Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Çok tuhaf işler...

Bugün yaşadığımız hukuksuzluk garabetlerinin temelleri, anlaşılan daha 2002 yılında atılmış.

O yıl yapılan seçimlerin sonucundan hoşlanmayan, halkın tercihlerini beğenmeyen cihet-i askeriye harekete geçmiş.

Önce, yasalarda ve teşkilat şemasında yeri olmayan bir yapı oluşturup, adına Cumhuriyet Çalışma Grubu demiş.

Sonra toplumun çeşitli kesimleriyle ilişki kurmuş.

İlişki ağının genişliği şaşırtıcı ölçülerde.

Amaçları da ürkütücü.

Daha önceki genelkurmay başkanlarından birinin, “28 Şubat bin yıl sürecek” lafını doğru çıkarmaya uğraşmışlar.

28 Şubat, bazılarına göre “irticaya karşı” büyük devrimdir.

Bazılarına göre, “demokrasiye” ağır bir darbedir.

Benim içinse, yakın tarihimizin en büyük “banka yolsuzluklarının” gerçekleştiği dönemdir.

Post-modern darbeyi destekleme cinliğini gösterenler, bunun ödülünü bankaları özgürce soyma hakkını elde ederek gördüler.

Bu tür “özgürlüklerin” tadı elbette kolay unutulmuyor.

Bir, yandan “irtica geliyor” diye bağırıp, bir yandan bankaları soymak gibisi yok çünkü.

O “güzel” günleri unutamayanlar, AKP’nin iktidarıyla birlikte yeni bir 28 Şubat için heveslenmişler.

Darbe hazırlıkları yapmışlar, yasası olmayan teşkilatları devreye sokmuşlar, yargıçlarla, rektörlerle, kendine “Sivil Toplum Kuruluşu” diyen örgütlerle organik bağlar kurmuşlar.

Amaçlarına o dönemde ulaşamamalarının bugün görünen tek bir nedeni bulunuyor.

AKP’nin derhal Avrupa Birliği üyeliği için hamle yaparak, ardı ardına reform paketleri açması, topluma güven vermesi, güçlü bir siyasi parti profili çizmesi.

Hesaplar, bu yüzden yürümemiş.

Daha sonra, AKP hangi akla uyduysa Avrupa yolunda adımlarını sürümeye başladı.

Gevşedi.

Özellikle şehirli kadınlar, Avrupa yolundan ayrılan, kadrolaşan, kendi içine kapanıp yerelleşen AKP’den tedirgin oldular.

AKP, bu tedirginliği yatıştırmayı beceremedi.

Medya bu tedirginliği iyice büyüterek yaydı.

Ve, istenilen ortam oluştu.

28 Şubat’çılar yeniden kımıldanmaya başladılar.

Askerî muhtıralar...

Hukuki muhtıralar...

Hukuksal skandallar...

Arka arkaya patladı.

Sonunda, bugünlere geldik.

Şimdi, 2002’de temelleri atılan kumpas, yargı marifetiyle gerçekleştirilmeye uğraşılıyor.

Silahlarını ve cübbelerini kullanan insanlar, hayatın ve Türkiye’nin gerçeklerini görmezden gelerek zamanı geriye çevirmeye uğraşıyorlar.

AKP de izlediği yanlış politikalarla onlara imkân veriyor.

Kendisini kurtaracak tek şeyin, reformcu, demokratik, dünyalı bir parti görüntüsü olduğunu bir türlü kavrayamıyor.

Eğer bu gerçeği kavrayamazsa yakında siyasi tarihimizden silinecek.

Ama bir partinin kapanmasıyla hayatın zorunlulukları değişmeyecek, yeni partiler kurulacak, yeni insanlar çıkacak.

Siyaset gene doğal yolunu bulacak.

Asker, yargı, üniversite üçgeni ise hayata iliştirilmiş yadırgı bir parça haline gelecek.

Jandarma İstihbaratı’yla toplantılar düzenleyen rektörlerin söylediklerini okuduğunuzda, onların neden hayata nüfuz edemeyeceğini göreceksiniz.

Onlar hâlâ 28 Şubat hayalleri kuruyorlar.

“Memurlar 28 Şubat’ı unuttu” diye yakınıyorlar.

Üniversite hocalarının Jandarma tarafından “fişlenmesini” isteyecek kadar zavallılaşıyorlar.

Akademisyenliğin ruhuna ihanet ediyorlar.

Üniversite yönetimlerinin, bu ülkenin en fazla enfekte olmuş kesimleri arasında bulunduğunu görüyoruz.

Gizli kapaklı işlerin üstüne ışık tuttuğunuzda, Ankara’da “halka” hiç aldırmayan, halkı hiçe saymaya uğraşan bir grup olduğunu anlıyoruz.

Kendi halklarıyla dövüşmeye çabalayan bir avuç insan.

Kendi halkını yenebilmiş kimse yoktur tarihte.

Burada da olmayacak.

Ama kendimize sormamız gerekiyor, bu ülke böyle insanları nasıl yetiştirdi, nasıl onlara böyle kocaman kocaman sıfatlar verdi.

Türkiye’nin düzlüğe çıkmadan önce geçmesi gereken bu son dönemeçte bu insanları iyi tanımamız lazım ki ilerde çağdaş ve saygıdeğer yöneticiler, hocalar, yargıçlar, askerler yetiştirebilelim.

Halkı inkâr etmeye çalışmanın, darbe aramanın utandırıcı bir iş olduğunu çocuklarımıza öğretebilelim.

Çünkü sadece bu adamları değil, ondan daha önce bu ucube zihniyeti hayatımızdan çıkarmamız gerekiyor.

Taraf, 8.6.2008

Ahmet ALTAN

09.06.2008


 

Din yerini bulur

Toplum mühendisliğine soyunan Frankeştayn mucitleri dini, fert ve toplum olarak insan hayatının neresine koyacakları konusunda tecrübesiz ve bilgisiz davranıyor, önemli yanlışlar yapıyor ve insanımıza zarar veriyorlar.

Tecrübesiz derken “dini bizzat yaşama” tecrübesini kast ediyorum. Sahih bir din inancına ve bu inancın hayatta uygulanmasına yabancı olanların dinin yeri ve önemi konusunda hatalı teşhislerde bulunmaları kaçınılmazdır. Mesela devletin en üst kademesine kadar getirilmişlerinden tutun sokaktaki adamına kadar bu kesimin, “din bir vicdan işidir, herkes özel hayatında ve mekanında dinini uygular, ama din toplum hayatına taşınamaz, taşınırsa laikliğe aykırı olur” dediklerini sık sık duyarız. Böyle bir anlayışın tabi sonucu da “din özgürlüğünü, insan haklarına aykırı olarak kısıtlamak” olacaktır.

Biz Türkiye’de bu mühendislerin cehalet ve taassuplarının kurbanı oluyoruz; bunlar yüzünden ülkede istikrar bozuluyor, büyük maddi zararlar oluşuyor, insanımız lüzumsuz şeylerle meşgul ediliyor, halk bölük bölük bölünüyor, bölükler arasındaki ilişki soğuktan karşıtlığa ve karşı mücadeleye doğru yol alıyor. Dini, dindarın psikolojisini, tarihten günümüze yaşanan tecrübeyi göz önüne aldığımızda “dinin fert hayatına ve özel mekana hapsedilmesinin” mümkün olmayacağı, bunu yapsanız bile orada durmayacağı rahatlıkla anlaşılır. Bunu anlamamakta ısrar ideolojik taassup körlüğünden kaynaklanıyor.

Bizim inatçı toplum mühendislerinin yaptıklarını komünistler denedi sonuç alamadılar. 1950 ye kadar CHP denedi iktidardan oldular. “Denenmişi denemek ahmaklıktır” denir ama bizde bu sıfat şeref gibi takınılıyor anlaşılan.

Bir insanın evinin içinde dindar, sokakta, iş yerinde, devlet dairesinde mecliste dinsiz olması mümkün değildir. Dindarlık bölünemez. Demokrasinin yapabileceği şey, dinin ve ideolojinin herkese dayatılmasını, bütün vatandaşların belli bir din ve ideolojiye mecbur edilmesini engellemektir. Bir okulda isteyen ve inananın başını örtmesi, istemeyenin açması, isteyenin uygun bir yerde namazını kılması, istemeyenin kılmaması, isteyenin faizci bankaya gitmesi, istemeyenin katılım bankasına gitmesi, çocuklarını dindar yetiştirmek isteyenlerin tercih edebilecekleri okulların açılması, dileyenlerin kadınlı erkekli yüzmeleri, istemeyenlerin her bir cinse ait ayrı mekanlarda yüzmeleri… demokratik-laik rejime aykırı değil, onun gereğidir. Herkesi bunlardan birine mecbur etmek de, bir taraf rahatsız oluyor diye diğerlerini hak ve hürriyetten mahrum etmek de demokrasiye, laikliğe ve din özgürlüğüne aykırıdır. Anayasa mahkemesinin aldığı son karar yanlış (demokrasiye ve insan haklarına aykırı) laiklik anlayışının yüksek yargıda hakim olduğunu açıkça gösteriyor. Aynı anlayışı paylaşan siyaset kanadı ile hemfikir olarak böyle bir kararın alınmış olması ülkemiz için talihsizliktir.

İnsan hayatında dinin yeri konusunda hatalı bilgi, kanaat ve hedef sahibi olanlar yasaklarla, kapatmalarla, kısıtlamalarla dini, tabii yerinin dışında bir yerde tutabilecekleri zannediyorlar, ama bu asla olmayacaktır. Ülkemiz halkı (isteyenler) dindarlaşmaya devam edecekler, dindarlar da diğer vatandaşlar gibi temel hak ve özgürlüklerden yararlanacaklardır. Bunun çaresi hem halkın iradesinde hem de dinin imkanları içinde bulunacaktır.

Yeni Şafak, 8.6.2008

Hayrettin KARAMAN

09.06.2008


 

Diyanet Başkanı hangi laiklikten ve hangi Atatürkçülükten yanadır?

Geçtiğimiz mayıs ayının son haftasında Van’da il müftüleri toplantısında Diyanet işleri Başkanı bir konuşma yapmış.

Time Türk sitesindeki habere göre bu konuşmada Başkan, “Cumhuriyet’in temel değerlerini, Atatürk ilke ve inkılaplarını, laikliği hep göz önünde bulundurduklarını belirterek, bunları temel değerler olarak kabul ettiklerini” vurgulamış.

Her Müslümanın bildiği gibi İslâm’ın temel değerleri ve hüküm kaynakları şunlardır:

1. Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim.

2. Peygamberin Sünneti.

3. İcmâ-i ümmet.

4. Kıyas-ı fukaha.

Din ile politikayı, din ile ideolojileri, din ile çeşitli dünya sistemlerini birbirine karıştırmamak gerekir.

Din, bunların üzerinde tutulmalıdır.

Ülkemizde laikliğin târifi/tanımı yapılmamıştır. Sayın Başkan hangi laikliği benimsemektedir, bunu beyan etmeliydi.

Bizde, Fransa’da ve Portekiz’de olduğu gibi gerçek laiklik yoktur; laikçilik vardır, jakoben laikler vardır. Sayın Başkan bunlarla kendisi ve dairesi arasına mutlaka bir mesafe koymalıydı. Atatürk’ün sağlığında eski Ankara müftüsü Rıfat efendi Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır ve şimdiki Başkan’ın sarf ettiği gibi bir cümle sarf etmemiştir. Ondan sonra, günümüze kadar bazısı müsbet, bazısı menfi hayli Diyanet İşleri Başkanı gelip geçmiş, onlardan hiçbiri böyle bir cümle söylememiştir. Bu gibi cümleler diktatörlükle, polis rejimleriyle idare edilen ideolojik sistemlerde sarf edilir ama bir demokraside sarf edilmesi uygun olmaz. Diyanet İşleri Başkanlığı elbette devletten, ülkeden, halktan yanadır ama bu dinî/ruhanî makam hiçbir ideolojinin, sistemin, temporel gücün hizmetinde olamaz. Sayın Diyanet İşleri Başkanının Van nutkunu Arapçaya ve İngilizceye tercüme ettirip İslâm dünyasının din, ifta, fıkıh, Şeriat merkezlerine ve makamlarına göndersek taaccüb etmezler mi (şaşmazlar mı)? Ülkemizde bir değil, bir sürü Atatürkçülük vardır. Herkes Atatürkçüdür ama kendine göre Atatürkçüdür. Diyanet İşleri Başkanı hangi Atatürkçülükten yanadır?

Millî Gazete, 6.6.2008

Mehmet Şevket EYGİ

09.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır