Bediüzzaman şöyle özetler:
“Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.”
Bunu daha sonra Hulusi Beye yazdığı bir mektupta şöyle açıklamaktadır:
“Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev’inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin.”8
Birinci Söz’ün başında şu cümleler yer almaktadır:
“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtiyle, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca avam lisaniyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.” 9
Hulusi Beye, "Birinci Söz’ün başında bu şekilde bahsedilen asker siz misiniz?” şeklinde sorulan soruya verdiği cevap şudur:
“Bu dersi, Üstad ben kendilerini ziyaret etmeden evvel yazmış. Burada bahsedilen asker ben değilim. O asker, mânevî bir şahıstır. Daha sonraları askerlerden kendilerine talebe olacak kimseleri mânen hissederek öyle yazmış.”
Bediüzzaman, Sabri Efendi için şu sözleri kullanır:
“Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır. Cenâb-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaş tayin edilmiştir.”
Bediüzzaman'ın burada "fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim” dediği ‘nişan’ın ne olduğu, ayrı bir mektupta biraz daha beliriyor:
“Sıddık Sabri, senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman bir hiss-i kablelvukuyla kalbime geldi: Bu zat mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın. Allah senden ebeden razı olsun.”10
Sabri Efendinin de ayak parmaklarının ikinci ve üçüncüsünün, Bediüzzaman'ın ayak parmakları gibi birbirine yapışık bir şekilde olduğu anlatılıyor.11
Sabri Efendi, bütün talebeler içerisinde Bedizzaman'a karşı akrabalıktan daha ziyade bir yakınlık hissetmiştir. Kısa sürede hizmette aldığı yol buna şahittir.
Daha sonraki mektuplarda göreceğimiz gibi Sabri Efendinin bir unvanı da “Santral Sabri”dir. Hizmetteki kıdemi Hulusi Beyden sonra geldiği için burada ikinci Hulusi anlamına “Hulusi-i Sâni” denilmiştir. O, Bediüzzaman’a hem talebe, hem Kur’ân hizmetinde arkadaştır.
Burada “tayin edilmiştir” diyerek bir sırra daha dikkat çekilmektedir. Tayinde kişilerin iradesi yoktur. Yani burada Bediüzzaman kadar Sabri Efendinin de iradesi söz konusu değildir. Tayinlerin makamı yukarıdır. Bu bir “ihsan-ı İlâhî”dir. Allah tarafından bir görevlendirme söz konusudur. Allah’ın ihsanı lâyık olana verilir. Tayin olan yerde inayet (yardım) de söz konusudur. Risâlelerin değişik yerlerinde tekrar edilen “Biz inayet altındayız” sözü dikkat çekicidir. Kâinatta tesadüf yoktur.
5- Bediüzzaman, şahsına yapılan “takdirat ve medhi” kabul etmemektedir. Fahr ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkmaktadır. Fakat kendini Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı ve hizmetkârı kabul ettiğinden, o kudsî vazife noktasında takdir ve medihleri kabul etmektedir. Çünkü o takdirler ve medihler nurlu Sözlere (risâlelere), doğrudan doğruya iman hakikatlerine ve Kur’ân sırlarına ait olduğu için onu müftehirâne değil, Cenâb-ı Hakka karşı müteşekkirâne kabul etmektedir. Hulusi Bey ve Sabri Efendi, bu hakikati herkesten çok anlamışlardır. Onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle takdir ve medih yazmışlardır. Yapılan hizmetlerde yapmacılık yoktur. İhlâs başta gelmektedir.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız sebeplerden dolayı Hulusi Beyin ve Sabri Efendinin mektupları risâlelere dâhil edilmiştir. Bediüzzaman, bu iki Nur talebesine “Cenâb-ı Hak bunların emsâlini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-i haktan ayırmasın” diye duâ etmektedir.12
Bediüzzaman, mukaddemeyi şu mealdeki duâ ile tamamlar:
“Allahım, sevdiğin ve razı olduğun şekilde kendisine Kur’ân’ı indirdiğin zat (gece ve gündüz değiştikçe, ay ve güneş döndükçe ona salât ve selâm eyle) hakkı için, bizi, bu ikisini ve benzer kardeşlerimizi Kur’ân ve imân hizmetinde muvaffak kıl.”
Mukaddemede doğrudan veya dolaylı, açık veya gizli olarak ihlâs, tesanüd, uhuvvet, sadakat, teavün, sebat gibi hizmet prensiplerine işaret edilerek Nur talebelerine yol haritası çizilmektedir.
Mukaddemeyi çok sırların gizlendiği bir yazı olarak gördüm. İçine girmeye çalıştım. Girdim diyemem. Kapıyı ısrarla çaldım. Allah’ın yardımıyla ileriki mektuplarda kapıların aralanacağı ümidindeyim.
Dipnotlar:
8- Barla Lâhikası, s. 132
9- Sözler, s. 11
10- Kastamonu Lâhikası, s. 28
11- Son Şahitler, cilt: 1, s. 291
12- Barla Lâhikası, s. 20-21
—SON—
|