Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir Cumhuriyet Belgeseli... Babalar ve oğulları

Vakit Gazetesi, Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün dedesinin İstiklal Mahkemesi Başkanlığı yapan Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya olduğunu yazıyor...

Vakit’in ifadesiyle “Cellat Ali” lakaplıdır, İstiklal Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya... Altemur Kılıç’ın babası da İstiklal Mahkemesi’nin Başkanı olan bir başka Ali’ydi...

O da Ali Kılıç’tı ve o yüzden Altemur Kılıç ne zaman bir yerde bir şey söylese “onun böyle söylemesi normal” denirdi, “babası Ali Kılıç onun...”

***

Bu ülkedeki kavgalara ve hesaplaşmalara dikkatli bakıldığında dedeler-babalar-oğullar ve kızlar biçiminde özetlenecek çok ilginç bulgulara rastlanır...

Bugün Anayasa Mahkemesi’nin göbeğinde, kamplaşan Türkiye’de saflara baktığınızda çok ilginç rastlantılar çıkartırsınız ortaya... Mesela AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Fırat beyefendi Doğu’da halkı İslam dini adına ayaklanmaya çağıran ünlü Şeyh Sait’in torunudur...

“Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan politikalar ve özellikle Hilafet’in kaldırılması Doğu Anadolu’da Şeyh Sait isyanına neden olmuştu” diyor Vikipedi, Şeyh Sait’i olayını anlatırken... Hilafetin kaldırılmasından sonra şunlar oluyor kısaca:

“Şeyh Said’e bağlı kişilerin, Diyarbakır’ın Eğil nahiyesine bağlı Piran köyünde arama yapan bir jandarma müfrezesiyle girdiği çatışma (13 Şubat 1925) kısa sürede genişleyerek yaygın bir ayaklanmanın kıvılcımını oluşturdu... Darahini’yi basarak valiyi ve öteki görevlileri tutuklayan Şeyh Said halkı İslam dini adına çağıran bir bildiriyle tek bir merkez altında toplamaya çalıştı...”

Sonra Şeyh Sait’in emrindeki 5 bin kişilik kuvvet Diyarbakır’a saldırıyor...

Mustafa Kemal rahatsız olduğu için Heybeliada’da dinlenmektedir...

İsmet İnönü’yü Ankara’ya çağırıyor...

“Doğuda din elden gidiyor bahanesiyle İngiliz destekli provokatif ama ciddi bir ayaklanma başladığını” söylüyor...

***

Ve Ankara’da, Diyarbakır’da İstiklal Mahkemeleri kuruluyor... Askeri birlikler Şeyh Sait’le birlikte ayaklanan güçleri kuşatma altına alıp, teslim olmaya zorluyorlar...

Şeyh Sait tutuklanıyor...

İdam ediliyor...

83 yıl önce Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan Şeyh Sait isyanının iki önemli unsuru bulunuyor...

Doğal olarak Şeyh Sait’in kendisi...

Bir de onu yargılayıp idama mahkûm eden İstiklal Mahkemeleri... Elbette, dedelerin ya da babaların her zaman izinden gitmez çocukları... Çok farklı yerlere savruldukları görülebilir...

Ancak ne ilginçtir ki bugün yapılan yayınlar, İstiklal Mahkemeleri’nin başındaki Kel Ali’nin torunu Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’le, Şeyh Sait’in torunu kapatılma davası süren AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Fırat’ı sanki karşı karşıya getirmeyi amaçlamaktadır...

Dedeleri karşı karşıya getiren tarih, torunları da mı karşı karşıya getirmektedir?..

***

Mesela, Anayasa Mahkemesi’ne en sert eleştirileri yönelten Nazlı Ilıcak, Demokrat Parti’nin Yassıada’da hapse mahkûm olan bakanı, Muammer Çavuşoğlu’nun öz kızıdır...

27 Mayıs’ın hemen ertesinde lisedeyken Milli Güvenlik dersine giren subayın Demokrat Partilileri vatana ihanetle suçlaması üzerine, kalemi subay-hoca’nın üzerine fırlatır...

Dame De Sion lisesindeki kişisel eylemlerinden dolayı 30 gün okuldan uzaklaştırma alır...

Sonraki yıllarında Nazlı Ilıcak, hep Genelkurmay’ı en ağır eleştiren gazeteciler listesinin başında yer alacaktır... Hakkında dava açılacak, Genelkurmay’a girişi yasaklanacaktır...

İlk genç kızlık yıllarında “babasının aşağılanarak valiziyle evden apar topar alınmasını hiçbir zaman hazmedememiştir Nazlı Ilıcak...”

Sonraki siyasi hayatı hep bu hazım sorunuyla ilgili olabilir mi acaba?..

Erbakan’dan Merve Kavakçı’ya, ve şimdi AKP’ye kadar uzanan çizgide?..

Ahmet Altan 12 Mart 1971’de annesinin yanında babasını almaya götüren subayın soğukluğunu anlatır ve yaşadığı korkuyu aktarır...

O soğukluğun ve o gençlik korkusunun, bugünlerdeki Ahmet Altan’ın kişiliğinde ve söylemlerinde bir etkisi var mıdır acaba?..

Veya Şeyh Sait’in kendi torunu Dengir Mir Fırat üzerinde... Veya İstiklal Mahkemesi Başkanı Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya’nın, Osman Paksüt üzerinde...

Genlerin yüklerini taşımakta mıdır sonraki kuşaklar acaba?..

Emin Çölaşan’ın bir dedesinin Atatürk’ün Adalet Bakanı, diğer dedesinin ise İttihatçı bir albay olmasının genetik bir etkisi var mıdır Çölaşan üzerinde?..

***

Dedeler, babalar, oğullar ve kızlar...

Geçmiş kavgalar, genetik yüklenmeler, bitmeyen hesaplaşmalar... Bugünkü hesaplaşma, sadece söylenenlerden ibaret bir mücadele midir, yoksa derinlerde bir cumhuriyet belgeseli ya da hesaplaşması mıdır yaşananlar?..

Vatan, 18.6.2008

Reha Muhtar

19.06.2008


 

Düşük yoğunluklu askerî müdahale

28 Şubat, Türkiye’nin daha önce benzerini yaşamadığı bir süreçti. Bu yüzden farklı bir tanımlama getirildi:

“Post modern askeri müdahale” 28 Şubat sürecinin ardından “28 Şubat 1000 yıl sürecek” denirken, önemli bir öngörü vardı: “Bir sonraki daha farklı olacak! Nasıl 28 Şubat öncekilere benzemediyse, yenisi de eskilere benzemeyecek.” Ve “yeni bir süreç” başladı. “Yeni süreci” iyi algılayabilmek için bir “ad” bulmak gerekiyor. Çünkü “yargısal darbe” tanımlaması zayıf kalmaya başladı.

Neden mi diyeceksiniz? Son ortaya çıkan “ziyaretler” ve başlayan aleyhte kampanyalardan, ortaya çok net manzara çıkıyor. Kanadoğlu’nun açıklamalarını dikkate alırsak, olacaklar iyice belirginleşmeye başladı.

-AKP kapatılacak.

-Erdoğan ve beyin takımına siyaset yasağı gelecek. İşin özeti şu: “AKP ve Erdoğan’a artık yaşama şansı verilmeyecek! Bütün bunlar da “hukuk eliyle” yapılacak. Sistem kendisini çok sert önlemlerle koruyacak.” Kimsenin hâlâ tüm bunlara inanası gelmiyor. Yaygın kanı, “Bunlar AKP’yi kendilerince terbiye edip, yine devam etmesine göz yumacaklar” şeklinde...

Çünkü şöyle haklı bir “güç kaynağı” var: “Sandıktan yine çıkarız!” Doğru, sandıktan yine çıkılır! Ama unutmayın, 12 Eylül döneminde sandıktan SODEP’in değil, daha önce kapatılan CHP’ye bulaşanların çok az olduğu Halkçı Parti’yle çıkılmıştı. Şimdi de AKP yerine kurulacak partide de “Halkçı Parti özellikleri” aranacağı, Kanadoğlu’nun son yaptığı “AKP’li vekillerin kuracağı yeni parti de AKP’nin devamı olduğu için kapatılabilir” açıklamasıyla somutlaşmış bulunuyor. Kısacası, varılacak nokta iyice şekillendi:

“Erdoğan hareketi kesinlikle sona erdirilecek!” Asker de, görünürde hiçbir şeye el sürmeyecek! Yaşananları daha iyi anlayabilmeniz için 28 Şubat’ ile “öncekilere benzemeyen yeni sürecin” farkına dikkat çekmek isterim. 28 Şubat sürecinde, Genelkurmay’da başta medya ve yüksek yargı gelmek üzere “aleni brifingler” verildi. Açık ve net olarak hedefler gösterildi. Genelkurmay varlığını gizleme ihtiyacı duymadı. Şimdi gelinen noktada, yine bazı temasların olduğunu düşünmemek çok saflık olur! Son çıkan bazı haberler zaten doğruluyor.

Sıradan vatandaş olan biteni hâlâ anlayamıyor. Ya da anlıyor da, emin olamıyor. Her iki kutuptan “bilenler” de kendi aralarında konuşup, dışarıya konuşmuyor. “İşin asıl adı” bir türlü konulamıyor. Çünkü öyle bir süreç yaşıyoruz ki, her şey “ağır ağır çok hissettirilmeden” ilerliyor. Yeni sürecin gidişatı “askeri terminoloji”deki bir tanımlamayı çağrıştırıyor: “Düşük yoğunluklu savaş!” Sözlük anlamı şu: “Ülkenin çoğunluğu hiçbir şey yokmuş gibi normal yaşamını sürdürürken, bir bölümünde tam anlamıyla savaş yaşanması hali...”

İşte şimdi gelin bugün yaşananın ve yaşanacakların “kapalı kapılar ardındaki adını” beraber koyalım mı? “Düşük yoğunluklu müdahale!” Post-modern müdahalenin, bir sonraki aşamasıyla karşı karşıyayız! Süreç, tam gaz işliyor. “Düşük yoğunluklu müdahale”nin yolunda gittiğini nereden anladığıma gelince... Ülkenin çoğunluğu hiçbir şey yokmuş gibi hâlâ “kapatılamaz”a ya da “terbiye edip, yola devam” a takılmış halde normal yaşamını sürdürüyor!

Bugün, 18.6.2008

Hakan Aygün

19.06.2008


 

Artık iyi görmek lâzım

Türkiye’nin daha özgür ve daha müreffeh bir ülke olmasını istiyorsak en kısa sürede bu toprakları kabul edilebilir bir ‘öngörülebilirlik’ çizgisine çekmemiz şart.

2008 Haziranı’ndan yakın geleceğe baktığınızda önünüz tam bir toz duman görüntüsü veriyor.

2007 Temmuz’da yani daha çok yakın bir geçmişte yüzde 47 gibi çok yüksek bir oy oranıyla iktidara gelen partinin ve Başbakan’ın altı ay sonra konumu belirsiz ise başka bir şey söylemeye pek gerek yok.

Aklı başında kimse 2009 senesinde ülkemizde enflasyon oranının nasıl bir aralıkta gerçekleşeceğini, büyüme oranının ne olacağını, kamu maliyesi dengelerinin nasıl şekilleneceğini öngöremiyor.

Hatta bir adım daha ileri gidersek, 2009 senesinde ülkemizin demokratik düzeninin nasıl olacağı konusunda bile net bir tahmin yapmak kolay değil.

Belirsizlik en temel alanlara dahi sıçramış ise bu durum ülkenin ekonomik ve siyasal etkinliğinin ciddi bir biçimde zarar gördüğü ve göreceği anlamına gelmektedir, herkesin bu durumu iyi değerlendirmesi şart.

Cumhuriyet döneminin en önemli projesi olduğuna hiç kuşku olmayan AB tam üyelik projesinin bile yarın nasıl bir seyir izleyeceği pek belli değil.

Ve belki de işin en vahim tarafı, AB konusunda içinde bulunduğumuz belirsizlik ortamının temel nedeninin Fransa’dan, Almanya’dan, Sarkozy’den, Merkel’den değil de içimizden kaynaklanıyor oluşu.

CHP genel başkan yardımcısı emekli büyükelçi Sayın Onur Öymen’in ülkemizin geleceği için AB dışında, içe kapanmacı bir model önermesi Sayın Öymen’in bireysel bir tercihi, hezeyanı hatta saçmalaması olarak değerlendirilebilir ama durum tam da öyle değil ve ülkemizde bu tuhaf görüşe yakın azımsanmaması gereken bir azınlık var.

AB gibi temel bir projede bile, üstelik bu projenin ülkemizin geleceği için ne kadar yaşamsal olduğu son yaşanan siyasal krizlerle bir kez daha anlaşılması gerekir iken, CHP gibi bir partinin ve destekleyicilerinin desteği yok ise Brüksel ile işlerin çok netleşmemesinin nedenlerini dışarıda aramamak gerekiyor.

(...)

Dün itibariyle iki başlık daha müzakereye açıldı ama bu konular da toplumun gündemine pek gelmiyor.

AB meselesi belirli bir raya oturmadıkça bizim ülkemizin kalıcı bir istikrar ve öngörülebilirlik kazanmasının olanaksız olduğunu görmek, bilmek için kahin olmaya gerek yok; yaşananlar da zaten, şayet olan-biteni görmek istiyorsanız, son derece net.

Çok uzun senelerdir ülkemizin demokrasi ve kişi başına gelir konularında yaptığı en büyük hamlenin, 2003-2007 arasına rastlamasının siyasal istikrarla birlikte AB konusuna endeksli olduğunu artık iyi görmek lazım.

Bizim için AB demek istikrar ve öngörülebilirlik demek, yani daha fazla özgürlük, daha fazla zenginlik, daha fazla güvenlik demek.

AB ilişkisinin zayıflaması ise belirsizlik, öngörülemezlik yani toplumsal çöküntü demek.

Star, 18.6.2008

Eser Karakaş

19.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır