Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver; bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.

Fussılet Sûresi: 34

19.06.2008


Kıymettar ömrünüzü kıymetsiz şeylerde öldürmeyiniz

Yine Gençlik Rehberinde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından suâl edildi ki:

“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)Hâşiye hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.

Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.

İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:

Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatimiz var.

Hâşiye: Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.

Şuâlar, 11. Şuâ, 4. Mesele, Y.A.N., 2006, s. 316

19.06.2008


Nur literatüründe üç kelime: Talebe, kardeş ve dost (2)

Bediüzzaman, Hulusi Bey ve Sabri Efendinin maksatlarını ve vazifelerini şöyle ifade ediyordu: “Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler (risâleler) vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telâkkileridir.”

Bu sözler, hemen “Ben cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibâdet etsinler diye yarattım”3 meâlindeki âyeti akla getirmektedir. Âyetü’l-Kübra’nın başında yer alan bu âyet-i uzmânın sırrı “insanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi Hâlık-ı Kâinatı tanımak ve O’na İmân edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, mârifetullah ve iman-ı billâhtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir”4 şeklinde özetlenir.

c) Tecrübe edilmiş ürünlere önem verilir. Günümüzde bir takım “ağır” dediğimiz hastalıklar vardır. Bunların ilâçları da pahalıdır. İnsanlar onların fiyatından çok etkisine bakarlar. Eğer ilâç hastalığa iyi geliyorsa hemen satın alınır. Tecrübe sonucu müsbet çıkarsa eşe-dosta ilân edilir. Tâ ki, onlar da o ilâcı kullanmak sûretiyle şifâ bulsunlar. Bu misâlde olduğu gibi Bediüzzaman Said Nursî de, Kur’ân eczahanesinden aldığı ilâçlarla şifa bulmuştur. Hulusi Bey ve Sabri Efendi de Bediüzzaman’a göre “kendi nefsinde tecrübe ettiği ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığı ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem sûretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyâtla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hâsıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.” Bu asrın baş hastalığı imansızlık gibi mânevî hastalıklardır. Maddî hastalıkların ilâcı maddî olduğu gibi, mânevî hastalıkların ilâcı da mânevîdir. Bu nur kahramanları mukaddes Kur’ân eczanesinden aldıkları merhemleri kendi yaralarına sürmüşler ve iyi olmuşlardır. Şefkatle ehl-i imanın imanlarını korumaya gayret etmişler, kalblerine gelen şüpheleri ve vehimleri tedavi etmeye çalışmışlardır. Bir bakıma cemiyeti mahveden imansızlık yangınını söndürmeye koşmuşlardır.

Bediüzzaman, burada Hulusi Bey ve Sabri Efendi üzerinden bize verdiği dersi İhlâs Risâlesinde daha esaslı biçimde açıklar. Orada kardeşlerin nasıl olacağını anlatır.5 Risâlenin başında konunun önemine vurgu yapılır: “Bu Lem’a, lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.” Öyleyse Nur talebeleri hayatlarında bu risâleye daha çok yer vermelidirler. Başlangıç cümlesi de dikkat çekicidir: “Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım!” Bu risâleyi okuyanlar birinci derecede Bediüzzaman’ın muhatabıdır. İhlâsın kıymeti ise, şu paragrafta açıklanır: “Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarik-ı hakikat, en makbul bir duâ-i mânevî, en kerâmetli bir vesile-i makâsıd, en yüksek bir haslet, en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.” Burada geçen her bir kelime için ayrı bir çalışma yapmak gerekir.

Bediüzzaman’ın kendisini ziyarete gelenlere verdiği bir dersi vardır. O derste ziyaretçileri şöyle tasnif eder:

1- Dünya hayatı cihetinde gelir; o kapı kapatılmıştır.

2- Ahiret hayatı cihetinde gelir. O cihette iki kapı bulunmaktadır:

a- Şahsını mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapatılmıştır.

b- Sırf Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı olduğu cihetledir. Bu kapıdan gelenleri kabul etmektedir. Onlar da üç tarzda olmaktadır:

1) Dost olur,

2) Kardeş olur,

3) Talebe olur.

Bediüzzaman, Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlı yönünden gelen dost, kardeş ve talebelerin özelliklerini sistematik olarak şöyle açıklamaktadır:

1- Dost: “Katiyen Söz(risâle)lere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.”

2- Kardeş: “Hakikî olarak Söz(risâle)lerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir.”

3- Talebe: “Söz(risale)leri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.”

Yukarıda sayılan üç tabakanın buluşma noktası Risâle-i Nur’dur. Onlar Bediüzzaman’ın üç şahsiyetiyle ilgilidir. Bunlar Said Nursî’nin iman ve Kur’ân hizmetindeki görevlerini ifade eder:

1- Dost, “şahsî ve zâtî” şahsiyetiyle ilgilidir.

2- Kardeş, “abdiyeti ve ubûdiyet” noktasındaki şahsiyetiyle ilgilidir.

3- Talebe ise, “Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı” cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetiyle ilgilidir.

Yukarıda sayılan şartlara göre görüşmek netice itibariyle önemlidir. Bediüzzaman, görüşmenin üç meyvesinden söz etmektedir. Bunlar şunlardır:

1- “Dellâllık itibarıyla mücevherât-ı Kur’âniyeyi benden veya Sözlerden ders almak-velev bir ders de olsa.”

2- “İbadet itibarıyla uhrevî kazancıma hissedar olur.”

3- “Beraber dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olup rabt-ı kalb ederek, Kur’ân-ı Hakîmin hizmetinde el ele verip tevfik ve hidayet istemek.”

Üstaddan doğrudan doğruya ders almak, uhrevî kazancına ortak olmak ve Allah’ın huzuruna yönelip Kur’ân hizmetinde el ele vermek sûretiyle yardım ve hidayet istemek güzel bir meyve değil mi? Bu durum mânevî dayanışmayı göstermez mi? Bir başka risalede yer alan “zaman cemaat zamanıdır” sözünü teyit etmez mi? Çünkü fert, dâhî de olsa şu zamanın fırtınalarına dayanması oldukça zordur.

Yukarıda sayılan kategorilerin Bediüzzaman’ın yanındaki durumu şu sözlerle açıklanır:

Talebe, “her sabah mütemadiyen ismiyle, bazen hayaliyle dahi yanımda hazır olur, hissedar olur.”

Kardeş, “birkaç defa hususî ismiyle ve sûretiyle duâ ve kazancımda hazır olup hissedar olur. Sonra umum ihvanlar içinde dâhil olup, rahmet-i İlâhiyeye teslim ediyorum ki, duâ vaktinde ‘ihvetî ve ihvânî’ dediğim vakit onlar içinde bulunur. Ben bilmezsem, rahmet-i İlâhiye onları biliyor ve görüyor.”

Dost ise, “ferâizi kılar ve kebâiri terk ederse, umumiyet-i ihvan itibarıyla duâmda dâhildir.”

Bunlarda bir sıralama yapmak gerekirse en içte veya merkezde talebe, ortada kardeş ve dışta dost yer alır. Yukarıda dostun özellikleri anlatılırken yer verilmeyen farzları kılmak ve kebâiri terk etmek şartları burada eklenmiştir. Bediüzzaman’ın her gece duâ ettiği isimlerin yazılı olduğu uzunca bir listenin olduğunu o günlerde kendisine hizmet eden talebeleri anlatır. Bu üç grup yapılan duâlara katılabilmektedir. Bu üç tabaka dahi Bediüzzaman’ı “mânevî duâ ve kazançlarına” dâhil etmeleri şarttır.6 Hadis-i Şerifte haber verilen gıyaben duâ etmenin uygulaması yapılmaktadır. Burada ismen ve karşılıklı duâ etmenin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha hatırlamakta fayda vardır.

4- Hulûsi Beyle Bediüzzaman’ın yeğeni Abdurrahman arasında bağlantı kurulur. Abdurrahman’ın kimliği şu cümleyle özetlenir: “Yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem”7 Abdurrahman vefat etmiştir. Onun vefatından sonra, aynen onun yerine geçip o merhumdan beklediği hizmeti, onun gibi ifâya başlayan Hulusi Beydir.

Dipnotlar:

3- Zariyat Sûresi: 56

4- Şuâlar, s. 93

5- Bkz. Lem’alar,s. 163

6- Mektubat, s. 329

7- Barla Lahikasında daha sonra Abdurrahman’dan gelen bir mektup vardır. Bu mektupla ilgili bir çalışmayı daha sonra yapmak istiyorum. Abdurrahman Bediüzzaman’ın hayatında önemli bir yer tutmuştur. Onun ölümü üzerine geçirdiği psikolojik hali tahlil etmek gerekir diye düşünüyorum.

-Devam edecek-

Ahmet ÖZDEMİR

19.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf
© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır